Arap siyasi dehası Ortadoğu’yu İran’a dar ederken

İran’ın 2000 yıllık devlet geleneğine ve Fars diplomasisinin inceliklerine atıfta bulunarak Tahran’ın Ortadoğu’da ciddi bir belirleyicilik kazandığını savunanların, Muaviye bin Ebu Süfyan ve Amr İbn As gibi siyasi dehalar yetiştiren Arap siyasi aklını hesaba katmadığı anlaşılıyor.

Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün; Irak, Lübnan ve Filistin konularında son iki yıl boyunca sergilediği siyasi atakların, Ortadoğu’da güçlendiği ileri sürülen İran nüfuzunu aslında çok derin bir açmaza soktuğu söylenebilir.

 

İran’ın 2000 yıllık devlet geleneğine ve Fars diplomasisinin inceliklerine atıfta bulunarak Tahran’ın Ortadoğu’da ciddi bir belirleyicilik kazandığını savunanların, Muaviye bin Ebu Süfyan ve Amr İbn As gibi siyasi dehalar yetiştiren Arap siyasi aklını hesaba katmadığı anlaşılıyor.

 

İran’ın Ortadoğu’daki belirleyiciliği ile ilgili olarak öne sürülen teze konu olan bölgeler, Irak, Lübnan ve Filistin... Bu teze göre İran, Filistin’de Hamas ve İslami Cihat’la, Lübnan’da Hizbullah’la ve Irak’ta da Birleşik Irak İttifakıyla Ortadoğu satrancında ABD’yi ve bölgedeki müttefiklerini açmaza almış bulunuyor.

 

İran’ın stratejik müttefikleri ve güçlü yanları

 

İsrail’in varlığı konusunda tıpkı İran gibi düşünen Hamas’ın Tahran’la ilişkileri birçok bakımdan stratejik bir ilişki olarak tanımlanabilir. Camp David ve Madrid süreçleriyle Arap ülkelerinin, Oslo süreciyle de Arafat liderliğindeki FKÖ’nün İsrail’i tanıması ve müzakerelere oturması, Filistinli direniş gruplarını olduğu kadar İsrail’i tanımayan İran’ı da siyasi ve diplomatik alanda oldukça yalnızlaştırmıştı.

 

İsrail’i tanımayan Hamas’ın parlamento seçimlerinden zaferle çıkıp iktidar olması, sadece Filistinli direniş gruplarının değil, İran’ın da İsrail konusundaki tezini tekrar güçlendirdi. Çünkü Hamas iktidarıyla İsrail’in varlığı konusundaki stratejik tutum, sadece İran’a ve marjinal bazı silahlı gruplara özgü bir tutum olmaktan çıkıp, Hamas iktidarı şahsında tüm Arap dünyasına yayılacak şekilde bizzat Filistin’in resmi siyasi tutumu haline gelme tehlikesini doğurmuş oldu.

 

Filistinli direniş gruplarının roket saldırıları stratejik derinliği bulunmayan İsrail açısından yıpratıcı bir tehdit oluştururken Hamas’ın siyasi başarısı da direnişi ve İsrail’in varlığı konusundaki stratejik tutumu güçlendirecek bir etki yaptı.

 

İran’ın Lübnan’daki stratejik müttefiki olan Hizbullah açısından da benzer bir başarı söz konusu oldu. Hizbullah da füzeleriyle 33 günlük savaş sırasında İsrail’in stratejik derinliğe sahip olmamasından kaynaklanan zaafından başarılı bir şekilde yararlandı ve İsrail’in varlığı konusundaki İran ve Hamas’a özgü stratejik tutumu güçlendirdi.

 

Öte yandan belediyelerde ve parlamentoda sürdürdüğü 15 yılı aşan siyasi tecrübesini, savaş sonrasında hükümette de belirleyiciliğe dönüştürmeye çalışan Hizbullah, İran’ın ABD ve bölgedeki müttefikleri tarafından kaygıyla izlenen stratejik nüfuzunu güçlendiriyor.

 

İran’ın nüfuzu ile ilgili olarak gündeme gelen diğer bir alan olan Irak’ta da Birleşik Irak İttifakı, toplumsal tabanı ve siyasetteki ağırlığıyla İran’ın elini ABD’ye karşı güçlendiriyor. Öte yandan Birleşik Irak İttifakı’nın siyasette belirleyici olduğu, güvenlikli ve istikrarlı bir Irak’ın kurulması durumunda İran’ın; Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden İsrail’e komşu haline gelecek olması ABD ve müttefikleri açısından kaygı verici olarak değerlendiriliyor.

 

Peki her şey bu kadar İran’ın lehine mi?

 

Yukarıda söz konusu edilen gelişmelerden hareketle Ortadoğu’da her şeyin İran tarafından şekillendirilmekte olduğu ve İran’ın Ortadoğu satrancında ABD ve müttefiklerini açmaza aldığı söylenebilir mi?

 

Irak’ta siyasal sürecin başladığı 30 Ocak 2005’ten bu yana Arap ülkelerinin bölgeyle ilgili izlediği politikalar göz önünde bulundurulduğunda şu an ABD ve müttefiklerinin değil, İran’ın açmazda olduğu söylenebilir.

 

İran’ın Irak’taki açmazı

 

ABD’nin Irak konusunda İran’la müzakere başlatmasının gerektiğine ilişkin ilk somut adımlar bundan yaklaşık bir yıl önce gündeme gelmişti. Birleşik Irak İttifakı Lideri Abdülaziz el-Hekim’in çağrısıyla başlayan ve ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad ile İranlı yetkililerin olumlu demeçleriyle gündeme gelen İran-ABD müzakeresi, İsrail lobisinin ve ABD’deki şahinlerin baskısı ve İran’ın da aldırmaz tutumu yüzünden gündemden düştü.

 

ABD eski Dışişleri Bakanlarından James Baker ile Demokrat Parti Senatörü Lee Hamilton başkanlığındaki Irak Çalışma Grubu’nun Aralık başında yayınlanan raporu, bu meseleyi ABD’nin Irak batağından kurtuluş reçetesi olarak yeniden gündeme getirdi.

 

ABD’nin Irak’la ilgili 3 buçuk yıllık politikasının başarısız olduğunu ortaya koyan rapor, daha çok ABD’nin Irak’taki askeri başarısızlıklarına dikkat çeken yönüyle gündeme getirildiyse de rapora ve şimdiye kadar yaşananlara bütüncül bir gözle bakıldığında yaşanan siyasi başarısızlığın başta güvenlik sorunları olmak üzere Irak’taki tüm sorunların ana kaynağını teşkil ettiği söylenebilir.

 

Irak’ta 30 Ocak 2005’ten beri yaşanan siyasi süreçler, İslamcı Şiilerin ağırlıkta olduğu Birleşik Irak İttifakı’nı parçalamayı başaramayan ABD’nin aleyhine gelişti.

 

ABD, engellemeyi başaramadığı 30 Ocak seçimlerinde manevi nüfuzuyla Birleşik Irak İttifakı’nı bir arada tutan Ayetullah Sistani’nin nüfuzunu kıramamış; seçimlerin, geçici hükümetin başbakanlığına atadığı İyad Allavi’nin lehine sonuçlanmasını sağlayamamış ve Sünni Arapları siyasi sürece dahil ederek diğer siyasi aktörlere karşı denge faktörünü oluşturamamıştı.

 

Sünnilerin boykot ettiği 30 Ocak seçimlerinin Kürt gruplarla İslamcı Şiilerin ağırlıkta olduğu Birleşik Irak İttifakı’nı güçlü bir şekilde meclise taşıması, ABD’nin İyad Allavi liderliğindeki asli oyuncularını da etkisizleştirmişti.

 

30 Ocak seçimleri sonrasında Irak’ta Kürtler ve İslamcı Şiiler lehine yeni bir denge kurulması, ABD’nin geleneksel müttefikleri olan Türkiye’yi ve bölgedeki Arap ülkelerini rahatsız etti.

 

Irak’ı İran nüfuzuna oldukça açık hale getiren bu gelişme karşısında ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad, 15 Aralık 2005 seçimlerine kadar bölge ülkelerinin desteğiyle zaten boykot tavrından pişmanlık duyan Sünni Arapları siyasal sürece katmakta zorlanmadı.

 

Irak’ta kalıcı hükümeti kuracak olan 15 Aralık seçimlerinde 17 gruptan oluşan Abdülaziz el-Hekim liderliğindeki Birleşik Irak İttifakı parçalanabilirse, azınlıkta bulunan Sünni Arapların da seçime katılımıyla etnik veya mezhebi olgulara dayalı olmayan yeni siyasi ağırlık merkezleri oluşabilirdi.

 

15 Aralık’ta azınlıktaki Sünni Araplar ülkedeki nüfuslarına paralel bir şekilde meclise toplamda 50’yi aşkın parlamenter göndermeyi başarsa da 128 sandalye kazanan Birleşik Irak İttifakı’nın parçalanamaması, 30 Ocak’takine benzer bir siyasal tablonun ortaya çıkmasına sebep oldu.

 

Kürt partilerin, Sünnilerin ve Allavi’nin Birleşik Irak İttifakı’nı devre dışı bırakabilecek bir parlamento çoğunluğuna sahip olamamaları, Zalmay Halilzad’a tasarladığı siyasi düzeni oluşturma imkanı vermedi. Bununla birlikte bu üçünün toplamından daha fazla parlamentere sahip olan Birleşik Irak İttifakının da ulusal uzlaşma hükümetine razı olmaktan başka bir seçeneği kalmadı.

 

Bir başka deyişle 15 Aralık seçimleri sonrasında oluşan siyasi yapı; ne ABD’yi, ne Irak’taki siyasi kesimleri ne de bölge ülkelerini memnun edebildi.

 

ABD ve bölgedeki Arap ülkeleri, üzerlerinde İran nüfuzundan bahsedilen Birleşik Irak İttifakı’nın Irak’taki hakim gücünden rahatsızdı.

 

Irak Uzlaşma Cephesi Lideri Adnan Duleymi’nin seçimlerden sonra açıkça dile getirdiği üzere Sünni Araplar, Kürtler ve Allavi listesi, Birleşik Irak İttifakı’nı devre dışı bırakabilecek bir çoğunluğa ve iktidara ulaşamamıştı.

 

İslamcı Şiilerin ağırlıkta olduğu Birleşik Irak İttifakı ise çoğunluğuna rağmen ülkedeki etnik ve mezhebi ortamla güvenlik sorunları ve ayrıca bölgesel ve bölge dışı siyasi denklemler sebebiyle kendi hükümet ortağını seçebilecek durumda değildi.

 

15 Aralık sonunda kurulan uzlaşma hükümeti kuşkusuz bir çözüm değil, kriz yönetimi hükümeti misyonuna sahipti; ama Sünni Arapların siyasal sürece katılması, beklentilerin aksine ülkedeki şiddeti durdurmadı, tersine tırmandırdı.

 

Arap siyaseti İran stratejisini çıkmaza sokuyor  

 

ABD nezdinde diğer iç politika aktörlerine karşı önemli bir denge faktörü olduklarının farkında olan Sünni Araplar, şiddeti siyasal taleplerini elde etme konusunda önemli bir araç olarak kullanırken, içerideki siyasi rakipleri hakkında da İran nüfuzuna dayalı bir propaganda dili geliştirerek hem bölge ülkelerinin hem de ABD’nin desteğini aradılar.

 

Baker-Hamilton raporunun İran ve Suriye ile müzakere öneren tavsiyeleri basına sızdığı andan beri, Irak’ta şu üç konuda artış gözlemlendi

 

1-Mezhep savaşı görüntüsü verilmek istenen şiddet,

 

2-Arap ülkelerinin raporun İran ve Suriye ile müzakere edilmesi tavsiyesine yönelik itirazı,

 

3-Sünni Arapların içerideki şiddet konusunda İran’ı suçlayan açıklamaları.

 

Suudi hükümetinin güvenlik danışmanı Navaf Obeyd, Washington Post'taki yazısında, Suudi yönetiminin ABD'nin çekilmesinden sonra Irak politikasını gözden geçirmeye hazırlandığını belirterek, ülkesinin İran nüfuzuna karşı Irak'taki Sünnilerin hamisi olduğu mesajını verdi.[1]

 

Suudi Arabistan Kralı Abdullah, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e ABD’nin İran ve Suriye ile müzakere başlatması ve askerlerini Irak’tan çekmesi durumunda Irak’taki Sünnileri destekleyerek mezhep savaşını körükleyeceğini söyledi.[2]

 

Aralarında aydın, akademisyen, din âlimi ve bürokratların yer aldığı 38 Suudi görevlisi, “Irak’ın hem halk hem de ülke olarak Haçlılarla Safevî Rafızîlerin komplosuna maruz kaldığını” belirterek dünyadaki tüm Sünnileri Şiilere karşı mücadeleye çağıran bir bildiri yayınladı.[3]

 

Sponsorluğunu bazı Körfez ülkelerine mensup sermayedarların yaptığı “Saldırganlığa Karşı Küresel Direniş Girişimi” adlı platform, Iraklı Sünni grupların liderleriyle bazı Arap ülkelerinden âlimleri İstanbul’da toplayarak 38 Suudi görevlisinin mesajını Arap dünyası dışına taşıdı.

 

Şii dini otoritelerin Iraklılara yönelik saldırıyı açıkça haram kılmalarına, düzenlenen saldırılar karşısında intikam duygusuna kapılarak karşı saldırı yapanları mahkûm edip kendilerinden uzaklaştırmalarına; Saddam kalıntılarıyla tekfircilerin ise Şiileri hedef aldıklarını açıkça ilan etmelerine ve eylemlerini gururla savunmalarına rağmen, bölgedeki güçlü Arap medyası, Irak’ta yaşanan tek taraflı şiddeti iki taraflı bir “mezhep savaşı” olarak yansıtmakta oldukça başarılı oldu.

 

Şiilere yöneltilen örgütlü bombalı şiddete karşı, Şii bireylerin kan davası ve intikam hırsıyla gerçekleştirdiği sniper saldırıları, haberlerdeki “mezhep savaşı” iddiasına delil olarak kullanıldı. Bir tarafa mensup dini ve siyasi otoritelerin ülkedeki şiddetten mezhep ismi anmadan “Saddam kalıntılarını ve tekfircileri” sorumlu tutan açıklamalarına karşın diğer tarafın şiddetin sorumlularını mezhep isimleriyle niteleyen açıklamaları, yaşanan şiddetin bir mezhep savaşı olarak algılanmasına yardımcı oldu.

 

Arap ülkelerindeki resmi organlarla sivil toplum kuruluşlarının yönlendirici açıklamalarına paralel olarak siyasi sürece katılmış olan Sünni Arap gruplarının bile bu dille siyaset yapmaya başlaması, Birleşik Irak İttifakı’na ciddi bir geri adım attırdı.

 

Başbakan maliki, düzenlenen ulusal uzlaşma konferansında Sünni siyasi grupların taleplerine[4] paralel olarak Saddam ordusuna mensup subaylara ordunun kapısının açık olduğunu, Baasçıların tasfiyesiyle ilgili yasanın gözden geçirileceğini ve siyasal katılımın kapsamının Baasçıları da içine alacak şekilde genişletileceğini söylemek zorunda kaldı.[5]

 

Binaenaleyh başbakanlık koltuğunda Birleşik Irak İttifakı’na mensup birinin oturmasından dolayı İran’ın Irak’ta güçlü bir nüfuza sahip olduğunu söyleyenler, Arap siyasi dehasının Saddam rejiminin mirasını hem de hükümet eliyle nasıl teker teker ihya ettiğini fark edemiyor olmalıdır.     

 

Filistin ve Lübnan

 

Filistin’de Hamas ve İslami Cihat, Lübnan’da Hizbullah ve Irak’ta ise Birleşik Irak İttifakı üzerinden bölgede güçlü bir İran nüfuzu oluştuğuna dair teze yeniden dönelim.

 

Ortadoğu ile ilgili meselelere daha gerçekçi bakan ABD’deki ordu mensupları, Senato ve politika belirlemede etkili olan emekli siyasiler ve bürokratlar, Yeni Muhafazakarların ağırlıkta olduğu Beyaz Saray’ın Ortadoğu’yla ilgili idealist politikalarını ciddi bir şekilde eleştiriyorlar.

 

Daha gerçekçi bakışın ifadesi olan Baker-Hamilton raporu, Ortadoğu ile ilgili politikalarda Beyaz Saray’ın “Şer ekseni ülkeler” diye ilan ettiği İran ve Suriye’nin bölgedeki belirleyiciliğine işaret ederek bu ülkelerle müzakere öneriyor.    

 

Beyaz Saray’ın İran’ın bölgedeki nüfuzuyla ilgili kaygılarını paylaşan Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır, Filistin’de Hamas’ın tezini devre dışı bırakacak bir Arap planıyla 1967 sınırlarında bağımsız bir Filistin devleti kurulmasına karşılık, İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini öneriyor.

 

Hamas’ın seçim zaferinden sonra Filistin’e uygulanan ekonomik kuşatma karşısında Hamas’ın zayıflatılmasını izlemeyi tercih eden Arap ülkeleri, bu tavırla Hamas’ı iktidara getiren Filistin halkını Hamas’ın İsrail’in varlığı konusundaki stratejik tutumuna verdiği destekten dolayı da cezalandırmayı ve İran-Hamas stratejik tutumunu yalnızlaştırmayı hedefliyor.

 

İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları sırasında açıkça Hizbullah’ın karşısında yer alan Arap ülkeleri, ülkede yaşanan siyasi bunalımda da Fuad Sinyore hükümetini destekliyor.

 

Irak konusunda mezhep vurgusu yoğun propaganda ve ajitasyon dili kullanarak başarılı sonuçlar elde eden Arap ülkeleri, kendine özgü toplumsal ve siyasi şartlarından ötürü Lübnan’da aynı başarıyı elde edemese de Beyaz Saray’ın Ortadoğu politikalarına paralel adımları, Hamas’ı da Hizbullah’ı da Birleşik Irak İttifakı’nı da ciddi şekilde etkinlik profilini düşürmeye zorluyor.

 

Ortadoğu’da demokratik bir seçimle tek başına iktidara gelen Hamas, kuşatmalar ve çelmeler sebebiyle Filistin halkının maslahatı için fedakarlık yaparak iktidarını el-Fetih’le paylaşmaya razı olduğunu ilan etmek zorunda kalıyor.

 

Fakat Hamas’ın bu geri adımı da yeterli bulunmuyor, ulusal birlik hükümeti müzakereleri baltalanıyor, Filistin halkına Hamas’ın hiçbir şekilde yer almadığı bir hükümet formülü dayatılıyor. Bu siyasi çelmelere, 1967 sınırlarında kurulacak Filistin devleti karşılığında İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini öngören Arap planıyla stratejik takozlar ekleniyor.

 

İsrail’i tanımadığı ve direnişi sürdürdüğü için topyekûn Filistin halkıyla birlikte cezalandırılan Hamas, sadece iktidardan değil, 1967 topraklarında devlet kurulması karşılığında İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini öngören Arap planıyla stratejisinden de uzaklaştırılıyor.

 

Toplumsal desteğe sahip olmayan Sinyore hükümetine verilen uluslar arası ve bölgesel destek, Lübnan’da Hizbullah’a, Hamas’a benzer bir kaderi dayatıyor. Lübnan’da arkalarında yüzde 80’e varan toplumsal desteğe rağmen Hizbullah ve müttefikleri, sadece ulusal birlik hükümeti talep edebiliyor ve hükümete karşı ancak gösteri ve grev şeklinde sivil eylemler düzenleyebilecek kadar adım atabiliyor.

 

Filistin’de, Lübnan’da ve Irak’ta çoğunluğun oyuna sahip olmasına rağmen hükümet edemeyen stratejik müttefiklere sahip İran, gerçekten Ortadoğu satrancında ABD ve bölgesel müttefiklerini açmazda bırakmayı başarabilmiş mi?

 

3. Halifenin kanlı gömleğini Şam sokaklarında dolaştırarak Irak’taki hilafet merkezini darmadağın edebilen geleneksel Arap siyasi dehası; Irak, Lübnan ve Filistin’de üstünlüğü kolayca İran’a bırakmayacak kadar güçlü araçlara sahip gözüküyor.

 

Kaynak: HABERAJANDA

 


[1] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=1821

[2] http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/12/061213_saudi_sunni.shtml;

http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=1919

[3]http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=1914

[4] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=1933

[5] http://www.saafonline.com/haber_detay.php?haber_id=1935