• 01/01/70 - 02:00
  • Yazar: Ari Shavit/ Haaretz
  • Bu sayfayı yazdır img
    YDH

    YDH- İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesi yazarı Ari Shavit, “Barış için B planı” başlıklı yazısında ABD yönetiminin doğrudan müzakereler konusundaki tüm baskısına rağmen görüşmelerin bir “patlamayla” sonuçlanacağını düşünüyor.




    YDH- İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesi yazarı Ari Shavit, “Barış için B planı” başlıklı yazısında ABD yönetiminin doğrudan müzakereler konusundaki tüm baskısına rağmen görüşmelerin bir “patlamayla” sonuçlanacağını düşünüyor.

     

    Rabin ve Kissinger işgalin süremeyeceğine ve yerleşimlerin bir felaket olduğuna, ancak barışın uzak olduğuna inanmışlardı.

     

    5 Ekim 1995’te, başbakan Yitzhak Rabin, Knesset’e Oslo 2 anlaşmasını sundu. Bu büyük vesileyle yaptığı konuşmada, Rabin; nihai mutabakatta Kudüs’ün birleşik olarak kalacağına, yerleşim bloklarının İsrail’in bir parçası olarak kalacağına ve güvenlik sınırının Ürdün Vadisi olacağına yemin etti.

     

    Ayrıca İsrail’in 4 Haziran 1967 sınırlarına dönmeyeceğini ve Filistinlilerin kendi hayatlarını bir devletten daha aşağı seviyedeki bir teşekkül çerçevesinde sürdüreceklerini de söyledi.

     

    Rabin’in, bir ay sonra son politik iradesi ve vasiyetnamesi haline gelen bu şeyleri söylemesi için yalnızca üç muhtemel açıklama var.

     

    Birincisi onun bir aptal olmasıdır. Kudüs’ü bölmeden hiçbir İsrail-Filistin barış mutabakatının gerçekleşemeyeceğini anlamamıştı.

     

    İkincisi yalancı olmasıdır. Bilerek, gelecekteki barışın parametreleri hakkında doğru olmayan şeyler söylemişti.

     

    Üçüncüsü, Rabin’in, o öldürüldükten sonra kendisine atfedilenden tamamen farklı bir barış anlayışının olmasıdır; Amerikalıların şimdi Başbakan Benjamin Netanyahu’ya ve Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’a dayatmaya çalıştıklarının tam zıddı bir anlayış.

     

    Rabin ne aptal ne de yalancıydı. Henry Kissinger’ın öğrencisiydi. Rabin ve Kissinger işgalin süremeyeceğine ve yerleşimlerin bir felaket olduğuna; ancak barışın uzak olduğuna inanmışlardı.

     

    Dolayısıyla; imkânsız bir nihai mutabakatının peşine düşmektense, uzun vadeli bir ara mutabakat üretmeleri gerektiğini düşünmüşlerdi; anlaşmazlığı sonlandırmayacak; ama onu susturacak bir mutabakat.

     

    Böylesi bir mutabakat Kudüs’ün ve mültecilerin sorunlarını çözmeyecekti; ama bağımsız bir Filistin teşekkülü kuracaktı. İsrail’le Filistinlilerin birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmadan ve birbirlerini öldürmeden yan yana yaşayabilmelerine izin verecekti.

     

    Şimdi Netanyahu, Rabin’in öldürüldüğü zaman bulunduğu yerin solunda duruyor. Netanyahu, Rabin’in Knesset’in önünde durduğu zaman söylediklerinden daha ileri gitmeye hazırlanıyor.

     

    Rabin gibi, Netanyahu da Kudüs’ü, yerleşim bloklarını ve Ürdün Vadisi’ni talep ediyor; ama Rabin’in aksine, Netanyahu silahsızlandırılmış bir Filistin devletinin kurulmasını ağzına alıyor. 2010’daki sağcı liderin pozisyonları 1995’teki solcu liderinin pozisyonlarından daha mütevazı.

     

    Ama bir sorun var: Netanyahu, vermeye razı olduklarının karşılığında anlaşmazlığa bir son verilmesini talep ediyor. Filistinliler ise anlaşmazlığa son verilmesinin karşılığında, onun vermeye razı olmadıklarını talep ediyor.

     

    Böylece, Netanyahu’nun taviz vermeye gönüllülüğünün meyve veremediği aptalca bir durum yaratılmış oluyor. Kendisi Rabin olmak istediyse bile, barış sürecinin şu an izlediği yol buna izin vermiyor. Camp David cehennemine ve Annopolis cehennemine giden patika bugün de cehenneme gidiyor.

     

    Kalıcı bir İsrail-Filistin barışı, altı meşhur ilkenin gerçekleştirilmesini gerektiriyor:

     

    Bir Yahudi ve demokratik devletin tanınması, silahsızlandırılmış bir Filistin devletinin kurulması, Kudüs’ün bölünmesi, yerleşim yerlerinin geniş çapta boşaltılması, Filistinli mülteciler için geri dönüş hakkının olmaması ve sınır üzerine mutabakat.

     

    Ama Filistinlilerin kabul etmeyecekleri en az bir ilke var: Geri dönüş hakkı taleplerinden vazgeçmeyeceklerdir. Ve Netanyahu’nun da kabul etmeyeceği en az bir ilke var: Harem-i Şerif üzerindeki egemenliği paylaşmayacaktır.

     

    Dolayısıyla, anlaşmazlığın çekirdeğinin üstesinden nasıl gelineceği üzerine şu an yapım aşamasında olan girişim, Çernobil’in çekirdeğine girmeye çalışmak gibi. Barış doğmayacak. Kesinlikle bir patlama olacak.

     

    Tek çözüm bu sınırların ötesinde düşünmek. Tam olarak başkan Bill Clinton ve George Bush’un düştüğü yerde hataya düşmemek; ama Kissinger ve Rabin’in pragmatik yoluna geri dönmek. İsrailli ve Filistinlileri kapalı bir odada oturtup onları uzun vadeli bir ara mutabakat geliştirmekle görevlendirmek.

     

    Doğru, Filistinliler hayır diyor. Görünürde, artık tam barış istiyorlar; ama gerçekte, barışın bedelini ödemeye hazır değiller.

     

    Bu nedenle, Başbakan Selam Feyyad’ın Batı Şeria’da başlattığı süreci idame ettirmenin farklı bir yaklaşım gerektirdiğine ikna edilmeleri gerekiyor. Makul Filistin milliyetçiliğini korumak farklı bir siyasi fikir gerektiriyor.

     

    ABD Başkanı Barak Obama, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell, sonuçsuz bir mutabakata ulaşmak için boşa çaba harcayarak kendilerini gülünç duruma düşürmektense,  derhal alternatif bir plan hazırlamaya başlamalılar:

     

    Toprağın bölünmesi şimdi, barış sonra.

     

    Çeviren: İkbal Zeynep Dursunoğlu

    http://www.haaretz.com/print-edition/opinion/plan-b-for-peace-1.314088

     

    

    Makaleler

    Güncel