Lübnan’daki gelişmeler ve çarpık mezhebi bakış

Suriye yanlılığı veya karşıtlığı biçimindeki bir tanımlamanın tercih edilmesi, bunun Lübnanlı muhalifleri güdümlü, 14 Martçıları ise bağımsızlıkçı olarak göstermeye yönelik bir propaganda dili olmasından dolayıdır.

Ortadoğu ile ilgili gelişmeleri, Batılı haber ajanslarının verili tanımlamalarıyla “dışarıdan” izleyen büyük medya kuruluşlarının da, bu gelişmeleri bölgenin kendi diliyle izleyebilecek ve bölgeyle her an temas halinde olabilecek kadar “içeriden” izleyen gazeteci-yazarların da Lübnan’da yaşanan son gelişmelere ilişkin analizlerine bakıldığında sergilenen cehalet veya mezhebi şaşılığın, öncelikle tanımlamalarda ortaya çıktığı görülüyor.

 

Onlara göre Lübnan’da çatışan taraflar;

 

1-Şiilerle Sünniler,

2-Suriye yanlılarıyla, Suriye karşıtları,

3-“Devlet içinde devlet” olma konumunu korumak isteyenlerle devleti normalleştirmeye çalışanlar.

 

Şii-Sünni çatışması

Lübnan’da yaşanan çatışmanın sebebinin dini veya mezhebi ihtilaflardan değil; iki yıla yaklaşan bir süre boyunca ulusal birlik hükümeti, erken seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve nihayet Hizbullah’a ait telefon şebekesi ile Beyrut havaalanı Güvenlik Müdürü Vefik Şukayr’ın görevden alınması gibi tamamen siyasi konularda yaşanan anlaşmazlıktan kaynaklandığı biliniyor.

 

Bu bilgiye rağmen olayın bir Şii-Sünni çatışması şeklinde ortaya konması güya çatışan tarafların mezhebi mensubiyetlerine dayandırılarak gerekçelendiriliyor. Halbuki bu siyasal temelli çatışmanın tarafları ve onların mezhebi mensubiyetleri yapılan “Şii-Sünni çatışması” tanımını geçersiz kılıyor.

 

Zira iktidardaki el-Mustakbel Partisi’nin Sünnilerden oluşan bir parti olmasından dolayı “Sünniler” olarak nitelendirilen hükümet yanlısı kesim, şu siyasi gruplardan oluşuyor:

 

1-Sa’ad Hariri liderliğindeki el-Mustakbel Partisi (Sünni)

2-Emin Cumeyyil liderliğindeki Ketaib Partisi (Maruni Hıristiyan)

3-Semir Ca’ca Liderliğindeki Lübnan Güçleri (Hıristiyan)

4-Velid Canbolat liderliğindeki İlerici Sosyalist Parti (Dürzi)

 

Bu siyasi gruplara destek veren dini liderler veya kanaat önderleri veya kesimler de şunlar:

 

1-Lübnan Müftüsü Muhammed Reşid Kabbani (Sünni)

2-Maruni Kilisesi Patriği Kardinal Nasrullah Sufeyr

3-Cemaat-i İslami Lideri Faysal Mevlevi (Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Lübnan uzantısı-Sünni)

4-Selefiler

 

Hizbullah’ın muhalefetin öncülüğünü yapmasından dolayı Şii olmakla suçlanan kesimde ise şu siyasi partiler bulunuyor:

 

1-Seyyid Hasan Nasrullah’ın Genel Sekreterliğini yaptığı Hizbullah (Şii)

2-Nebih Berri liderliğindeki Emel, (Şii)

3-Mişel Aun Liderliğindeki Ulusal Özgürlük Hareketi (Maruni Hıristiyan)

4-Viam Vehhab liderliğindeki Lübnan’ın Birliği Partisi (Dürzi)

 

Hizbullah önderliğindeki muhalifleri destekleyen dini ve kültürel gruplarla kanaat önderlerinden belli başlıları da şunlar:

1-Lübnan İslami Amel Cephesi (Fethi Yeken-Sünni)

2-Lübnan Tevhid Hareketi (Bilal Şaban-Sünni)

3-Lübnan Yüksek Şii Meclisi (Abdulemir Kabalan-Şii)

4-Muhammed Hüseyin Fadlullah (Şii taklit merci)

5-Ömer Kerame (Eski Başbakan- Sünni)

6-Selim el-Hıss (Eski Başbakan-Süni)

7-Emil Lahud (Eski Cumhurbaşkanı)

  

Çatışmanın tarafları olan hükümet yanlılarıyla muhaliflerin etnik ve mezhebi çeşitliliğine rağmen bunun bir Şii-Sünni çatışması olarak ortaya konması salt cehalete dayalı bir niteleme değil elbette. Başta Lübnan hükümeti olmak üzere hükümeti destekleyen Lübnan’daki medya kuruluşlarıyla Suudi Arabistan sermayeli el-Arabiya televizyonu açısından bu niteleme bir propaganda ve psikolojik savaş malzemesi olarak kullanılıyor.

 

Irak’ta siyasi süreci başarısız kılmak isteyen güçlerle bu süreci devam ettirmek isteyen güçlerin mücadelesinin, bu sürecin başladığı 2005-2006 yılları arasında “Irak’ta mezhep savaşı” diye nitelemesinin elbette aslında Irak’ta da nesnel bir gerçekliği bulunmuyordu.

 

Bununla birlikte Arap ülkelerinin tutumu, Arap medyasının yaşanan durumu tanımlayış ve yansıtış biçimi Irak’taki iktidar çatışmasının “mezhep savaşı” olarak yansıtılmasına ve buna yönelik adımlar atılmasına yetti. Halen benzer yanılsama, Lübnan konusunda da yaratılmak isteniyor ve söz konusu psikolojik savaşın operatörlüğünü yine benzer çevreler yürütüyor.

 

Suriye yanlılığı-Suriye karşıtlığı

Lübnan’da yaşanan çatışmanın taraflarıyla ilgili olarak yapılan ikinci tanımlama, “Suriye yanlıları ile Suriye karşıtları” şeklinde karşımıza çıkıyor.

 

Lübnan’ın bir İsrail ve ABD üssü haline getirilmesinin yaratacağı jeopolitik tehlikeden dolayı Şam’ın Lübnan’daki İsrail ve ABD karşıtı güçlere destek vermesi, bu ülkedeki Hizbullah, Emel ve “kısmen” Mişel Aun’un Suriye yanlısı, iktidardaki 14 Martçıların ise Suriye karşıtı olarak nitelenmesine gerekçe olarak sunuluyor.

 

Belli bir siyasi bakış açısına dayalı bir psikolojik savaş argümanı olarak kullanılan bu tanımlama, Lübnan fotoğrafını çarpıtarak yansıtıyor. Zira “yanlı” olmak güdümlülüğü, “karşıt” olmak ise bağımsız bir tavır alışı ifade ediyor ve Hizbullah liderliğindeki muhalif güçler, Suriye güdümlüsü; Suriye karşıtı olan hükümet kanadı ise bu güdüme karşı çıkan “bağımsızlıkçılar” olarak nitelenmiş oluyor.

 

Lübnan’daki kesimler, eğer kendilerine verilen uluslar arası ve bölgesel destekler çerçevesinde tanımlanacaksa o halde Suriye yanlılığı veya karşıtlığı bağlamında kurulan isim tamlaması, Suriye tamlayanının yerine başka isimler getirerek neden kurulmuyor?

 

Yani örneğin Lübnan’daki kesimler, “ABD yanlıları” , “ABD karşıtları”, “İsrail yanlıları”, “İsrail karşıtları”, “Fransa yanlıları” , “Fransa karşıtları”, “Suudi Arabistan yanlıları”, “Suudi Arabistan karşıtları” biçimlerindeki isim tamlamalarıyla neden ifade edilmiyor?

 

Halbuki Suriye karşıtlığı ve yanlılığı temelinde kurulan tamlamalar, Lübnanlı tarafların siyasi gerçekliğini ne ölçüde gerçekçi ifade ediyorsa yukarıda söz konusu edilen ülkelerle birlikte kurulan tamlamalar da o ölçüde gerçekçi olacak, hangi tarafın güdümlü, hangi tarafın bağımsızlıkçı olduğu belki daha da net olarak ortaya çıkacaktır.        

 

Binaenaleyh, Suriye yanlılığı veya karşıtlığı biçimindeki bir tanımlamanın tercih edilmesi, bunun Lübnanlı muhalifleri güdümlü, 14 Martçıları ise bağımsızlıkçı olarak göstermeye yönelik bir propaganda dili olmasından dolayıdır.

 

Çünkü başta Lübnan’daki hükümet yanlıları olmak üzere ABD, Fransa ve Arap rejimleri, Suriye ve İran’ı “uzantıları” aracılığıyla Lübnan’ın istikrarını bozmaya çalışmakla ve kendi politikalarını Lübnan’a dayatmakla suçluyorlar.

 

Peki tanımlamayı bir de “ABD/İsrail/Fransa/Suudi Arabistan yanlıları” ve "karşıtları” şeklinde yaparsak Lübnan’da hangi kesimin güdümlü, hangi kesimin bağımsızlıkçı olduğu, Lübnan’a kimlerin kendi politikalarını kendi uzantıları aracılığıyla dayatmaya çalıştığı ve Lübnan’da hakimiyet kurmayı hedeflediği değişmez mi?

 

Devlet içinde devlet olmak ve devleti normalleştirmek

Lübnan’daki siyasi kesimleri tanımlama ve Hizbullah’ı yasadışı ve tek taraflı davranmakla suçlama bağlamında öne sürülen argümanlardan biri de Hizbullah’ın “devlet içinde devlet” gibi davrandığı, hükümetin ise bu duruma son vererek Lübnan’ı normal bir devlet haline getirmeye çalıştığıdır.

 

Buna göre devletten bağımsız bir silahlı güce sahip olan ve devletten bağımsız olarak savaş ya da barış kararı alan Hizbullah, tüm Lübnan’a hakim olmak istemektedir. Halbuki normal bir devlette devletin ordusundan ve polisinden başka bir silahlı gücün bulunmaması, savaş veya barış kararını sadece devletin alması gerekiyor.

 

Hükümet, aslında siyasi bir grup olarak Hizbullah’a karşı değildir; sadece Lübnan’ı normal bir devlet haline getirmeye çalışmaktadır; ancak hükümetin bu yönde attığı her adımın karşısına Hizbullah, "kutsallaştırdığı" Direniş ve ülke bağımsızlığı kavramlarını çıkarmaktadır. Halbuki aslında Lübnan’a yönelik İsrail tehdidinin sebebi geçmişte Filistinliler, bugün ise bizatihi Hizbullah’ın kendisidir; çünkü eğer geçmişte Filistinliler ve bugün de Hizbullah olmasa İsrail kendisini tehdit altında görmeyecek ve Lübnan’a yönelik herhangi bir saldırısı da söz konusu olmayacaktır.

 

Elbette Hizbullah’ın devletten bağımsız bir silahlı güce sahip olması konusunda öne sürülen görüş ve normal bir ülkede devletten başkasının silahlı bir güce sahip olmaması gerektiğine ilişkin tespit doğru bir tespittir. Şu ya da bu şekilde güçlenen bir grubun devletten bağımsız olarak silahlanması, en iyimser ifadeyle “milis” olarak nitelendirilmeyi hak eder ki bu da normal bir devletin kabul edemeyeceği bir durumdur.

 

Peki, Fransız sömürgeciliğinden kalma bir yasa ile demografik yapısına ve demokratik tercihlere bakılmaksızın cumhurbaşkanının ve ordu komutanının Hıristiyan, başbakanının Sünni Müslüman, meclis başkanının Şii Müslüman olması gereken Lübnan normal bir devlet midir?

 

128 sandalyeli parlamentosu Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında 64’er şekilde bölüştürülen ve bu her iki 64’lük bölümü de de bu dinlerin mezhepleri arasında çeşitli oranlarda paylaştıran bir siyasi yapı nasıl normal bir demokratik devlet idare edebilecektir?

 

Nüfus ve seçmen çoğunluğuna sahip olmasına rağmen, cumhurbaşkanlığında, başbakanlıkta, ordu komutanlığında -yasalar gereği- temsil hakkı elde edemeyecek olan bir kesimin işgal altındaki topraklarını kurtarmak için hangi normal devletten medet beklemesi gerekecektir?

 

Normal bir devlet, işgal altındaki güney Lübnan topraklarını işgalden kurtarmadığı, halen işgal altında bulunan Şeba Çiftlikleri ile Kefer Şuba’nın işgalden kurtarılmasını gündemine bile almadığı (Çünkü hükümet yanlıları buraları Suriye toprağı olarak görüyor), İsrail’in hava veya kara sahasını ihlallerine ses çıkarmadığı için Hizbullah silaha sahip bulunuyor.

 

Kaldı ki Hizbullah’ın silahının meşruluğu sadece yukarıda sözü edilen ve tek taraflılıkla itham edilebilecek bir fiili duruma da dayanmıyor. Hizbullah’ın silahı, hukuki meşruiyetini iç savaşa son veren ve siyasal yapıyı tadil eden Taif Anlaşması’ndan, maşeri meşruiyetini ise 14 Martçı grubun dışındaki tüm Sünni, Şii, Hıristiyan ve Dürzi kesimlerin verdiği destekten alıyor.

 

Hizbullah’ın silahı yukarıda söz konusu edilen siyasal, hukuki ve maşeri dayanaklardan dolayı Irak’taki Mehdi Ordusu ile kıyaslanmayacak bir yasallığa ve meşruiyete sahiptir.

 

Zira, Lübnan’da  cari yasalar sebebiyle Hizbullah’a kapalı olan siyasal zeminler, (başbakanlık, meclis çoğunluğu, cumhurbaşkanlığı ordu komutanlığı vs.) Sadr grubuna açıktır. Mehdi Ordusu’nun silahının, tıpkı Hizbullah’ın silahı gibi korunmasını öngören Taif Anlaşması benzeri bir hukuki zemin mevcut değildir ve Sadr grubu dışında herkes, Mehdi Ordusu’nu ülkeyi işgalcilerden kurtaran değil, ülkede güvenlik sorunlarına sebep olan bir milis güç olarak görmektedir.

 

Hizbullah’ın silahının bir parçası olan muhabere şebekesinin hükümet tarafından yasadışı ilan edilmesiyle başlayan ve muhaliflerin 9 Mayıs’taki operasyonunu ile devam eden süreç, Hizbullah’ın silahının meşruluğunu eskisinden bir kat daha vurgulu bir şekilde tescil edilmesiyle sonlandı.

 

Çünkü Ordu Komutanı Mişel Süleyman, hükümetin telefon şebekesinin Hizbullah’ın meşru silahının bir parçası olduğunu belirtti, General Vefik Şukayr’ın görevden alınması konusunun ise “Kamu yararı ve Direniş’in güvenliği göz önünde bulundurularak inceleneceğini” açıkladı.

 

Bu ise hükümetin ulusal güvenlikle ilgili bir meselede aldığı kararın ulusal güvenliğin en önemli organı olan ordu tarafından iptal edilmesi, hükümetin gayrimeşruluğunun Hizbullah’ın silahının ise meşruluğunun tescil edilmesi anlamına geliyor.

 

Hükümet kanadı, Hizbullah’ın 9 Mayıs operasyonunu “Hizbullah darbesi”; Suudi Arabistan sermayeli el-Arabiya televizyonu ise “Hizbullah Devrimi” diye niteleyerek Hizbullah’ı güç kullanarak ülkeye hakim olmakla suçladı.

 

Halbuki Hizbullah, iki yılına yaklaşan siyasi bunalım boyunca hiçbir zaman tek taraflı bir hükümet talebinde bulunmamıştı, Hizbullah’ın iki yıl boyunca ülkedeki siyasi bunalımla ilgili tek çağrısı ulusal birlik hükümetinin kurulması, erken seçimlere gidilmesi ve cumhurbaşkanının uzlaşmayla seçilmesi oldu.  

 

Eğer salt güçle bir ülkeye hakim olmak meşru olsaydı ve Hizbullah böyle bir şey isteseydi, geçen iki yıl zarfında bunu yapabilirdi; nitekim 9 Mayıs tecrübesi, Hizbullah’ın bunu birkaç saat içerisinde başarabilecek gücünün olduğunu da gösterdi.

 

Bu, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın 8 Mayıs’ta yaptığı açıklamalarda da bir kez daha ifade edildi: “Yüz kere söyledim, yine söylüyorum. Biz burada hükümet, otorite veya bakanlık için savaşmıyoruz. Arap ve Müslüman halkların duyduğu, otoritenin değişimi için mücadele edildiği haberlerinin hiçbir değeri yoktur ve asılsızdır. Buradaki mücadelenin temel nedeni, 2005 senesinden bu yana, Amerika ve İsrail'in aldığı kararları gerçekleştirememesi nedeniyle, onlar adına bu kararları gerçekleştirmeye çalışan Amerikan uşağı işbirlikçi bir yönetimin bulunmasıdır ve bu yönetimin, direnişin silahsızlandırılması için uğraşmasıdır.”[1]

 

Sonuç olarak 9 Mayıs’ta gerçekten Lübnan’da bir devrim oldu; ancak bu, yönetimin güç kullanılarak ele geçirildiği geleneksel Ortadoğu devrimlerinden değildi. Lübnan hükümeti şahsında Ortadoğu halklarının kaderlerine tasallut eden rejimlerin gayri meşruluğunun ve bilge bir liderlik etrafında örgütlü bir vatansever hareketin resmi ve maşeri olarak tescil edilmesinin devrimiydi.

 

Son Not: Yeni Asya gazetesi yazarı Mustafa Özcan, Lübnan’daki son gelişmelerle ilgili bir yazısında şu ifadelere yer veriyor:

 

“Aslında, 1994 yılında yaşanan Yemen iç savaşı 'Ali'ler savaşı' olarak da anılıyordu. Bir tarafta Kuzey Yemen'in Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih diğer tarafta da Güney Yemen'in Cumhurbaşkanı Ali Nasır yer alıyordu. İç savaş onların çekişmesi şeklinde gelişti. Sudan'da da Hasan'lar taht kavgasına tutuşmuştu. Bir tarafta Ömer Hasan el-Beşir diğer tarafta Hasan Turabi. Lübnan'da da Nasrallah Sufeyr ile Hasan Nasrallah...

 

2006 Temmuz savaşından itibaren aslında Lübnan'da bir iç savaş bekleniyordu. Zaten Hariri'nin öldürülmesinden sonra Lübnan derin bir boşluğa yuvarlanmıştı. Onun boşluğunu kimse dolduramadı ve gerçekte Lübnan başbakansız kaldı. Dolayısıyla Lübnan'ın bugünkü hâli kimin işine geliyorsa güçlü Başbakan Refik Hariri'yi öldüren taraf da odur. Temmuz savaşında İsrail karşısında almış olduğu manevî moralle elini güçlendiren Hizbullah bundan yararlanarak içerideki mevkiini de güçlendirmek istedi. Bunun için Taif anlaşmasının tadilini istiyordu. Bu da ister istemez Sünnîlerin siyasî müktesebatını yok ediyor ve altlarındaki halıyı çekiyordu. Yaşananlar aslında, Hariri operasyonunun uzantısından başka bir şey değil. Hariri ile birlikte fiilî pozisyonları zayıflayan Sünnîlerin Taif anlaşmasının tadiliyle teorik zeminleri de zayıflatılmak isteniyordu. İsrail meselesi burada tahterevalliden başka bir şey değil. İmamı Ali'nin dediği gibi burada doğru gerekçe yanlış amaç için kullanılıyordu.”[2]

 

Önce bir düzeltme yapalım: “Lübnan Marunilerinin Ruhani Lideri” gibi bir unvan taşıyor olsa da Kardinal Nasrullah Sufeyr’in Maruniler üzerindeki ağırlığı, Sünni Müftü Muhammed Reşid Kabbani’nin Sünniler üzerindeki ağırlığıyla dolayısıyla da ülke siyasetindeki gücüyle kıyaslanabilecek niteliktedir.

 

Lübnan’ı biraz izleyen herkes, M. Reşid Kabbani’nin müftülük makamının da Nasrullah Sufeyr’in Kardinallik makamının da seramonik olmaktan ve siyasi güç ve nüfuz sahiplerine dinsel çeşniler sunmaktan başka bir anlam taşımadığını bilir. Kabbani’nin müftülüğünden değil, içeride Hariri’ye, dışarıda da Suudi Arabistan’a; Sufeyr’in ise Kardinalliğinden değil, içeride Emin Cumeyyil’e, dışarıda da Fransa’ya memuriyet görevi ifa etmesi sebebiyle bir figür olarak değerlendirildiği herkesin malumudur.

 

Binaenaleyh, iki ülkede iktidar savaşı verenler arasındaki isim benzerliğini üçe çıkarmak adına yapılan Hasan Nasrullah’la Nasrullah Sufeyr kıyaslamasının sadece gülünç bir malumatfuruşluk olduğu söylenebilir.

 

İkinci olarak Şii Hizbullah’ın tek derdi, “İsrail meselesini tahterevalli yapmak” böylece “Taif Anlaşmasını tadil ederek Sünnilerin siyasi müktesebatını zayıflatmak” , “onların altındaki halıyı çekmek” dolayısıyla da İmam Ali’nin Hariciler için söylediği “hakkı söyleyip batılı murat ediyorlar” sözüne muhatap olmaktı da neden Sünniler, Taif Anlaşmasıyla sahip oldukları o dokunulmaz siyasi müktesebatla İsrail’i tahterevalli yapıp güney Lübnan’ı işgalden kurtarmadı.

 

Böylece Sünniler hem o “siyasi müktesebatlarını” güçlendirmiş hem de Şiilerin altındaki hasırı çekerek iki şerden de halas olmuş olmaz mıydı!?

 

Yoksa Lübnanlı Sünniler en az “Hakkı söyleyip batılı murat ediyorlar” sözünün sahibi İmam Ali’ye duydukları hürmet kadar mızrakların ucuna taktığı Kur’an’ı bile siyasetin aracı yapmaktan çekinmeyen Muaviye bin Ebu Süfyan’a hürmet duymuyor mu?

 



[1] http://www.yakindoguhaber.com/haber_detay.php?haber_id=4941

[2] http://www.dunyabulteni.net/author_article_detail.php?id=5304



Makaleler

Güncel