Lübnan ve İran seçimlerinin kaybedeni şimdiden belli

Lübnan ve İran’daki seçimlere ilgili olarak geçen dört yılda yaşanan gelişmeler çerçevesinde yapılacak projeksiyonu bir cümleyle özetleyecek olursak şunu söyleyebiliriz. Gerek Lübnan’da ve gerekse İran’da seçimleri her kim kazanırsa kazansın, Amerika kaybetmiş olacak.

Lübnan ve İran’daki seçimlere ilgili olarak geçen dört yılda yaşanan gelişmeler çerçevesinde yapılacak projeksiyonu bir cümleyle özetleyecek olursak şunu söyleyebiliriz. Gerek Lübnan’da ve gerekse İran’da seçimleri her kim kazanırsa kazansın, Amerika kaybetmiş olacak.

 

Lübnan seçimleri

 

ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında gündeme getirilen “Büyük Ortadoğu Projesi” kurulması tasarlanan Yeni Ortadoğu’nun siyasi haritasını çizme iddiasındaydı. Çünkü ABD Irak’ta Ortadoğu’ya model bir devlet kuracak ve bu da domino etkisi yaparak bölgede ABD çıkarlarını ve İsrail’in güvenliğini tehdit eden tüm rejimlerin sonunu getirecekti.

 

Washington, terörist örgütler listesine bir de şer ekseni ülkeler ilave etmiş ve BOP çerçevesinde tasarlanan Yeni Ortadoğu mimarisinde İran ve Suriye gibi devletlerle Hizbullah ve Hamas gibi örgütlere yer olmadığını ortaya koymuştu.

 

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın tam da 2006 yılındaki Temmuz Savaşı sırasında söylediği “Yeni Ortadoğu’da Hizbullah gibi örgütlere yer yok” sözü bunun açık bir ifadesiydi.  

 

İsrail’e en güçlü ve yakın tehdit Filistinli direniş gruplarından ve Lübnan’daki Hizbullah’tan geliyordu; dolayısıyla hem bunların desteksiz bırakılması hem de Tahran-Şam stratejik ilişkilerinin baltalanması için İran ve Suriye’nin stratejik derinliklerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu çerçevede;

 

1- Güvenlik Konseyi’nde Irak işgaline karşı çıkan Fransa ile beraber Lübnan için 1559 sayılı güvenlik Konseyi kararı çıkarıldı. Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılmasını ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören bu karar Hizbullah’ın tüm gücünü Suriye’den aldığı varsayımına dayandırılmıştı ve hem İran Suriye ilişkilerinin stratejik niteliğini anlamsızlaştırmayı hem de İsrail’in kuzey sınırlarının güvenliğini garanti etmeyi öngörüyordu.

 

2- Refik Hariri öldürülmesinden Suriye’nin sorumlu tutulması, 1559’a ayak direyen Suriye’nin üzerindeki baskıları arttırdı, Suriye çekilmeye zorlandı ve Lübnan içerisindeki Suriye yanlısı gruplar iktidardan tasfiye edilerek şu an iktidarda bulunan 14 Martçıların (Sa’d Hariri, Velid Canbolat, Emin Cumeyyil ve Semir Ca’ca) iktidarına yol açtı.

 

3- İsrail 2006 Temmuz’unda Hizbullah’a karşı savaş başlattı. Hizbullah’ın askeri altyapısının çökertilmesi, Direniş güçlerinin Litani Nehri’nin kuzeyine sürülmesini (İsrail sınırından 30 Kilometre uzağa) ve bölgeye çok uluslu güç yerleştirilmesi savaşın hedefi olarak açıklandı.

 

4- Dönemin Suriye ve Direniş yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresi dolacak ve yeni cumhurbaşkanını 14 Martçıların çoğunlukta olduğu bu parlamento seçecekti ve seçilecek 14 Martçı bir cumhurbaşkanı 1559 sayılı kararın Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören ikinci bendini hayata geçirecek İsrail’in savaşla halledemediği işi Lübnan devleti olarak halledecekti.

 

Ama İsrail savaşta hiçbir hedefini gerçekleştiremedi ve Winograd raporunun da itiraf ettiği üzere bu savaşı kaybetti. Bu, sadece İsrail’in değil, ABD ve Arap rejimlerinin Lübnan içerisindeki müttefiklerinin de yenilgisiydi. Çünkü;

 

1-Savaşa son veren 1701 sayılı karar bölgeye silahsızlandırmakla yetkili bir çok uluslu güç yerleştiremedi. Bu yüzden Hizbullah hem silah kapasitesini arttırma imkanı elde etti hem de enerjisini iç siyasete yöneltme imkanı kazandı.

 

2- Savaştan sonra ulusal birlik hükümeti kurulmasını, cumhurbaşkanının uzlaşmayla seçilmesini ve seçim yasasının değiştirilmesini isteyen Hizbullah, bütün bu taleplerini 14 Martçı gruplarla Katar’ın başkenti Doha’da varılan anlaşmayla elde etti.

 

3- Hizbullah’ın ulusal savunma stratejisinin belirlenmesi için yapılmasını önerdiği diyalog toplantıları başlatıldı ve Hizbullah, silahının meşruiyetini tartıştırmamış oldu.

 

4- Refik Hariri cinayeti için kurulan uluslar arası mahkeme 4 sene sorgusuz sualsiz hapiste tutulan 4 Lübnanlı generali serbest bırakmak zorunda kaldı. Bunda Fransa’da Hariri cinayeti konusunda Suriye aleyhine ifade vermeye zorlandığını itiraf ettikten sonra uzun bir süre sonra Suriye tarafından Birleşik Arap Emirliklerin’de yakalanan Muhammed Zuheyr Sadiyk faktörünün etkisi oldu. Dolayısıyla Refik Hariri cinayetiyle ilgili olarak Suriye ve Direniş yanlısı partilerin üzerindeki uluslar arası baskı ortadan kalkarken, Hariri cinayeti bombası mevcut Lübnan hükümetinin ve dolayısıyla da ABD’nin elinde patlamış oldu.

 

 

Sonuç

Geçen dört yılda ilk dört maddede özetlenen Yeni Ortadoğu’nun Lübnan ayağına ilişkin hedefler, ikinci dört maddede özetlenen gelişmelerle tam anlamıyla çökmüş oldu.

 

Seçimleri az bir farkla Hizbullah liderliğindeki 8 Mart Cephesi’nin kazanacağı tahmin ediliyor; ancak tersi bile olsa artık geçen dört senenin siyasi denklemleri üzerinden hiçbir noktaya varılamayacağı, hatta ABD ve Arap rejimlerinin 14 Martçıları bir arada tutabilmekte de oldukça zorlanacağı söylenebilir.

 

Çünkü geçen dört senenin tüm zorlu koşullarına rağmen birlik ve beraberliklerini koruyan ve bu sayede önemli siyasi kazanımlar elde eden 8 Martçılar (Hizbullah ve müttefikleri) seçimi kazanmaları durumunda diğerleriyle ulusal birlik hükümeti kurmak istediklerini ilan ettiler.

 

Buna karşın el-Mustakbel Partisi Lideri Sa’d Hariri, Hizbullah’ın olduğu bir hükümette yer almayacağını açıkladı. Rant, iktidar hırsı ve uluslar arsı destekle bir arada duran 14 Martçıların ilk seçim yenilgisiyle parçalanacağını tahmin etmek zor değil.

 

Seçimleri 14 Martçılar kazanacak olsa bile bu büyük bir farkla kazanılmış bir iktidar olmayacağından ve kabinede tüm etnik kesimlerin temsilini öngören Taif Anlaşması’ndan dolayı yeniden büyük siyasi bunalımların çıkacağı tahmininde bulunmak ve 14 Martçıların iktidardan vazgeçemeyecek gruplarının ulusal birlik hükümeti talebine olumlu cevap vereceğini beklemek zorlama bir analiz olmaz.

 

Binaenaleyh bu parlamento, yeni cumhurbaşkanını seçmeyeceği için 14 Martçıların iktidarı sadece dört sene daha “kese doldurma” iktidarı olacak ve herhangi bir stratejik kazanıma dönüşemeyecek.

 

İran seçimleri

 

İran, geçen dört senede en sıkıntılı süreçleri, Lübnan’daki müttefikleri gibi kazanımlara dönüştürmeyi başardı.

 

ABD, şer ekseni ilan ettiği ve Irak’tan sonra sıranın kendisine geldiğini ima ettiği İran’la 2006 sonunda Irak konusunda masaya oturmak zorunda kaldı.

 

Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’deki stratejik derinliğini iyi kullanan ve kendisine yönelik tehdidi fırsata dönüştürmeyi başaran İran, seçimlerdeki aday profilleri göz gönünde bulundurulduğunda iç siyasetteki Reformcu-Muhafazakar çelişkisini de aşmış görünüyor.

 

Hatemi döneminde rejim değişikliği umutları taşınırken, Ahmedinejad’la tanışan ABD, halihazırdaki adaylardan hiçbiri üzerinden rejim değişikliği hayalleri kurabilecek durumda değil. Çünkü Reformcuların en önde gelen adayı eski başbakan Mir Hüseyin Musevi hatta reformcu kanattaki birçok siyasi partiye göre en az Ahmedinejad kadar muhafazakar görülüyor.

 

Diğer reformcu aday Mehdi Kerrubi ise Hatemi döneminin reformcularıyla daha o zamanlar yolunu ayırmış birisi. Öte yandan muhafazakar kanadın diğer adayı eski Devrim Muhafızları Komutanı Muhsin Rızai ise aslında Devrim Muhafızları’ndan Ahmedinejad’a gidecek oyu Mir Hüseyin Musevi’nin lehine bölmek için aday oldu.

 

Hatemi döneminin aksine reformcusuyla muhafazakarıyla velayet-i fakih konusunda konsensüs oluşturan cumhurbaşkanlığı adaylarının çok ilginç bir şekilde diğer bir ortak özelliği de tümünün ABD ile görüşmelerden yana olmaları.

 

Hatemi döneminde ABD ile görüşmelerden söz etmenin karşı devrimci olarak nitelendirilme riski içerdiği göz önünde bulundurulursa bu yeni durumun bir özgüvenden kaynaklandığı ve İran’da önümüzdeki dört senede daha realist bir dış politika izleneceği söylenebilir.

 

Tüm siyasi baskılara rağmen nükleer programını kesintisiz olarak sürdüren, Irak, Afganistan, Lübnan ve Filistin konularında göz ardı edilemeyecek bir oyuncu olduğunu ABD’ye kabul ettiren İran’ın, 8 sene öncesine nispetle daha bir özgüven kazandığı görülüyor.

 

Hangi aday kazanırsa kazansın dış politika önceliklerinde ve nükleer meselede herhangi bir değişikliğe gitmesi beklenmiyor; çünkü adayların seçim vaatlerinde veya eleştiri konusu yaptıkları hususlarda dış politika konularına ve nükleer programa ilişkin hususlara pek rastlanmıyor.

 

Hatemi döneminin siyasi reform vaatlerinin bile artık çok fazla alıcısının bulunmadığı İran seçim pazarında eleştiriler de vaatler de ekonomik reform üzerine yoğunlaşıyor.

 

Bu durumda sistem, dış politika ve stratejik konular üzerinde ulusal bir konsensüs sağlamış gözüken İran’ın seçimlerden sonra uğraşmak zorunda olacağı en büyük sorununun ekonomi olacağı söylenebilir.

 

Bu ise, ekonomik sorunlara ilaveten dış bağımlılık, iç güvenlik ve siyasi istikrar bunalımları yaşayan bölgesindeki ülkelere nispetle İran’ı bölgesel ve uluslar arsı politikalarda daha etkin kılacak bir durum olarak gözüküyor.

 

İşte bu yüzden Lübnan’da veya İran’da seçimi kim kazanırsa kazansın Amerika kaybetmiş olacak.

 



Makaleler

Güncel