• 12/01/09 - 01:00
  • Yazar: Admin
  • Bu sayfayı yazdır img
    YDH

    YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Hizbullah’ın son kongresinin ardından hazırlanan yeni siyasi manifestosunu açıkladı. Manifestonun bir bölümünün çevirisini yayımlıyoruz.




    YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Hizbullah’ın son kongresinin ardından hazırlanan yeni siyasi manifestosunu açıkladı. Manifestonun bir bölümünün çevirisini yayımlıyoruz.

     

    Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salat ve Selam Peygamberlerin sonuncusu, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in üzerine ve onun temiz Ehlibeyti’ne ve gönderimleş bütün elçilerin üzerine olsun.

     

    Yüce olan Allah kitabından şöyle buyurmuştur:

     

    “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir” (Ankebut/69)

     

    “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz” (Maide/35)

     

    Şu anda okuyacağım bildiri Hizbullah’ın siyasi manifestosu niteliğini taşımaktadır. Bu bildiride bizim Hizbullah olarak çevremizde olup bitenleri anlama biçimimizi, geleceğe yönelik istek ve çekincelerimizi bulabilirsiniz. Bu bildiri bizim eylem ve fedakârlık önce gelir diyerek verdiğimiz mücadeleden süzülerek ortaya konulmuş bir bildiri olacaktır.

     

    Bölgede yaşanan çok hızlı ve olağandışı dönüşümler bizim direnişimizin yaşadığı tecrübe ve bu dönüşümler içinde elde ettiği başarı dikkate alınmadan tahlil edilemez.

     

    Yaşanan bu dönüşüm ise ters orantılı iki akımın dönüşüme etkisi dikkatte alınarak sağlıklı bir şekilde analiz edilebilir.

     

    Söz konusu ters orantılı iki akımdan biri direniştir.

     

    Direniş bu dönüşüm içerisinde askeri ve siyasi başarılar elde ederek siyasi ve askeri direniş yöntemini daha köklü hale getirmek suretiyle bölgedeki güç dengeleri içerisinde kendisine çok sağlam bir yer edinmiştir.

     

    Elbette Direniş verdiği mücadelede çok büyük engellerle karşılaşmıştır; ancak bu engeller ve düşmanları onun ve destekçilerinin başarıya ulaşmasına mani olamamıştır.

     

    İkinci akım ise birçok farklı boyutu, dolaylı ve dolaysız işbirlikçileri ile Amerika-İsrail’in başını çektiği müstekbir zümredir.

     

    Bu müstekbir zümre uluslar arası arenada askeri başarısızlıklara ve siyasi çıkmazlara duçar olmuştur. Bununla birlikte içinde var olduğumuz Ortadoğu coğrafyasındaki olayları kontrol edemez duruma gelmiştir.

     

    Bu söylediğim artık tek kutuplu dünyada tek bir gücün hâkim olduğu siyasi durumdan çok kutupluluğa ve güç dağılımına doğru evirilen dünya konjonktüründe değerlendirildiğinde tam anlamını kazanacaktır.

     

    Küresel ekonomik kriz dünyaya hâkim olduğunu zanneden bu müstekbir taifenin içine düştüğü çıkmazı daha da derinleştirmektedir. Bu kriz küstah kapitalist düzenin çıkmazın en uç noktasının bir belirtisidir.

     

    Yani şu anda bizler ABD’nin ve düzeninin dünya hâkimiyetinin ve tek kutuplu dünya düzeninin gerilemeye başladığı bir tarihi dönüm noktasında olduğumuzu düşünebiliriz. Elbette bunun yanında İsrail’in hızlı çöküşü de birlikte gelecektir.

     

    İşte Direniş bu uluslar arası dönüşümün tam kalbinde bulunuyor ve bu dönüşümün strateji belirleyen önemli aktörlerinden biri olarak boy gösteriyor.

     

    Lübnan’da Direniş ve bu bağlamda bizim İslami direnişimiz, çeyrek asırdan beri bu evrensel istikbara karşı dimdik savaşmaktadır. Direniş, şu anda muhafaza ettiği tavrı Amerikan gücünün zirvede olduğu, öyle ki tarihin sonu tezlerinin serdedildiği bir dönemde takınmıştır. Birileri o zaman Direniş’in takındığı tavrı gerçeğe uymayan akıl dışı bir tavır olarak nitelemişti.

     

    Bütün bu nitelemelere rağmen Direniş o zaman tuttuğu yolun hakkaniyetine ve zaferin kendisinin olacağına inanarak yolunda yürümeye azmetti. Direniş, bu yürüyüşünde önce Allah’a olan kesin inancına, sonra İslam ümmetine olan güvenine ve Lübnan halkının kendisine olan güvenine dayanarak kendini motive etti ve Lübnan ulusal çıkarlarını savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi.

     

    Direniş, başladığı yolda nice zaferler elde ederek yoluna devam etti. Bu zaferlerin içerisinde Temmuz 1993, Nisan 1996, Mayıs 2000 ve Temmuz 2006 herkesin malumudur. Direniş benimsediği yöntemin doğruluğunu kazandığı zaferlerle perçinledi.

     

    Süreç, Direniş’i bir işgalden kurtarıcı unsur olmaktan bölgesel bir güç ve siyasi dengeler içinde önemli bir unsur olmaya doğru taşıdı.

     

    Bunun yanında Direniş Lübnan iç siyasetinde güçlü ve adil bir devletin inşasında etkin bir unsura dönüştü.

     

    Direniş bu süreçte sadece Lübnan’a ait bir değer olmaktan Arap ve İslam dünyasının değeri olmaya doğru bir tekâmül geçirdi. Şu geldiğimiz noktada ise Direniş, dünyanın her yerinde özgürlük mücadelesi verenlerin örneğine dönüşmüş ve onlar için ilham kaynağı olmuştur.

     

    Direniş, her ne kadar süreç içinde elde ettiği bu başarıların farkında da olsa, düşmanın kendisine saldırmaktan aciz olduğunu, uzlaşmak için şart dahi öne sürecek bir lüksünün bulunmadığını bilse de halen büyük tehlikelere karşı hazırlıklı olması gerektiğinin bilincindedir.

     

    Direniş’in daha çokça kurban vermeyi gerektireceğinin, ümmetin haklarının iade edilmesi ve ayağa kalkışı için daha çokça bedel ödemesi gerektiğinin farkındadır.

     

    Evet, şu anda Hizbullah’ın siyasi ve düşünsel olarak çerçevesini belirleyen temel esasları ve geleceğe yönelik amaç ve endişelerini açıklamak istiyorum.

     

    Birinci Bölüm

    Hegemonya ve Diriliş                

     

    1. Amerika ve Batı Hegemonyası ve Dünya

    İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika, dünyanın tek gücü olmak gibi bir planı kendine hedef edindi. Süreç içinde bu planı gerçekleştirmek için dünyanın daha önce görmediği araç ve gereçler geliştirdi.

     

    Askeri, iktisadi, teknolojik, bilimsel araçlar ile dünyayı açık pazar olarak gören ve kendi kurallarına uyma zorunluluğu olduğunu düşünen ekonomi politiğini destekleyerek söz konusu planı gerçekleştirmeye çalıştı.

     

    Genelde Batı, özelde Amerikan mantığının en tehlikeli yönü kendini dünyanın sahibi addederek dünyanın birçok farklı yerinde egemenlik kurma düşüncesidir. Bu mantık nedeniyle Batı ve özelde Amerika, kapitalist ekonomiyi de yanlarına alarak yayılmacı bir politika izlemiştir. Batı ve Amerika’nın tamah ve açgözlülüğünün sınırı yoktur.

     

    Ulus ötesi ve kıtalararası bir tekel şebekesinde temsil bulan kapitalist sistem, dünyaya hükmetmektedir ve bu hükmetme seçkin bir askeri güç ve çeşitli uluslar arası kurumlarla desteklenmektedir.

     

    Kapitalizmin bu hükümranlığı çok köklü çatışmalara neden olmuştur. Bu cümleden kültürler arası çatışma, medeniyetler çatışması ve zengin fakir çatışması zikredilebilir.

     

    Şu anda vahşi kapitalizm bir karşıtlık meydana getirme unsuruna, kimlik karmaşası meydana getirme aracına dönüşmüş durumda. Kapitalizm toplumsal, iktisadi, medeni ve kültürel yabancılaşmanın temel nedenini teşkil etmektedir.

     

    Küreselleşme, Batı hegemonyası planının ellerinde askeri küreselleşmeye dönüşerek dünyayı yaktı kavurdu. Bu yangından en büyük pay Ortadoğu’nun payına düştü.

     

    Afganistan’dan Irak’a, Filistin’den Lübnan’a bu askeri küreselleşmenin kötü etkilerini görmek mümkündür.

     

    Amerikan hegemonya planı en tehlikeli şeklini 20. yüzyıl sonrasında aldı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra iş azıya alan Amerika, kendi çıkarlarının dünya halklarının çıkarları ile eşitleyerek, yani kendini çıkarına olan her şeyin dünyanın çıkarına olduğu gibi bir tabloyu dünya halklarının önünde sererek, dünya hegemonyasını gerçekleştirmek için elinden geleni ardına koymadı.

     

    Bu düzen, Yeni Muhafazakârlar denilen grubun George W. Bush başkanlığında iktidara gelmesi ile zirveye ulaştı. Bu gurup siyasetlerinin şeklini daha 2000 seçimlerinden önce “Yeni Dünya Düzeni” denilen bildiri ile belirlemiş ve izhar etmişti.

     

    George W.Bush “Yeni Dünya Düzeni” projesinin uzun vadeli uygulayıcısı olarak devletin başına getirildi.

     

    Yeni Dünya Düzeni bildirisinin en çok vurguladığı şey olan Amerikan gücünün yeniden dünyada tesisini Bush yönetiminin temel siyasetine dönüşmesi çok garip karşılanmadı. Bu bildiri, Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin temelini teşkil etti.

     

    Bu bildiriye göre Amerikan gücü sadece bir caydırıcı savunma gücü olarak değil, işlevsel ve müdahil bir güç olarak dünya sathında tatbik edilmeli idi.

     

    Bu bağlamda önleyici müdahale isimli bir strateji geliştirilerek bu ad altında saldırılar gerçekleştirildi.

     

    11 Eylül 2001 saldırısının ardından Bush ve ekibi kendilerini dünyaya hükmetme planlarını gerçekleştirebilecekleri büyük bir imkânın önünde buldular. “Teröre karşı küresel savaş” diye isimlendirdikleri bir dizi operasyonun pimini çektiler.

     

    Bu şekilde başlangıçta bir başarı olarak görülen aşağıdaki işleri icra ettiler;

     

    1.Amerikan dış politikası son raddeye kadar askerileştirildi.

    2.Bütün kararlar farklı aktörlere sorulmadan tek başına alınmaya başlandı. Tabi ihtiyaç durumda farklı aktörler ile görüşüldü.

    3.Hegemonya planın ilk adımı olarak Afganistan’a askeri operasyon yapıldı. Bu adımın arkasından diğerleri de gelecekti.

     

    Afganistan saldırısından sonra gelen ilk adım Irak işgali idi ve bu 11 Eylül sonrası dünyada gerçekleştirilmek istenen Yeni Ortadoğu Proje’sinin odak noktasında yer alıyordu.

     

    Amerika, Afganistan ve Irak saldırısını meşrulaştırmak için yalan, aldatma kandırma ve sair bütün yollara başvurmaktan çekinmedi. Amerika bu süreçte “terör” sözü ile “direniş” sözünü aynılaştırmak için elinden geleni yaptı.

     

    Bu sayede direnişin insaniliğini, hakkaniyetini ve meşruluğunu ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu sayede direniş hareketlerine karşı yaptığı bütün saldırılar doğru kabul edilecekti. Bu şekilde halkların onurlu ve özgür bir şekilde yaşamak için sığınabilecekleri son kale fethedilmiş olacaktı.

     

    Amerika elinde bulundurduğu araç ve gereçler ile terör kavramını bütün saldırılarını meşru hale getirecek bir kalkana dönüştürdü. Kovuşturma, keyfi gözaltılar, en temel yargılanma unsurlarının yoksunluğu gibi durumlar artık olağan hale geldi ve bizler bunun en bariz örneğini Guatanamo Hapishanesinde gördük.

     

    Ülkelerin egemenliğine dolaysız şekilde müdahil olarak ülkeleri kendi halklarına karşı keyfi suç işleyen aygıtlara dönüştürdü. Halkları en temel haklarından mahrum ederken, kendisine büyük yıkımlara neden olan, suçlu suçsuz insanların ölmesine sebebiyet veren savaşlar gerçekleştirme hakkını tanıdı.

     

    Amerika’nın terörle mücadele adı altında yaptığı operasyonlar, yaptığı maddi yıkım bir kenara dünya sathında milyonlarca insanın ölmesine neden oldu.

     

    Bu işgaller sırasında tarihi akışın tersine insanlar iç savaşlara kabile ve mezhep çatışmalarına duçar oldular. Bunun yanında insanlığın medeniyet ve kültür hazineleri tarumar edildi.

     

    İşin aslı dünyadaki görülen bütün terör türlerinin nedeni Amerikan terörüdür. Amerika Eski Başkanı George W. Bush ABD’yi dünyayı birçok farklı yön boyutta tehdit eden bir tehlikeye çevirmiştir. Eğer şimdi dünyada bir anket yapacak olsak dünyanın en nefret edilen ülkesi Amerika Birleşik Devletleri çıkacaktır.

     

    Irak işgaline bölgesel ve uluslar arası anlamda verilen tepki ve Irak halkının sergilediği direniş, Irak saldırısını başarısız hale getirdi. Dolayısıyla Terörle mücadele denilen şey de başarısızlığa uğramış oldu. Terörle mücadele ismiyle Amerika cihetinden müsemma olan şey Afganistan’da da Taliban’ın gittikçe güçlenmesi ile başarısızlığa uğradı, öyle ki şimdi Taliban ile uzlaşma yollarını arıyorlar.

     

    İsrail eli ile Lübnan ve Filistin direnişini yok etme çabaları direnişin olağan üstü himmeti ile berhava edildi. Bu gelişmelerden sonra Amerika’nın uluslar arası saygınlığı zedelenirken, Amerika strateji değiştirmek zorunda kalarak yeni entrikalar peşine düştü.

     

    Bu söylediklerim elbette Amerika’nın alanı arkasına bakmadan terk edeceğini göstermiyor. Aksine kendi stratejik çıkarlarını muhafaza etmek için elinden gelen çabayı sarf edecektir.

     

    2.Bölgemiz ve Amerika’nın planları

     

    Amerika’nın küresel istikbarının boyunduruğu altında yeryüzün mustazafları kıvranmaktalar. Bu mustazafların en öne çıkanları Arap ve Müslüman âleminde yaşamaktadırlar. Bunun nedeni içinde bulunduğumuz bölgenin yer altı ve yer üstü zenginlilikleri ile tarihsel, medeni önemi ve stratejik değeridir.

     

    Yaşadığımız bölge acımasız emperyalizmin yüzyıllardır vahşi saldırılarına maruz kalmış, bu saldırı zirvesine Siyonist oluşumun bölgede konuşlandırılması ile ulaşmıştır. Bu çerçevede bölgede birbirleri ile kavgalı çeşitli oluşumlar meydana getirilmiştir. Küresel emperyalizmin bayraktarlığını Amerika devraldığında bölgedeki yangın göğe çıkmıştır.

     

    Küresel emperyalizmin bayraktarı Amerika’nın en bariz hedefi dünya halklarını bütün yönlerden boyunduruğu altına almak. Halklar siyasi iktisadi ve kültürel olarak boyunduruk altına alınarak servetleri yağma edilmek istendi.

     

    Bu servetin başında petrol geliyor ki petrolü kontrol altına almak demek dünya iktisadını kontrol altına almak anlamına geliyor. Bunun elde edilmesi için dolaylı ya da dolaysız bütün araçlar kullanılarak bu kullanma sırasında ise hiçbir insani ve vicdani sınıra riayet edilmeyerek dünya savaş alanına çevrildi.

     

    Amerika siyasi amaçlarını ve stratejik hedeflerini gerçekleştirmek için söz konusu yöntemle bir sürü iş yaptı. Siyasi amaç ve stratejik hedeflerini ise şu şekilde sıralayabiliriz.

     

    1.Siyonist oluşumun istikrarını sağlamak için bütün yöntemleri kullanmak. Bu, bölgeyi parçalayan emperyalist Amerikan stratejisinin temelini ve en uç noktasını temsil ediyor.

     

    Bu çerçevede Siyonist oluşumun varlığını garanti etmek için bütün güç unsurları seferber edildi. Bu sayede bu oluşum, bölgede ümmetin gücünü, yarınlarını, gelişme potansiyelini zayıflatan bir kanser gibi muhafaza edildi.

     

    2. Halklarımızın kültürel ve medeni olarak tevarüs ettiği cihat ve direnişe temel teşkil eden maneviyatını yok etmek için cihadı ve direnişi kötü göstermek için bütün basın yayın organları seferber edilerek psikolojik savaş yöntemleri kullanıldı.

     

    3. Bölgede bağımlı baskıcı nizamların desteklenmesi

     

    4. Bölgenin stratejik öneme sahip mevkilerinin ele geçirilmesi, bölgenin önemli geçiş yerleri kontrol altına alınarak buralar asker yerleştirilmesi.

     

    5. Bölgede bölge sathında ya da dünya sathında siyasi rol oynanabilecek herhangi bir gücün doğmasına mani olmak.

     

    6. Bölgede iç karışıklık ve çatışmanın hiç bitmemesi için, mezhebi ayrılıkların körüklenmesi.

     

    Artık şurası çok açıktır ki bu gelinen noktada dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen siyasi dönüşümler ancak uluslar arası konjonktür bağlamında değerlendirilebilir. Amerikan tehlikesi bölgesel bir tehlike değil evrensel bir tehlikedir. Bu nedenle bu tehlike ile mücadele de evrensel olmak zorundadır.

     

    Bu mücadele zor bir mücadele olacaktır ve bu mücadele tarihsel bir öneme sahip olacaktır. Bu mücadele sadece bir neslin mücadelesi olmayacaktır. Belli ki; nesiller boyu sürecek bir mücadele olacaktır ve bu mücadelede mümkün olan bütün yöntemler kullanılmalıdır.

     

    Bizim Lübnan’da yaşadığımız tecrübe bu zor olan mücadelenin imkânsız olmadığını gösterdi. Canlı ve işlevsel bir halk varsa ve bu potansiyel akıllı ve derin kavrayışa sahip bir irade tarafından idare ediliyorsa mücadele başarı ile sonuçlanabilir.

     

    Evrensel istikbar dünya halklarına ve İslam ümmetine onurlarını korumak için direnişten başka yol bırakmamıştır. Gelecek bizim için daha güzel olacaktır, tıpkı peygamberlerin işaret ettiği gibi.

     

     

    Çeviren Emrah Kekilli

     

    

    Makaleler

    Güncel