Irak’taki güvenlik sorunları ve İran nüfuzu

ABD işgalinden sonra Irak’ta en büyük nüfuza sahip olduğu belirtilen İran, bugünlerde Irak’ta ağırlığı olan tüm kesimlerin suçlamalarına hedef oluyor.

ABD işgalinden sonra Irak’ta en büyük nüfuza sahip olduğu belirtilen İran, bugünlerde Irak’ta ağırlığı olan tüm kesimlerin suçlamalarına hedef oluyor.

Son bir aydır Mehdi Ordusu’nun silahsızlandırılmasına yanaşmayan Sadr grubu da, Basra ve Sadr kentindeki güvenlik sorunlarından Mehdi Ordusu’nu sorumlu tutan Iraklı yetkililer de, işgalden sonra Bağdat’ta istediği türden bir siyasi yapı kuramayan Amerika da, Irak’ın Tahran’ın etkisine girmesinden kaygı duyan Arap devletleri de Irak’taki güvenlik ve istikrar sorunlarından İran’ı sorumlu tutuyor.

Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesinden sonra iktidarını kaybeden kesimlere ve bölgedeki Arap devletlerine göre İran, Irak’taki Şiiler aracılığıyla Bağdat’a hâkim olmaya çalışıyor ve Amerika’yla Irak üzerindeki pazarlık gücünü arttırmak için bir taraftan Irak’taki siyasi süreci destekler görünürken diğer taraftan da silahlı gruplara destek vererek güvenlik sorunlarının sürmesine sebep oluyor.

Amerika’ya göre de Saddam rejiminin devrilmesinden sonra Irak’ta güvenli ve istikrarlı bir siyasi yapı kurulamamasının en büyük sorumlusu İran. İran, bir yandan Irak’ta hükümette bulunan kendisine yakın siyasi gruplar aracılığıyla Bağdat’ta ABD’nin etkin olduğu bir siyasi yapının kurulmasını engellerken diğer yandan da ülkede güvenlik sorunları yaratarak ABD’nin düşük yoğunluklu bir savaşla yıpratılmasına sebep oluyor.

Irak’taki siyasi sürecin Birleşik Irak İttifakı lehine şekillendiği 12 Aralık 2005’ten bu yana güvenlik sorunları konusunda İran’ı suçlayan Iraklı Sünni gruplardan, Arap devletlerinden ve ABD’den oluşan cepheye, Basra çatışmalarından bu yana Sadr grubu lideri Mukteda Sadr’la Irak Ulusal Güvenlik Danışmanı Muvaffak er-Rubaie de eklendi.

İran’dan aldığı maddi ve askeri destekle ülkede bir güvenlik tehdidi olmakla suçlanan Mehdi Ordusu’ndan sorumlu Mukteda Sadr, Basra çatışmaları sırasında el-Cezire televizyonunda yayımlanan röportajında İran’ı ülkede yaşanan güvenlik sorunlarından sorumlu tutarak Tahran’a yaptığı ziyaret sırasında İran’ın Dini Lideri Ayetullah Hamenei’ye Irak’ın içişlerine karışmamalarını öğütlediğini[1] belirtiyordu.

Irak’ta İran’ın uzantılarından biri olmakla suçlanan Dava Partisi’ne yakınlığıyla tanınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Muvaffak er-Rubaie de Suudi Arabistan sermayesiyle Londra’dan yayın yapan Şarku’l- Evsat gazetesine verdiği demeçte, ABD suçlamalarından hiç de geri kalmayan bir vurguyla İran’ın Irak’a ölüm ihraç ettiğini[2] söylüyordu.

Irak’ta güvenlikten sorumlu en yetkili makamlardan biri olan Muvaffak er-Rubaie’nin, İran’ı Şii milislere destek vermekle suçlayan ABD’den bir adım da öne geçerek Tahran’ın hatta el-Kaide’yi bile desteklediğini söylemesi, Bağdat-Tahran ilişkilerinde bir ilkti. Çünkü ABD, yıllardır güvenlik sorunlarıyla ilgili olarak İran’ı suçlamasına rağmen Irak hükümeti, şimdiye kadar bu iddiaları hep yalanlamıştı.

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Muhammed Ali Hüseyni, Rubaie’nin açıklamalarının Irak’taki sorunları çözmeye ve Tahran-Bağdat ilişkilerini geliştirmeye yardımcı olmadığını söylemekle yetinerek ülkesinin rahatsızlığını dile getirmekle birlikte meseleyi büyütmemekten yana olduklarını göstermiş oldu.

Tahran’ın Bağdat’la ilişkiler konusundaki bu ince uyarısı Bağdat’ta karşılık buldu ve Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, komşu ülkelerle ilişkiler konusunda açıklamaya yetkili organların Başbakanlık ile Dışişleri Bakanlığı olduğunu belirterek bu konuda yapılan başka açıklamaların kişisel düşünce beyanından ibaret olduğunu ifade etti.

Kimilerine göre Tahran ve Bağdat, karşılıklı sergiledikleri özenli tutumla meseleyi büyütmemekten yana olduklarını göstermiş olsa da İran’ın nüfuzunun bulunduğu iddia edilen “Şii direnişçi” Mukteda Sadr ile “Şii hükmet yetkilisi” Muvaffak er-Rubaie’nin Tahran’ı suçlama konusunda ittifak edebilmesi sorunun hiç de küçük olmadığını düşündürüyor.

Aslında İran’ın Irak’taki güvenlik sorunları ile ilgili olarak suçlanması ve suçlayan her kesimin kendi duruşuna göre makul sayılabilecek gerekçeler gösterebilmesi; Tahran, Washington ve Bağdat arasındaki karmaşık denklemden kaynaklanıyor.

Tahran-Washington denklemi ve Irak

1979’daki İslam devriminden bu yana İran’ın, sadece Körfez bölgesinde değil tüm Ortadoğu’da ABD’nin en büyük sorunu haline geldiği biliniyor.

ABD’nin dünyanın en önemli enerji havzası olan Fars Körfezi’yle ilgili politikaları da “Ortadoğu Barışı” ve İsrail’in güvenliği ile ilgili stratejileri de bölgenin en güçlü bağımsız aktörü olması dolayısıyla Tahran’a takılıyor.

Soğuk Savaş döneminde Arap müttefiklerini devrim ihracından korumak, Sovyetlerin bölgeye nüfuzunu önlemek amacıyla Körfez’e yerleşmeye çalışan ABD, Saddam rejiminin dayattığı 8 yıllık savaştan ve bu savaşın sona ermesinin ardından da Saddam rejiminin Kuveyt’i işgalinden yararlandı.

Sekiz yıllık İran Irak savaşı sırasında bölgedeki Arap devletleriyle birlikte Saddam rejimini destekleyen ABD, Körfez’deki askeri varlığını “İran yayılmacılığını” önleme gerekçesiyle izah ediyordu.

İran’ın 598 sayılı BM kararını kabul ederek 8 yıllık savaşa son vermesi, ABD’nin Körfez’deki askeri varlığını tartışmaya açmışken, bu kez de Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin rejimi, Amerika’ya Arap müttefiklerini Saddam’ın saldırganlığından koruma gerekçesi sunmuş oldu.

Özetle 1979’daki İslam devriminden bu yana İran’ın Fars Körfezi’yle ilgili temel stratejisi ABD’nin bu bölgeden çıkarılmasını sağlamak, ABD’nin stratejisi de bu bölgeye askeri olarak girmek şeklinde gelişti. Binaenaleyh, son 30 yıl boyunca İran, ABD’nin Körfez’den çıkarılmasının yollarını ararken, ABD de çeşitli gerekçelerle Körfez’e yerleşmenin çabası içerisinde oldu.

11 Eylül ve ABD’nin İran’a yönelik “rimland” stratejisi

ABD’deki bazı Yeni Muhafazakar entelektüeller, 11 Eylül’den sonra Afganistan’la başlayıp Irak’la devam eden savaşları, Washington’un Soğuk Savaş’ın ardından kurmayı tasarladığı yeni dünya sistemi çerçevesinde Ortadoğu’yu yeniden düzenlenme adımları olarak okudular.

ABD Hava Kuvvetlerine ait Rand Corporation adlı düşünce kuruluşunun uzmanlarından Graham Fuller, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ni çevreden kuşatan ünlü “rimland” stratejisini hatırlatarak 11 Eylül’den sonra ABD’nin Afganistan ve Irak’a yaptığı askeri müdahalelerle rimland stratejisinin bu kez İran’a yönelik olarak uygulanmakta olduğu yorumunu yaptı.

Zira 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren bölgede gerginlikleri azaltma politikası izleyerek ABD’nin bölgede askeri varlığının gerekçesinin kalmadığına Arap ülkelerini ikna etmeye çalışan İran, 11 Eylül 2001’den sonra Katar ve Suudi Arabistan’daki ABD askeri üslerine Afganistan’da ve Irak’ta ABD muharip güçlerinin de eklendiğine tanık oluyordu.

Bununla birlikte ABD’nin 11 Eylül’den buyana bölgede gerçekleştirdiği askeri müdahalelerin sonuçlarına bakarak, İran’ın izlediği politikayla kendisine yönelik tehditleri birer fırsata dönüştürdüğü söylenebilir.

Halbuki ABD, Afganistan operasyonu ile Pakistan istihbaratıyla birlikte iktidar yaptığı Taliban’ı, Irak işgali ile de 8 yıllık savaşta desteklediği Saddam rejimini devirerek İran’ı iki büyük düşmandan kurtarmayı değil, Fuller’in tabiriyle İran’ı çevreden kuşatmayı hedeflemişti.

Irak işgalinin hemen ardından Büyük Ortadoğu Projesi gibi büyük iddiaları söz konusu eden ABD’nin işgalden üç yıl sonra Irak konusunda İran’la masaya oturması, bölgeye yönelik büyük projenin de İran’a yönelik rimland stratejisinin de başarısız olduğunu belgelemiş oldu.

ABD’nin İran’ı Afganistan’da Taliban’a, Irak’ta da Şii milislere destek vermekle suçlaması ve burada istikrarlı siyasi yapılar kurulamamasının sorumlusu olarak Tahran’ı göstermesi, çevreden kuşatmak istediği İran’ın bu iki bölgede kendisini esir alacak bir nüfuza sahip olduğunun da itirafı oldu. Peki İran’ın Irak’taki nüfuzu nereden kaynaklanıyordu?

İran’ın Irak’taki nüfuzu

İran’ın Irak’taki nüfuzunun kaynağıyla ilgili değerlendirme yapan hemen herkes, bu nüfuzun kaynağının Irak’ta nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin eseri olduğunu dile getiriyor, dolayısıyla Tahran’ın bölgedeki gücünü nüfuzla değil nüfusla izah ediyor.

Neredeyse herkesin tartışmasız ittifak ettiği bu değerlendirmeye göre Şii İslam anlayışına dayalı bir İslam cumhuriyetinin hakim olduğu İran, Şii dünya üzerinde tıpkı Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin sosyalist ülkeler üzerindeki etkinliğine benzer bir nüfuza sahip bulunuyor.

“Sosyalizm, sosyalist ülkeler ve Sovyetler Birliği” ile “Şiilik, Şii dünya ve İran” arasında kurulan analojiden kaynaklanıyor olsa gerek ki, ABD’deki bazı düşünce kuruluşları Irak işgalinin başlarında Sovyet ve Çin sosyalizmi ayrımını hatırlatır şekilde, Şiiliğin merkezinin Kum olmaktan çıkarılıp Necef’e kaydırılabileceğini, böylece İran’ın bölgesel nüfuzunun kırılabileceğini öngören değerlendirmeler yapmıştı.

Bu değerlendirmeye göre dünyadaki tüm Şiiler, kendilerini yaşadıkları ülkelerden çok İran’a bağlı görüyor ve İran da bu mezhebi müşterekten kaynaklanan bağlılığı kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda kullanarak geniş bir nüfuza sahip oluyordu. Binaenaleyh Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, -daha sonra özür dileyecek olsa da- bu görüşü Iraklı Şiilerle ilgili olarak dile getiren ilk resmi yetkili olmuştu.

Etnik, dini veya ideolojik mensubiyetlerin ya da ortak tarihi ve kültürel mazilerin bir devletin bir başka ülkede nüfuz kurmasında önemli bir etken olduğu inkar edilemeyecek olsa da bunun nüfuzundan söz edilen devletin medeniyet birikiminden ve siyasal davranış biçiminden bağımsız olarak kendiliğinden ortaya çıkan bir durum olduğu tartışmalıdır.

Binaenaleyh İran’ın Irak’taki nüfuzunun salt bu ülkedeki Şiilerin varlığından kaynaklandığı doğru kabul edilecek olursa, Iraklı Sünnilerin neden bölgedeki Sünni devletlere veya Türkmenlerin neden Türkiye’ye benzer bir nüfuz imkanı sağlayamadığı, Türkmen Cephesi örneğinde olduğu gibi böylesi bir nüfuz beklentisi ile dışarıdan müdahaleler sonucu kurulan siyasi grupların neden birer tabela partisi olmaktan öteye gidemediği sorusu cevapsız kalmaktadır.

Kaldı ki, İran’ın Irak’taki nüfuzu söz konusu olduğunda dile getirilen “Şiilik” olgusuna karşın bu nüfuzu tehdit eden ve çok derin bir tarihsel temeli bulunan “Araplık ve Acemlik” olgularının neden işlevsiz kaldığı cevaplanması mümkün olmayan bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öte yandan pratik örnekler de Irak’taki Şiilerin sanıldığı gibi kendilerini Irak’tan çok İran’a bağlı görmediğini, hatta Fazilet Partisi ile Sadr grubu örneklerinde olduğu gibi birçok etkili dini ve ulusal şahsiyetin İran’a yukarıda söz konusu edilen “Araplık-Acemlik” çelişkisi doğrultusunda soğuk baktığını ortaya koymaktadır.

O halde İran’ın Irak’taki nüfuzunun salt bu ülkedeki Şii varlığından kaynaklanmadığı, bu nüfuzun Tahran’ın Irak’la ilgili olarak yaptıklarından ve yapmadıklarından kaynaklandığı söylenebilir.

İran’ın Irak konusunda yaptıkları ve yapmadıkları

1-İran, halen Irak’ta iktidar olan siyasi grup ve şahsiyetlerle birlikte Saddam rejimine karşı 8 yıl savaştı.

2-Savaş boyunca kuzeylisiyle, güneylisiyle Saddam rejimine muhalif milyonlarca Iraklıyı barındırdı. Onlara örgütlenme desteği verdi.

3-Irak’ta işgale karşı direnişin meşruiyetini vurgulayarak, Iraklılardan beklediği siyasi tavrı ortaya koymakla birlikte, ABD işgali altında kurulan siyasi yapıda rol almak isteyen Iraklıların ülkelerinin geleceğini belirleme konusundaki tercihlerine karşı çıkmadı.

4-Kendi siyasal tercihleriyle halklarının kaderini belirlemeye çalışan Iraklıları, ABD işgali ve baskısı karşısında yalnız bırakmadı. Kendisini de tehdit eden ABD işgaline karşı çıkmasına rağmen, Iraklıların seçimi sonucu oluşan siyasi süreci ve hükümeti destekledi.

5-Iraklı müttefiklerinin işgal altında olduğu gerçeğini göz ardı etmedi ve onlardan kendisinin ABD ile yaşadığı gerilimlerde taraf olmasını beklemedi.

6-Irak’la olan tarihsel, kültürel ve dini bağlarını kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda kullanmadı, bu çerçevede Irak’taki dini mercilerin görüşlerine alternatifler sunmadı, işgal altındaki Iraklı siyasi liderlerin ABD ile ilişkilerdeki politik tercihlerine saygılı davrandı.

7-Iraklı müttefikleriyle “emir veren-emir alan” ilişkisi değil, karşılıklı bağımlılık ilişkisi geliştirdi.

İran’ın Irak politikası üzerinde yapılan değerlendirmelerde birbiriyle çelişen sonuçlara ulaşılmasının en önemli sebebinin Tahran’ın Irak işgali konusundaki tutumundan ve Iraklı siyasi kesimlerle sürdürdüğü ilişki biçiminden kaynaklandığı söylenebilir.

Sonuç olarak İran’ın Irak’ın güvenliğiyle ilgili politikaları konusunda şu zıt sonuçlara varmak mümkün olabiliyor.

Tez: İran ABD işgalini kendisine yönelik bir tehdit olarak da gördüğü için ve ABD’nin Irak’ta saplandığı batağı derinleştirmek için güvenlik sorunlarını körüklüyor, milis gruplarını ve terörist unsurları destekliyor.       

Antitez: İran, Irak’ta nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin iktidarının güçlenmesi için siyasi sürecin başarılı olmasına çalışıyor. Çünkü güvenlik sorunları ABD’ye işgali sürdürme gerekçesi kazandırırken, Tahran’ın müttefiki olan Iraklı siyasi aktörleri de zayıflatıp yabancıların etkisine açık hale getiriyor.



[1] http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=4785

[2] http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=4848



Makaleler

Güncel