Üçüncü İsrail-Lübnan savaşının ayak sesleri

Ürdün ve Mısır’a karşı diplomatik, Suriye’ye karşı ise askeri caydırıcılığı ile tek taraflı bir stratejik denge kuran İsrail, Lübnan söz konusu olduğunda Hizbullah’ın yarattığı karşı caydırıcılık sebebiyle 2006’dan bu yana stratejik dengedeki tek taraflı belirleyiciliğini yitirmiş bulunuyor.

2006 yılındaki Temmuz Savaşı’nın üzerinden geçen dört sene boyunca Hizbullah’ın hem askeri hem de siyasi açıdan Lübnan’daki konumunu benzersiz bir şekilde güçlendirmiş olması İsrail açısından tahammülü zor bir durum oluşturuyor.

 

Winograd Komisyonu raporunun ardından Lübnan sınırında sayısız askeri tatbikat gerçekleştiren ve yeni bir savaş durumunda Lübnan altyapısını ve sivil yerleşim merkezlerini doğrudan hedef alacağını en resmi ağızlardan açık bir şekilde ifade eden İsrail, Temmuz Savaşı sonrasında oluşan stratejik dengeyi kendi lehine bozmayı amaçlıyor.  

 

 İsrail’in bu askeri tatbikatlarını ve Lübnan altyapısına ve sivillerine yönelik tehditlerini Hizbullah’ın artık tahammül edilmez boyutlara varan etkinliğini, en azından 2006 savaşı öncesi düzeye geriletmek için yeni bir savaşa hazırlandığının işaretleri olarak okuyanlar da var.

 

Ancak İsrail’in böylesi bir savaşı başlatılabilmesi için Hizbullah’a bölgede yeni bir stratejik denge yaratmasına zemin hazırlayan dört yıllık kazanımlarının ortadan kaldırılması gerekiyor. Refik Hariri cinayetine bakan uluslar arası mahkemenin eylül ayındaaçıklanacak nihai kararına bağlı olarak önümüzdeki sonbahar veya kış ayları ise İsrail’e bu tür bir imkan sunacak potansiyeller taşıyor.

 

Hizbullah, 2006’dan bu yana stratejik dengede İsrail’le ortak

İsrail’in 1948’den beri Arap ülkeleri ile arasındaki stratejik denge, ya Ürdün ve Mısır örneklerinde olduğu gibi imzalanan barış anlaşmalarına ya da Suriye örneğinde olduğu gibi İsrail’in askeri caydırıcılığına dayalıyken; Hizbullah, Lübnan’a şimdiye kadar hiçbir Arap ülkesinin İsrail karşısında kazanmayı başaramadığı bir stratejik denge kazandırdı.

 

Binaenaleyh, İsrail’le Ürdün ve Mısır arasında savaşın olmaması, taraflar arasında yapılan anlaşmalara, Suriye ile İsrail arasında bir savaşın olmaması ise İsrail’in askeri caydırıcılığına bağlıyken, 2006 Temmuz Savaşı’ndan bu yana İsrail’le Lübnan arasında yeni bir savaşın olmaması, hem İsrail’in hem de Hizbullah’ın askeri caydırıcılığına bağlı gözüküyor.

 

Yani Ürdün ve Mısır’a karşı diplomatik, Suriye’ye karşı ise askeri caydırıcılığı ile tek taraflı bir stratejik denge kuran İsrail, Lübnan söz konusu olduğunda Hizbullah’ın yarattığı karşı caydırıcılık sebebiyle 2006’dan bu yana stratejik dengedeki tek taraflı belirleyiciliğini yitirmiş bulunuyor.

 

Peki, tarihi boyunca ilk kez bir Arap ülkesiyle arasındaki stratejik dengede İsrail’e tek taraflı belirleyicilik üstünlüğünü kaybettiren Hizbullah’ın elindeki tek koz, sahip olduğu füzelerden mi ibaret? 

 

   Sahip olduğu silah kapasitesi ve asimetrik askeri gücü kuşkusuz ciddi bir etken olmakla birlikte Hizbullah, ülkesini stratejik dengede İsrail’le eşit pozisyona yükselten bu başarısını Lübnan’da oluşturduğu Direniş eksenli zorunlu “ulusal konsensüs” sayesinde kazandı.

 

Refik Hariri cinayetine bakan uluslar arası mahkemenin nihai kararının Lübnan’daki bu “Direniş eksenli zorunlu ulusal konsensüsü” bozabilecek ve İsrail’e stratejik dengede yeniden taraflı belirleyicilik kazandırabilecek potansiyellerine geçmeden önce Hizbullah’ın bu “Direniş eksenli zorunlu ulusal konsensüsü” hangi süreçler sonucunda oluşturduğunu hatırlamakta yarar var.

 

Yeni Ortadoğu projeksiyonunun dönüm noktaları

A- 2004 yılındaki Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmesini ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararı,

B- 2005 yılındaki Refik Hariri cinayeti,

C- 2006 yılındaki Temmuz Savaşı, ABD’nin Irak işgaliyle yarattığı iklimde tasarladığı “Yeni Ortadoğu” projeksiyonunun önemli dönüm noktalarıydı.

 

Suriye ve Lübnan’daki ortakları, 1559 sayılı kararın kabulünden hemen sonra Lübnan meclisi aracılığıyla dönemin Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresini üç yıl daha uzatmasaydı, belki de Refik Hariri hayatta olacak ve 2006’daki Temmuz Savaşı’na gerek kalmayacaktı.

 

 Çünkü ABD’nin Yeni Ortadoğu projeksiyonda Lübnan’ı ilgilendiren siyasi yol haritası şu duraklardan oluşuyordu:

 

1- 1559 sayılı kararla Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılması,

2- Refik Hariri gibi Suriye ile sorunlu bir başbakanın, Suriye karşıtı bir cumhurbaşkanı ile desteklenmesi,

3- Suriye’nin nüfuzunun sınırlandırılmasını ve Batı etkisinin güçlendirilmesini sağlayacak bu siyasi ortamla Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına ilişkin sürecin başlatılması,

4- Direniş olgusunun fiziksel varlığının ortadan kaldırılması; direnişin stratejik bir seçenek olmaktan zihinsel olarak dahi çıkarılması ve Yeni Ortadoğu’ya giden Lübnan ve Filistin yolunun stabilize edilmesi.

 

1559 sayılı kararla Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılması, beklenenin aksine Hizbullah’ın Lübnan’daki etkinliğini arttırdı. Çünkü ordusunun çekilmesiyle Lübnan üzerindeki mutlak belirleyiciliği sınırlanan Suriye, Batılılara ve onların Lübnan’daki ortaklarına karşı denge oluşturabilmek amacıyla başta Hizbullah olmak üzere bu ülkedeki milli ve İslami partilerin bağımsız inisiyatiflerini tanımak ve onlarla işbirliğini daha da güçlendirmek zorunda kaldı.

 

Suriye, Lübnan’dan giderayak Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresini 3 yıl daha uzatılmasını sağlayarak Lübnan içerisindeki milli ve İslami partilere altın değerinde bir üç yıllık uzatma devresi armağan ederken, Suriye’nin yokluğunda daha bağımsız ve ulusal bir politik inisiyatif elde eden Hizbullah; ABD’nin Yeni Ortadoğu vizyonunun Lübnan’a yönelik adımlarına Suriye’den çok daha etkili bir bariyer oluşturdu.

 

Oyun aslında 1559 sayılı kararın mimarları olan ABD ve Fransa ile Suriye arasında oynanıyordu; ancak bu oyun hem Lübnan’ın hem de İsrail’in konumunu doğrudan etkileyecek sonuçlar doğuracaktı.

 

Binaenaleyh ABD ve Fransa’nın 1559 sayılı kararı çıkararak yaptığı ilk hamleye karşılık Suriye, Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığı süresini 3 yıl daha uzattırarak cevap verdiyse de, hemen ardından gerçekleşen Refik Hariri cinayeti ile sahne dışına çıkmak zorunda kaldı.

 

2005 yılında Suriye’nin fiziksel olarak sahne dışı kalmasından itibaren oyuna dahil olan Hizbullah, 2006 yılındaki Temmuz Savaşı’na kadar olan süreçte 15 yıllık iç savaş geçmişi olan Lübnan’ın içini ulusal diyalog toplantılarındaki uzlaşmacı tutumuyla ve Mişel Aun’la imzalanan ittifak anlaşmasında olduğu gibi yaptığı iç ittifaklarla dengede tutmayı başardı.

 

İsrail’in olduğu kadar, ABD’nin Arap müttefiklerinin ve onların Lübnan’daki ortaklarının Direniş’in ve Lübnan’daki Suriye nüfuzunun yok edilmesi noktasında büyük umutlar bağladı 2006’daki Temmuz Savaşı, Hizbullah’ın son dört yıllık kazanımlarının miladı oldu. Çünkü;

 

1- Hizbullah’ın askeri altyapısının çökertilmesi hedefiyle başlatıldığı açıklanan savaş sonunda Hizbullah, İsrailli istihbarat yetkililerinin de itiraf ettiği üzere askeri kapasitesini 4 katına çıkaran yeni bir askeri altyapı kurdu.

 

2- Askeri alanda kazandığı başarıyı içeride bir politik ve psikolojik araç olarak kullanan Hizbullah, barışçı eylemler ve kitlesel grevlerle 1559 sayılı kararın hedefleri doğrultusunda kurulan 14 Martçı hükümeti çalışamaz hale getirdi.

 

3- Doha anlaşmasıyla bir ulusal birlik hükümeti kurulmasını sağlayarak liderliğini yaptığı 8 Mart İttifakı ile kabinede veto hakkı kazandı.

 

4- Emil Lahud’dan boşalan cumhurbaşkanlığına koltuğuna 14 Martçı bir adayın oturmasını engelledi ve Ordu Komutanı Mişel Süleyman’ın uzlaşmayla seçilmesini sağladı.

 

5- Hizbullah’ın liderliğini yaptığı 8 Mart İttifakı oy fazlalığına rağmen Lübnan’a özgü seçim yasasından dolayı parlamento seçimlerinde muhalefette kaldıysa da 14 Mart İttifakı lideri Sa’d Hariri, yeniden ulusal birlik hükümeti kurmak zorunda kaldı.

 

6- 1559 sayılı kararın çıkarılmasından itibaren Suriye’ye cephe alan ve Hizbullah’ın askeri telefon şebekesinin yasallığını tartışmaya açarak ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getiren 14 Mart İttifakı’nın en etkili aktörü Velid Canbolat, Hizbullah’ın tüm bu kazanımlarının ardından saf değiştirdi.

 

7- Hizbullah, ulusal savunma stratejisinin belirlenmesi için tüm kesimlerin ulusal diyalog toplantılarında buluşmasının zeminlerini yarattı, 14 Mart İttifakı içerisindeki marjinal birkaç grubun itirazları müstesna olmak üzere Hizbullah’ın silahının meşruiyeti Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman, Ordu Komutanı Jan Kahveci ve hatta Başbakan Sa’d Hariri tarafından resmi olarak kabul edildi.

 

Semir Ca’ca liderliğindeki Lübnan Güçleri adlı marjinal grubun dışında Lübnan’daki tüm kesimlerin Hizbullah’ın silahının ordu ile birlikte ulusal savunmanın meşru bir parçası olduğu konusunda “zorunlu bir konsensüs” bulunuyor.

 

Refik Hariri mahkemesi: Lübnan iç bütünlüğüne yönelen tehdit

Yukarıda sıralanan gelişmeler sonucunda oluşan bu konsensüs, şu an uluslar arası Refik Hariri mahkemesinin kararının tehdidi altında bulunuyor.

 

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın yaptığı son üç konuşmada ağırlıklı olarak bu meseleye dikkat çekmesi, bu uluslar arası mahkemenin 2008’de verdiği; ancak çeşitli siyasi sebeplerden dolayı bugüne kadar açıklanmadığı belirtilen kararının Lübnan iç bütünlüğüne yönelik oluşturduğu tehditten kaynaklanıyor.

 

Mahkeme Başkanı Daniel Bellemare’in Washington temasları sonrasında açıkladığı ve Lübnan Başbakanı Sa’d Hariri’nin iki ay önce Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’la görüşmesi sırasında kendisine bildirdiği kararda Refik Hariri’nin Hizbullah’a mensup “kontrol dışı bir grup” tarafından öldürüldüğü ifade ediliyor.

 

Sa’d Hariri’nin Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’la 2006 yılında yaptığı bir görüşmede babasının Suriye istihbaratının nüfuzu altındaki selefi bir örgüt tarafından, 2008’de yaptığı görüşmede Suriye istihbaratının sızdığı Hizbullah içerisindeki bir grup tarafından iki ay önce de yani 2010 yılında ise Hizbullah’a mensup ama Hizbullah’ın kontrolü dışındaki bir grup tarafından öldürüldüğünü söylediğini hatırlatan siyasi gözlemciler, Nasrullah’ın konuşmalarında bu gelişmeyi Lübnan’a yönelik uluslar arası bir komplonun aracı olarak nitelediğine dikkat çekiyorlar.

 

Hizbullah, Hariri cinayetinin Hizbullah’a mensup kontrol dışı bir gruba mal edilmesinin meselenin başlangıcını oluşturacağını belirterek Mahkeme Başkanı Daniel Bellemare’in ilk aşamada üç, daha sonra 5, ardından 7 ve nihayet 20-30 kişiyi “Refik Hariri cinayetinden sorumlu Hizbullah’ın kontrol dışı güçleri” olarak mahkemeye sevk edeceğini ifade ediyor.

 

Son bir yıl içinde Lübnan’da İsrail hesabına casusluk yapan 20’den fazla şebekenin çökertilmesi ve İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenazi’nin Lübnan’da sonbaharda yaşanacak gelişmeleri beklediklerine ilişkin açıklaması, Refik Hariri cinayeti ile ilgili uluslar arası mahkemenin 2008’de verdiği bu kararın gündeme getiriliş zamanlaması konusunda fikir veriyor.

 

Öte yandan Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Ebulgayt, Refik Hariri cinayeti ile ilgili mahkeme kararı konusunda Lübnan’da yaşanacak gelişmelerin, 28 Temmuz’da Şarmuş’ş- Şeyh kentinde bir araya gelecek olan Mısır ve Suudi Arabistan liderlerinin gündeminde olacağını açıklaması da dikkat çekici bir durum olarak not edilmelidir.

 

Lübnan’daki gelişmeleri gündemlerine alacak olan Mısır ve Suudi Arabistan yetkililerinin meseleyi hangi yönüyle ele alacaklarını da Ebulgayt’ın “Hiçbir uluslar arası güç, Refik Hariri cinayeti ile ilgili uluslar arası mahkeme sürecini etkileme ve değiştirme gücüne sahip değildir” şeklindeki açıklamasından okumak mümkün.

 

Her zaman dışarıya namlusunu, içeriye ise diyalog elini uzatan Hizbullah, Refik Hariri cinayeti ile ilgili bu gelişmeyi de en kötü ihtimalle 7 Mayıs 2008’deki gibi yöneteceğine dair açıklamalarda bulunuyor. Ancak bu gelişmelerin gerginleştirdiği siyasi ortamın büyük ses getirecek muhtemel siyasi cinayetlerle iç çatışmalara dönüştürülmesi durumunda İsrail’den de yeni bir askeri müdahale beklenebilir.

 

Özellikle Lübnan Başbakanı Sa’d Hariri üzerinden yükseltilecek tansiyonun düşürülmesi ve önümüzdeki sonbahar veya kış aylarında yeni bir savaşın başlamasının önlenmesi açısından Lübnan üzerinde nüfuzu bulunduğu belirtilen Türkiye’nin Lübnan’da iç diyalog ve barışın güçlendirilmesi vurgusuyla meseleyi gündemine alması gerekiyor.

 

Aksi takdirde Mısır ve Suudi Arabistan’ın yarın gündemine alacağı Lübnan’daki gelişmeler, Gabi Aşkenazi’nin beklediği gibi bir sonbahar yangınına dönüşebilir.

 



Makaleler

Güncel