Şeyh Kardavi’nin çıkışı üzerine

Şeyh’e Sünni dünyadan itiraz edenlerin sayısının Şii dünyadan itiraz edenlerin sayısından çok olduğu göz önünde bulundurulduğunda hareketin çok da başarılı olmadığını söylemek mümkün.

İslam dünyasını ilgilendiren en hayati sorunların İslam’ı farklı algılama biçimlerinden kaynaklandığına inanıyorsanız, İslam’ın bir mezhebinin diğer bir mezhebini işgalle tehdit ettiği feveranını ciddiye alabilirsiniz.

 

Aslında talepleri ve çatışma sebepleri bakımından mezhebi bağlamda ele alınmaya en müsait yer olmasına rağmen Yemen, oldukça anlamlı bir şekilde bu bağlamın dışında mülahaza edilip görmezden gelinirken, Irak ve Lübnan, İslam dünyasında adı mezhep tartışmalarıyla birlikte anılan bunalımlı bölgeler olarak dikkatlere sunuluyor.

 

Yabancı güçlerin işgallerine maruz kalan, dış müdahalelere son derece açık olan ve barış içinde birlikte yaşanabilecek istikrarlı ve güvenli bir siyasi yapı kurma mücadelesi veren bu iki ülkedeki siyasi sorunların kaynağını mezhep farklılıklarının oluşturduğu var saylıyor ve bu ülkelerdeki siyasi aktörler, siyasi tutumlarına göre değil mezhebi mensubiyetlerine göre makbul veya merdud sayılıyor.

 

Peki bu iki ülkede yaşanan siyasi gelişmeler, neden şimdilerde siyasete özgü kavram ve nitelemelerle değil de ilahiyat alanına giren kavramlara ve mensubiyetlere göre tanımlanır oldu?

 

Halbuki Irak’ta Saddam rejiminin hakim olduğu dönemde Şiilerin ülke nüfusunun çoğunluğunu teşkil etmesine, dini merkez ve mercilere sahip olmasına rağmen Bağdat’ı ilgilendiren siyasi gelişmeler, mezhep tartışmaları bağlamında söz konusu edilmezdi.

 

Aynı durum nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ı Şiilerden oluşan Lübnan için de geçerli. Lübnan’la ilgili siyasi gelişmeler de Şiilerin ülkedeki demografik niteliğine, “Lübnan Yüksek Şii Meclisi” gibi kurumsal yapılarına, sahip oldukları dini mercilere rağmen, yakın zamana kadar mezhebi aidiyetlere göre ifadelendirilmiyordu.         

 

Irak üzerinden yapılan mezhep tartışmaları, Baas diktatörlüğünün devrilmesinden ve bu ülkedeki siyasi yapının demokratik esaslar doğrultusunda kurulmasına imkan veren bir siyasi zeminin oluşmasından sonra söz konusu oldu.

 

İç savaşı yıllarında çatışan tarafları “sağcı Hıristiyanlar ve solcu Müslümanlar” olarak Soğuk Savaş dönemine özgü siyasal terimlerle ifadelendirilen Lübnan’da da siyasal aktörlerin mezhep mensubiyetlerine göre tanımlanması, Hizbullah ve Emel’in ülkenin siyasi hayatında etkin bir özne olarak yer almaya başlamasıyla eş zamanlı olarak gerçekleşti.

 

Binaenaleyh İslam dünyası genelinde azınlık olan Şiilerin, bulundukları bölgelerde demografik üstünlüklerinden ya da siyasal etkinliklerinden dolayı siyasi alanda özne olmaya başlamalarıyla, bu ülkelerdeki siyasal gelişmelerin mezhebi tartışmalara ve mensubiyetlere indirgenerek tanımlanması arasında bir sebep sonuç ilişkisi bulunuyor.

 

Görünen o ki makbul insan tipini “beyaz adam” yani WASP (White, Anglo-Sakson, Protestan) olarak gören Batı’daki anlayışa benzer bir şekilde Arap dünyasında da Sünni-Arap’ı makbul Müslüman sayan bir bakış söz konusu.

 

Bundan olsa gerek ki örneğin Irak’ta Şiileri, Arap’tan, Kürtleri de Sünni’den saymamak şeklinde genel bir kabul gözlemleniyor.

         

Bu genel kabule göre Şiilik İran’a özgü dini olmayı da hak etmeyen siyasi bir fenomendir ve Arap dahi olsalar, Şiiler aslında İran’a bağlıdırlar. İran’ın da aslında Şiilikle ilgisi dini değil, siyasidir. İran, Arap dünyasını bölmek ve zayıflatmak ve Pers İmparatorluğu hayalini gerçekleştirmek için Şiiliği siyasi bir araç olarak kullanmaktadır.

 

Arap dünyasında Şiilerin toplumsal bir nesne olmaktan çıkıp siyasi bir özne olmaya başladığı bölgelerde yaşanan en temel siyasi çatışmaları dini ve mezhebi argümanlarla ve tanımlamalarla gündeme getiren bu anlayışın dini/mezhebi bir gerçeklik olan Şiiliği siyasal bir fenomen olarak tanımlaması oldukça düşündürücüdür.

 

Arap dünyasında Şiilerin rol aldığı siyasal gelişmeleri, kendi bağlamından kopararak dini ve mezhebi bir zemine çekmeye çalışan “Arap beyaz adamcılığı”nın bu tavrıyla propaganda düzeyinde ciddi bir taktik üstünlük hedeflediği söylenebilir.

 

Çünkü yaşanan siyasi gelişmeler ve çelişkiler kendi döneminden ve bağlamından koparılıp 1400 yıl öncesine ve mezhebi zeminlere çekildiği zaman, artık bugünü algılayışın ve günümüze ait çelişkilerin ve çıkarların tespitinin önü perdelenmiş; iç enerji, bugünün düşmanlarıyla mücadeleyle değil 1400 yıldır üzerinde icmaya varılamadığı için ortaya çıkmış olan mezheplerle mücadeleye harcanmış olur.

 

Bundan kimlerin kazançlı çıktığını anlamak için de ABD ve İsrail’le çeşitli düzeydeki ilişkileri herkesçe malum olan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Katar gibi ülkelerin Irak ve Lübnan’da yaşanan siyasi gelişmelere ilişkin tutumunu hatırlamanın yeterli olduğu söylenebilir.

 

ABD’yle askeri ilişkileri herkesçe malum olan Suudi Arabistan’ın; Irak konusunda “direniş” ve “işgalci” kavramlarına vurgu yapan siyasi söylemiyle, Lübnan’da “Hizbullah maceraperestliğine” dair nasıl bir “hikmetli” tutum geliştirdiği herkesçe bilinmektedir.

 

Irak konusunda “Şii Hilali” tehlikesine vurgu yapan Ürdün Kralı Abdullah’ın ve Iraklı Şiileri kendi vatanlarından çok İran’a bağlı olmakla suçlayan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in Lübnan ve Filistin konusundaki politikaları için de açıklamalar yapmaya gerek yok.

 

Peki, ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri üssüne birkaç kilometre mesafedeki Katar’ın el-Cezire televizyonundan Saddam’ı “şehit” ilan eden, dünya Sünnilerini Iraklı Şiilere karşı cihada çağıran 33 Suudi alimin fetvasını görmezden gelerek Irak’taki mezhep çatışmalarının çözümünün İran’ın elinde bulunduğunu söyleyen ve Sünniliğin Şii işgali tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu haykıran Yusuf el-Kardavi’nin feveranını nasıl okumalıyız?

 

ABD’nin saldırması durumunda İran’ın yanında yer alacağını belirterek ve 33 günlük savaşta İsrail’e karşı Hizbullah’ı destekleyerek büyük bir lütufta bulunan Şeyh’i, ileride başkası fitne çıkarmasın diye bugünden fitne çıkarmakla mı suçlamalıyız yoksa bunu “hikmetli” bir uyarı olarak mı algılamalıyız?

 

Şeyh’in “hikmetli uyarılarına” kulak vererek 1400 senedir tartışılan mezhep farklılıklarını 1400 sene daha tartışacak enerjimizin olduğunu tüm “küfür dünyasına” ispat mı etmeliyiz, yoksa farklılıklarımızı göz ardı etmeden ama birbirimize tahammül ederek, diyalog kurarak bugünün ortak düşmanına karşı ortak hedef ve stratejiler mi belirlemeliyiz?

 

Şeyh’in tabiriyle para ve bilgiyle donatılmış “Şii misyonerlerinin” işgalinden korunmak için diyalogu kesmeli ve birbirimize şüphe ile mi bakmalıyız, yoksa “birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi” öğütleyen medeniyetimizin bu öğretisini soyut ve teorik bir slogan olmaktan çıkarıp hayata mı geçirmeliyiz?

 

Şeyh Kardavi’nin son çıkışının ardından nasıl bir tutum takınılması gerektiğine ilişkin yukarıdakilere benzer daha onlarca soru sorulabilir. Zaten Şeyh’in birbiri ardınca yaptığı benzer açıklamalardan sonra tüm İslam dünyasında birçok yazar, düşünür, alim, bu ve benzeri sorularla ilgili olarak ya birinci tutumu ya da ikincisini destekleyen görüşler dile getirdi.

 

Hatta, bu anlamsızlığa bulaşmak istemeyenler bile -Müslüman Kardeşler Genel Mürşidi Muhammed Mehdi Akif örneğinde olduğu gibi- mikrofon dayatılarak tartışmanın içine çekilmeye çalışıldı.

 

Bu günümüzün hiçbir sorununun çözümüne katkı sunmayan bu anlamsız tartışma sonunda;

 

1- İslam tefekkürü bugünü ilgilendiren hayati siyasi, kültürel, stratejik gündemlerden uzaklaştırılarak çözümsüz teoloji tartışmalarına bir kez daha kilitlendi.

2- Karşı tarafın sürekli muaheze edilerek ve suçlanarak daimi olarak cevap verme, yanlış anlaşıldığını izah etme veya meseleyi büyütmemek için susma konumuna çekilmesi sağlandı.

3- Suçlamalara suçlamayla cevap verenler saldırgan olarak nitelendi, meseleyi büyütmemek için sükut edenlerin ise suçluluk ve yenilmişlikten dolayı sustuğu propagandası yapıldı.

4- Takiye inancı söz konusu edilerek karşı tarafın savunma, açıklık getirme ve gerilimi giderme yönündeki tüm açıklamaları itibarsızlaştırıldı.

5-Karşılıklı ön yargılar arttırıldı, kapalı toplum anlayışları pekiştirildi, düne ait teorik farklılıklara rağmen bugüne dair pratik işbirliği zeminleri hırpalandı.  

 

 

Şeyh Yusuf el-Kardavi’nin, açıklamalarının hedefini ve ortaya çıkan sonuçları değerlendirip değerlendirmediğini ve hedefini başarıyla gerçekleştirdiğini düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz. Ancak birçok medya kuruluşunun ve kimi siyasi kesimlerin bu işi Şeyh üzerinden sürdürmeye kararlı olduğunu görüyoruz.

 

Basından ve Şeyh’in açıklamalarından Şii dünyasından kendisine Allame Fadlulah’ın, Ayetullah Tashiri’nin ve Mehr Haber Ajansı’ndan ön ismi belirtilmeyen Hasanzade adlı bir “Uluslar arası ilişkiler uzmanı”nın cevap verdiğini öğrendik.

 

Bunu, Şeyh’in açıklamalarının beklenenin veya umulanın tersine Şii dünyasında çok ciddiye alınmadığı şeklinde okumak da Şii dünyasının bu meseleyi büyütmek istememesi yüzünden sükut ettiği şeklinde yorumlamak da mümkün.

 

Şeyh’e Sünni dünyadan itiraz edenlerin sayısının Şii dünyadan itiraz edenlerin sayısından çok olduğu göz önünde bulundurulduğunda hareketin çok da başarılı olmadığını söylemek mümkün.

 

Bununla birlikte tartışmayı Şeyh üzerinden sürdürmeye çalışanların, Şam sokaklarında dolaştırılan “Osman’ın kanlı gömleği” misali Mehr Haber Ajansı’ndan “? Hasanzade’nin” seviyesiz saldırılarına sarılmaları ve bir “Şiilerin zulmüne ve hakaretine uğramış bir Sünni şeyhi” imajı üretmeye çalışmaları da oldukça düşündürücü.

 

Ancak gerek Şeyh’in kendisi ve gerekse “kanlı gömlek dolaştıranlar” inancına hakaret edilen milyonlarca Şii’nin içinden bu açıklamaların seviyesine rahmet okutacak seviyede cevap verecek birilerinin çıkabileceğini de hesap etmiş olmalıdır.

 

 

 



Makaleler

Güncel