Mısır’da devrim, Libya’da darbe, Suriye’de komplo girişimi

Aynı siyasi mimariye sahip olan bölge ülkelerindeki otoriterlik, demokrasi dışılık ve ekonomik çarpıklık bir ülkenin iktidar seçkinleri için tehdit oluştururken bir diğer ülkenin iktidar seçkinlerinin konumları açısından fırsata dönüşebiliyor.

Tunus ve Mısır devrimleri, iç dinamiklerin Soğuk Savaş döneminden günümüze sarkan bölge statükosunu kolayca değiştirebilecek potansiyeller taşıdığını gösterdiği gibi bu devrimler sonrasında bölgede yaşanan her toplumsal gelişmenin aynı dinamiklere dayandığı yönünde de bir algı oluşturdu.

 

Çünkü kitlesel halk hareketleri sebebiyle siyasal çalkantılara sahne olan bölge ülkeleri, bu algıyı güçlendiren şu ortak siyasi özelliklere sahip bulunuyor.

 

1- Yönetimde krallıklar, emirlikler veya adı cumhurbaşkanı olmakla birlikte seçim yoluyla değişmeyen liderler bulunuyor.

 

2- İktidar seçkinlerinin meşruiyeti, sonucu daha başından belli olan göstermelik seçimlere dayandırılıyor.

 

3- Demokratik özgürlükler ulusal güvenlik gerekçesiyle sınırlandırılıyor, yürürlükteki resmi veya fiili olağanüstü hal uygulamaları olağan bir nitelik arz ediyor.

 

4- Ulusal güvenlik, dış düşman, iç tehdit, dini kutsallar vb. gerekçeleriyle siyasal hayatta çok sesliliğe izin vermeyen iktidar seçkinleri, kendilerini şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi kayıtlar altında görmüyor.

 

5- Şeffaflıktan, hesap vericilikten, bağımsız yargı ve denetimlerden yoksun siyasi ve idari yapılar, ülke kaynaklarının verimsiz kullanılmasına ve gelir dağılımında eşitsizliklere neden oluyor ve bu durum son derece genç bir nüfusa sahip olan bu ülkeler açısından ciddi toplumsal tehditler oluşturuyor.     

 

6- Bu ve benzeri durumlar sebebiyle halklarına yabancılaşan iktidar seçkinleri, konumlarını ya dış dinamiklere dayanarak ya da bölgesel denge ve çelişkileri kullanarak korumaya çalışıyor.

 

Ancak yukarıda sıralanan benzerlikler; Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen ve -şimdilerde de- Suriye’de yaşanan iç isyanların kaynağına ilişkin fikirler verse de bu ülkelerde yaşanan güncel gelişmelerin tamamını bu ortak payda temelinde açıklamada yetersiz kalıyor.

 

Aynı siyasi mimari özelliklerine sahip olmalarına rağmen Tunus’ta ve Mısır’da yaşanan gelişmelerin, Suudi Arabistan’da, Katar’da, Birleşik Arap Emirlikleri’nde ve Umman’da yaşanmıyor oluşu, sadece siyasi yapılar ile isyan hareketleri arasında doğrudan bir sebep-sonuç ilişkisi kurulamayacağını teyit ediyor.  

 

Altı maddeyle sınırlandırılan bu benzerliklerin, bölgenin ortak siyasi mimarisini ve bunun siyasi depremler karşısındaki dayanıksızlığının sebeplerini resmettiği doğrudur; ancak bölge ülkelerinde son dönemde tanık olunan bunalımların her birinin kendine özgü etkenlerinin ve dinamiklerinin bulunduğu da ortadadır.

 

Bir başka deyişle siyasi yapıları bakımından büyük benzerlikler gösterse de bölge ülkeleri, birbirinden farklı yerel dinamikler ile uluslar arası ve bölgesel şartlara sahip bulunuyor ve bu farklılıklar, bölge ülkelerinin ulusal güvenliklerini farklı biçimlerde etkiliyor.

 

ABD ve İsrail’le olan ilişki biçimleri ve Filistin sorunu ile direniş hareketleri konusundaki tutumlar ise bölge ülkelerinin çarpık siyasi yapı özelliklerini bir tehdide veya bir ulusal güvenlik garantisine dönüştüren parametreler olarak ortaya çıkıyor.

 

Örneğin Filistin sorununun çözümü konusunda direniş seçeneğini reddeden, çözümü müzakerelerde gören, İsrail’le barış yaptığı için Amerika tarafından da destek ve teşvik gören ülkelerin demokrasi dışı siyasi yapıları ve bozuk ekonomik düzenleri, Tunus ve Mısır’da isyan dalgasına gerekçe teşkil ederken; İsrail karşısında direnişi destekleyen ve Amerika ile sürekli sorun yaşayan Suriye ve İran gibi ülkelerde iç siyaset ve ekonomi alanındaki çarpıklıklar bu ülkelerdeki iktidar seçkinlerinin konumunu güçlendirecek argümanlara dönüştürülebiliyor.

        

Yani aynı siyasi mimariye sahip olan bölge ülkelerindeki otoriterlik, demokrasi dışılık ve ekonomik çarpıklık bir ülkenin iktidar seçkinleri için tehdit oluştururken bir diğer ülkenin iktidar seçkinlerinin konumları açısından fırsata dönüşebiliyor.

 

Bu açıdan bölgede tanık olunan halk hareketlerini; ülkelerin siyasi mimarisini gözden uzak tutmamakla birlikte, ulusal güvenliklerine etki eden yukarıdaki parametreleri de dikkate alarak incelediğimizde oluşum süreçleri ve yerel dinamikleri bakımından aşağıdaki kategorilere ayırabiliriz.

 

1- Lidersiz Halk Devrimleri: Tunus ve Mısır’ın yer aldığı bu kategorinin en önemli özelliği, devrime herhangi bir ideolojinin, partinin veya karizmatik liderin değil, bizatihi halkın kendisinin önderlik etmesidir.

 

ABD ve İsrail ile ilişkileri, Filistin sorunu karşısındaki tutumları ve halklarının değerlerine yönelik karşıt politikalarıyla tanınan Tunus ve Mısır’da devrim öncesinde meydanları siyasi gruplardan bağımsız olarak toplumun her kesimden halk kitleleri doldurdu.

 

Devrim sırasında rejimle müzakere masasına oturan siyasi partileri, yükselttiği devrim dalgasıyla uzlaşma çizgisinden devrim çizgisine halk kitleleri yönlendirdi.

 

Devrim sonrasında da önceki rejimin kalıntılarını, (örneğin Mısır’da Başbakan Ahmed Şefik ve Tunus’ta Muhammed el-Gannuşi’yi, ayrıca her iki ülkedeki siyasi polis teşkilatlarını) siyasi grupların geliştirdiği inisiyatifler değil, meydanları doldurarak yönetime baskı yapan halk kitleleri tasfiye etti.

 

Tunus’ta Zeynelabidin Bin Ali’yi, Mısır’da da Hüsnü Mübarek’i çekilmeye zorlayan kitlesel gösterilerde söylem ve eylem bakımından halkın gerisinde kalan parti, grup veya liderler, Bin Ali ve Mübarek’in gitmesinden sonra kurulacak yeni sisteme ilişkin hiçbir inisiyatif geliştiremediler. Bundan dolayı da “yeni” siyasi yapının eski rejimin bürokratlarının inisiyatifinde şekillenmesi, bu ülkelerde devrim sonrasında dışarıdan yönlendirmelere son derece açık bir siyasal inşa sürecinin başlamasına yol açtı.

 

2- Halk Destekli Hükümet Darbesi: Karikatürize de olsa Batı ve İsrail karşıtlığı ve Arap dünyasının liderliği söyleminin bayraktarı olan Muammer Kaddafi’nin Libya’sında yaşanan gelişmeleri bu kategoride değerlendirmek mümkün gözüküyor.

 

Tunus ve Mısır’ın aksine halkın her kesiminin yer aldığı kitlesel gösterilere tanık olmadığımız Libya’da Tunus ve Mısır devrimlerinin rüzgarını arkasına alan Kaddafi rejimi siyasi ve askeri aktörlerinin halk destekli darbe girişimi söz konusu oldu.

 

Libya’nın doğusundaki Bingazi kentinde 16 Şubat’ta başlayan gösterinin ardından 21 Şubat’ta eski Adalet Bakanı Mustafa Abdulcelil, 22 Mart’ta eski İçişleri Bakanı Abdulfettah Yunus, 24 Mart’ta Kaddafi’ye yönelik güçlü bir desteğin söz konusu olduğu Sebha kentinin askeri yetkilisi General Salih Abdurrahim Safi, ayrıca Kaddafi rejiminin BM ve Arap Birliği Daimi Temsilcileri ile Hindistan, Endonezya, İngiltere ve Hollanda büyükelçileri devrimcilerin safına katıldığını açıkladı.

 

Devrimcilerin safına katıldıklarını açıklayan Kaddafi rejimi yetkilileri, eski Adalet Bakanı Mustafa Abdulcelil başkanlığında Bingazi’de Geçici Ulusal Konsey adı altında bir çeşit geçici hükümet kurdu ve Kaddafi rejimine karşı silahlı ayaklanmayı yönetmeye başladı.

 

Binaenaleyh Tunus ve Mısır’da yıllardır yasal ya da yasadışı bir şekilde faaliyet gösteren siyasi parti veya grupların devrim öncesinde, esnasında ve sonrasında üstlenemediği devrimi örgütleme, planlama ve uygulama rolünün Libya’da Kaddafi rejiminin eski yetkililerinin kurduğu Geçici Ulusal Konsey tarafından üstlenilmesi, Libya’da yaşanan sürecin farkını ortaya koyar nitelikte gözüküyor.

 

3- Siyasal Reform Talebi: Bahreyn sultanının “mezhebi fitne” gerekçesiyle bir “ulusal güvenlik” sorunu olarak tanımladığı, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinin, Amerika’nın yaktığı yeşil ışıkla askeri müdahalede bulunarak bölgesel bir krize dönüştürdüğü Bahreyn hadisesi, aslında bölgenin en masum ve barışçı gelişmesiydi.

 

Ülkenin yüzde 70’ini oluşturan Şii nüfusun temsilcisi olan el-Vefak Partisi’nin, nüfusun yüzde 30’una tekabül eden Sünni azınlığa mensup Kral Hamad bin İsa Ali Halife’den, siyasi reform talep etmesi ve bu taleple yapılan gösterilere öncülük etmesi, “mezhebi fitne” gerekçesiyle bir ulusal güvenlik krizi, İran nüfuzu gerekçesiyle de bir bölgesel kriz olarak tanımlansa da Bahreyn’deki nesnel siyasi yapı bu tanımlamanın ne ölçüde manipülatif olduğunu ortaya koyuyor.

 

Zira Bahreyn, el-Halife ailesinden bir kral tarafından yönetiliyor, ordu komutanının ve savunma bakanının bu aileden olması gerekiyor, hükümet kral tarafından atanıyor. İki meclisli bir yasama sisteminin bulunduğu Bahreyn’de halk tarafından seçilen 40 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nin kararları, üyeleri kral tarafından atanan 40 kişilik diğer meclis tarafından veto edilebiliyor.

 

Yani meclise kadar hiçbir devlet kademesine yansımayan halk iradesi, yansıdığı 40 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nde de kralın atadığı kişiler tarafından etkisiz kılınabiliyor. 40 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nde 18 sandalyeyle en büyük grubu oluşturan el-Vefak Partisi, halk iradesinin karar süreçlerine yansıtılması talebiyle ülkede siyasi reform yapılmasını istiyor.

 

Bahreyn’de siyasal reform taleplerinin bastırılması için uygulanan şiddet ise, bölge halkları nezdinde “mezhebi fitne”, “uluslar arası toplum” nezdinde ise İran nüfuzu ve Suudi Arabistan İran çekişmesi argümanlarıyla ve Bahreyn’in ABD’nin 5. Filosuna ev sahipliği yaptığı gerçeğiyle izah edilmeye çalışılıyor.

 

4- Bölgesel kışkırtma ve uluslar arası komplo: Devrim ve isyan süreçlerinin yaşandığı diğer bölge ülkeleriyle benzer siyasi yapı özellikleri taşısa da Suriye’nin Dera kentinde yaşanan son olaylar, diğer bölge ülkelerinde tanık olduğumuz toplumsal hareketlerin doğal dinamiklerine sahip gözükmüyor.

 

Dera kentindeki gösterilerde atılan “İran’a ve Hizbullah’a hayır” sloganları ve Lübnan’ın Trablus kentinden Lazkiye limanına gelen 7 gemide ele geçirilen silah ve paralar, Suriye’deki gelişmelerin doğal yerel dinamiklere dayanmadığı yönündeki kuşkuları güçlendiriyor.

 

ABD müttefiki Arap devletleriyle çelişkileri Soğuk Savaş dönemine kadar uzanan Suriye, İran’la ve İsrail karşıtı direniş gruplarıyla geliştirdiği stratejik ilişkiler sebebiyle ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin hedefi olmaya devam etti.

 

Irak işgaliyle neredeyse eş zamanlı olarak Amerika tarafından İran’la birlikte “şer ekseni” olarak ilan edilen Suriye, 2004 yılında çıkarılan 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla stratejik derinliği olan Lübnan’dan çıkmaya zorlandı. Başta ABD olmak üzere uluslar arası güçler tarafından 2005’teki Refik Hariri cinayetinden suçlanan Suriye, İran’la ve direniş gruplarıyla olan stratejik ilişkilerinden dolayı sadece topraklarını işgal etmiş olan İsrail’in değil, aynı zamanda ABD müttefiki Arap ülkelerinin de hedefi haline gelmişti.

 

Çünkü dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek Iraklı Şiilerin ülkelerinden çok İran’a sadakat beslediğini dile getiriyor; Ürdün Kralı Abdullah, Saddam rejiminin devrilmesiyle bölgede bir “Şii hilali tehlikesi”nden söz ediyor; Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal da Irak’ta yeni bir hükümetin kurulmasından sonra ABD Başkanı Bush’la yaptığı ilk görüşmesinde Şiilerin çoğunlukta olduğu Irak’ta Sünni azınlığın rejimini devirerek bölgedeki güç dengesini bozmakla suçladığı Amerika’dan Sünnilerin çoğunlukta olduğu Suriye’deki Alevi azınlık rejimini devirmesini ve bölgedeki güç dengesini tadil etmesini istiyordu.

 

2006 yılında dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın gündeme getirdiği “Yeni Ortadoğu” direniş gruplarının tasfiyesini ve bunlara lojistik ve siyasi destek sağlayan Suriye rejiminin tadil edilmesini öngörüyordu.

 

Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmesini öngören 2004 tarihli 1559 sayılı Güvenlik Konseyi kararından günümüze kadar Suriye’yle ilgili olayların kronolojik olarak hatırlanması bile bu ülkeyi hedef alan gelişmelerin “bölgesel kışkırtma ve uluslar arası komplo” başlığı altında değerlendirilmesini haklı çıkaran ipuçlarıyla dolu.

 

2 Eylül 2004: Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılmasını öngören Güvenlik Konseyi Kararı. Karar, Irak’ın işgaline karşı çıkan Fransa’nın ve ABD’nin girişimiyle çıkarıldı.

  

14 Şubat 2005: Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin bombalı suikastla öldürülmesi.

 

7 Nisan 2005: 1595 sayılı Güvenlik Konseyi kararı. Bu karar Refik Hariri cinayetinin soruşturulması için bir uluslar arası mahkemenin kurulmasını öngörüyordu.

 

26 Nisan 2005: Suriye ordusunun son birliği de Lübnan’dan çekildi.

 

Ağustos 2005: Cemil es-Seyyid, Ali el-Hac, Raymon Azar ve Mustafa Hamdan adlı dört Lübnanlı general Hariri cinayetini soruşturan uluslar arası mahkemenin savcısı Detlev Mehlis’in kararıyla tutuklandı.

 

12 Ekim 2005: Gazi Kenan’ın intiharı. Gazi Kenan, 20 yıl boyunca Lübnan’da Suriye’nin bir numaralı adamıydı. O, bu süre boyunca Lübnan’da bir numaralı karar verici ve Suriye’nin Lübnan’daki istihbaratının başkanı olmasıyla meşhurdu. Ancak daha sonra onun başta Amerika olmak üzere bazı Batılı istihbarat servisleriyle gizli ilişkiler içerisinde bulunduğu ve Amerika’daki bankalarda yüz milyonlarca dolarlık bir servete sahip olduğu anlaşıldı.

 

31 Ekim 2005: 1636 sayılı Güvenlik Konseyi kararı. Bu kararda, 1559 ve 1595 sayılı kararların hayata geçirilmesinin hızlandırılması ve sanıkların tutuklanması vurgulanıyordu. Bu karar, Refik Hariri teröründen sonra Lübnan’da gerçekleştirilen bir dizi siyasi suikasttan destek alıyordu. Ancak bu kez, bu kararla Suriye’nin Lübnan içerisindeki müttefikleri hedef alınıyordu. Yani doğrudan Hizbullah’a işaret edilerek Hizbullah’ın silahsızlandırılmasında acele edilmesi isteniyordu.

 

30 Aralık 2005: Abdulhalim Haddam’ın Fransa’ya ilticası. Hama ve Humus katliamlarının karar vericilerinden Hafız Esed döneminin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam, 2006 yılının ocak ayında uluslar arası mahkemenin Paris’teki duruşmasına katıldı ve Refik Hariri’nin Beşşar Esed’in emriyle öldürüldüğüne dair tanıklıkta bulundu. Haddam’ın, Suudi Arabistan’ın da aralarında yer aldığı bazı Arap ülkelerinin Amerika ile olan gizli ilişkileri konusunda yaptığı ifşaatlar, Suriye’deki mevcut rejimin devrilmesi durumunda onun yeni yönetim için aday olarak belirlendiğini ortaya koydu. Suriye devleti 17. 8.2008 tarihinde Haddam hakkında Hariri cinayeti konusunda yalancı tanıklıkta bulunmak, İsrail’le, Amerika ile ve Suudi Arabistan’la yasadışı ilişkiler içerisinde olmak ve Suriye yönetimine karşı faaliyette bulunmak suçlamalarıyla 13 yıl hapse mahkum etti.

 

12 Temmuz 2006: İsrail Hizbullah savaşı. İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’ın askeri altyapısını yok etmek üzere başlattığı savaş 33 gün sürdü. Savaş sonunda İsrail hiçbir hedefine ulaşamadı.

 

11 Ağustos 2006: 1701 sayılı Güvenlik Konseyi kararı. Karar, anlamlı bir gecikmenin ardından Amerika, İsrail ve ABD’nin bölgedeki müttefiklerinin İsrail’in artık Hizbullah’ı yok edecek güçte olmadığını ve savaşın sürmesi durumunda İsrail ordusunun tüm onurunun ayağa düşeceğini anlaması üzerine alındı.   

 

31 Temmuz 2007: 1757 sayılı Güvenlik Konseyi kararı. Diğerleri gibi Fransa ve Amerika’nın desteğiyle çıkarılan bu karada Hariri cinayeti için uluslar arası mahkeme kurulması vurgulanıyor ve Lübnan hükümetinin (Fuad Sinyora başbakanlığındaki hükümetin ve 14 Martçıların çoğunlukta olduğu meclisin) bu konuda Güvenlik Konseyi ile tam bir işbirliği yaptığı ve yapacağı bildiriliyordu. Hariri cinayetinin ve daha sonraki diğer siyasi cinayetlerin faillerinin adaletin önüne çıkarılacağının belirtildiği bu kararın çıktığı dönemde 14 Martçılar, bütün bu cinayetler konusunda Suriye’yi ve Suriye’nin Lübnan’daki müttefiklerini suçluyorlardı. Bu yüzden de bu kararın açıklanmasından sonra 14 Martçılar, Suriye’ye yönelik saldırılarını ve Hizbullah’ın silahına yönelik tek taraflı hücumlarını arttırdılar.

 

25 Ocak 2008: Lübnan iç istihbarat servisi teknik işler bölüm başkanı Visam Mahmud Iyd’ın öldürülmesi. Onun Refik Hariri ve 22 kişinin öldürülmesi sırasında teknik bağlantı incelemesinden sorumlu istihbarat yetkilisi olduğu açıklandı. Bu suikast sırasında Mısır’a giden Sa’d Hariri, hiç tereddüt etmeden suikasttan Suriye’yi sorumlu tuttu. Lübnan’daki bazı güvenlik yetkilileri ise Visam Mahmud Iyd’ın, Refik Hariri cinayeti konusunda uluslar arası mahkemenin Hariri cinayetinde kullanılan bombaların nasıl patlatıldığına ilişkin uluslar arası mahkemenin iddialarını yalanlayan birtakım bulgulara ulaştığını açıkladılar. Bazı 14 Martçı liderler ise onun elde ettiği bulguların, uluslar arası mahkemenin Hariri’nin katillerine yaklaşılmasına sebep olduğunu vurgulayarak onun bilgilerinin dört üst düzey Lübnanlı generalin tutuklanmasına ve Suriye’nin Hariri cinayetindeki rolüne ilişkin delilleri güçlendirdiğini iddia ettiler. İki yıl sonra çöken bu varsayımın ardından bir başka varsayım güçlendi. Bu varsayıma göre ise Visam Mahmud Iyd’ı öldürenler, Hariri cinayetinin hakikatinin ortaya çıkmasından korkan kişilerdi.

 

 12 Şubat 2008: Hizbullah Komutanı İmad Muğniye’nin Şam’da öldürülmesi. Onun İsrail tarafından öldürüldüğünden kimsenin kuşkusu yoktu; ama 25 yıl boyunca gizli yaşayan bir adamın ikamet ettiği yerin nasıl ortaya çıktığı ve İsraillilerin ona nasıl ulaştığı bir süre anlaşılamadı.

 

2 Mart 2008: Dönemin Suudi Ulusal Güvenlik Danışmanı Prens Bender bin Sultan’ın oğlunun ve Suudi Arabistan’ın Şam Büyükelçiliği askeri ataşesinin tutuklanması.  Suriyeli yetkililer, onların Suriye’deki aşiretlere ve devlet görevlilerine 50 milyon Dolar para dağıtarak sabotaj eylemleri yaptırmaya çalışmak ve ülkenin ulusal güvenliğine karşı suç işlemekten dolayı tutuklandıklarını açıklamıştı.

 

Mart 2008: Çok sayıda Suriyeli istihbarat yetkilisinin tutuklanması. İmad Muğniye suikastından ve iki Suudi güvenlik yetkilisinin tutuklanmasından sonra 2008 yılının mart ayında çok sayıda Suriyeli güvenlik ve istihbarat görevlisi de tutuklandı. Tutuklananlar, rejimi devirmeye çalışmak ve yabancı istihbarat servisleriyle işbirliği yapmakla suçlandı. Bütün veriler, iki Suudi yetkilinin ve Suriyeli istihbarat görevlilerinin tutuklanmasının, her şeyden önce İmad Muğniye’nin öldürülmesi ve Suriye’de darbe girişimiyle ilgili olduğu gözüküyordu.

 

29-30 Mart 2008: Şam’daki Arap zirvesi. Önceden planlandığı üzere Arap Birliği zirve toplantısı, 29-30 Mart 2008 yılında Şam’da yapılacaktı. Bu tarihte henüz Lübnan’da yeni cumhurbaşkanı seçilememişti ve Lübnan’da bir siyasi bunalım yaşanmaktaydı. Basında yer alan bazı haberlere göre Suudi Arabistan ve Mısır, Şam’daki zirveye katılma konusunda şart ileri sürmüş ve Suriye’nin Lübnan cumhurbaşkanlığına Mişel Süleyman’ın en kısa sürede seçilmesine destek açıklamaması durumunda Şam zirvesine katılmayacaklarını belirtmişti. Fakat bu, madalyonun bir yüzüydü; madalyonun diğer yüzünde ise daha önemli bir şart vardı o da Suudi Arabistan, Suriye’nin İmad Muğniye teröründen sonra tutukladığı iki Suudi yetkilinin serbest bırakılmasını şart olarak koşuyordu.

 

Suriye, bu şartı kabul etmeyerek Suudileri serbest bırakmaması üzerine Suudi Arabistan Kralı Abdullah toplantıya katılmadı, Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek de Suudilerle birlikte hareket ederek zirve toplantısına iştirak etmedi. Dönemin Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora, ABD ve Fransa ile koordineli bir şekilde Suriye’yi yalnızlaştırmak için bir adım daha ileri giderek toplantıyı boykot etti. Bütün bunlar, Suriye’nin Lübnan’ın içişlerine karıştığı öne sürülerek yapılıyordu.

 

25 Mayıs 2008: Mişel Süleyman’ın Lübnan cumhurbaşkanlığına seçilmesi. Suudi Arabistan’ın Şam’da yapılan Arap Zirvesi toplantısına katılmaması (Mısır, Ürdün ve Lübnan’la birlikte) iki Suudi güvenlik yetkilisinin serbest bırakılmasının onlar açısından çok daha önemli ve öncelikli bir mesele olduğunu gösteriyordu. Mısır ve Ürdün’ün bu konuda Suudilerle birlikte hareket etmesi, Mısır ve Ürdün istihbaratının İmad Muğniye teröründe ve Suriye’nin ulusal güvenliğine yönelik operasyonlarda rol aldığı yönündeki kanaatleri güçlendiriyordu.

 

Haziran 2008: Esed Ailesinin Damadı Asıf Şevket’in tutuklanması. Gazi Kenan, Lübnan’dan döndükten sonra onun Lübnan’daki görevini bir süre Asıf Şevket üstlendi. O, bu dönemde mali yolsuzluklarıyla şöhret yapmıştı ve Esed ailesi içerisindeki en iktidar düşkünü kişilerden biri olarak tanınıyordu. Onun Hafız Esed’in oğullarından Mahir’le kavga ettiği ve Mahir’in açtığı ateşle yaralandığı ve tedavi için Fransa’ya gittiği Suriye’de meşhur bir hikayeydi. Hafız Esed’in kızı Büşra, babasının karşı çıkmasına rağmen Asıf Şevket’le evlenmişti. Asıf Şevket’in tutuklanmadan önce Şam’daki iktidarı her ne pahasına olursa olsun ele geçirme ve Suriye lideri olma gibi düşünceler taşıdığı bildiriliyordu.

 

Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in Ulusal Güvenlik Danışmanı General Muhammed Süleyman, İmad Muğniye ile çok yakın ilişki içerisindeydi. O, Beşşar Esed’i, Asıf Şevket’in Suriye’de iktidarı ele geçirme yönündeki çabaları konusunda bilgilendiriyor ve Asıf Şevket’in Suudi Arabistan gibi bazı bölge ülkelerinin istihbarat servisleriyle kurduğu bağlantılar konusunda güçlü deliller sunuyordu.

 

Asıf Şevket’in tutuklanmasından ve Suriye siyaset ve güvenlik sahnesinden silinmesinden sonra bir Alman gazetesi de yayımladığı bir makalede İmad Muğniye ve Hizbullah’ın istihbarat servisinin 2006 yılında Muhammed Süleyman aracılığıyla Beşşar Esed’i Asıf Şevket’in darbe girişimleri konusunda bilgilendirdiğini yazıyordu. Asıf Şevket, 2008 yılının haziran ayında tutuklanıp etkisiz hale getirildiğinde Suriye ordusu askeri istihbarat servisinin başkanlığını yapıyordu. Asıf Şevket’ten sonra başka bazı Suriyeli subayların tutuklanmasının ardından bütün bunların Suudi Arabistan’ın Suriye’deki askeri ataşesiyle ve Bender bin Sultan’ın oğluyla irtibatlı oldukları; İmad Muğniye teröründe rol aldıkları ve Suriye’de rejim değişikliği için planlar yaptıkları ortaya çıktı.

 

2 Temmuz 2008: Suudi askeri ataşesi ile Bender bin Sultan’ın oğlunun serbest bırakılması. Bu kişiler siyasi konularda ve güvenlik alanında yapılan görüşmelerden ve perde arkasındaki birtakım pazarlık ve alışverişlerden sonra serbest bırakılarak Suriye’den ihraç edildi. Hizbullah’ın bu iki kişiyle ilgili tüm gelişmelerin içerisinde olduğu, İmad Muğniye cinayetinin ve Suriye’de rejim değişikliği yönündeki girişimlerin arka planıyla ilgili tüm detayları öğrendiği bildirildi. Bütün bu süreçlerin sonunda Suudi istihbarat servisinin (Mısır ve Ürdün ile birlikte) İmad Muğniye cinayeti konusunda Amerika ve İsrail istihbaratlarıyla işbirliği yaptığına ilişkin teori kesinlik kazanıyor ve İmad Muğniye’nin bazı Arap ülkelerinin istihbarat servislerinin yardımıyla İsrail tarafından öldürüldüğü konusunda artık hiçbir şüphe kalmıyordu.

 

Bir başka yönüyle İmad Muğniye cinayeti, Suriye güvenlik ve istihbarat servisleri için istihbarat ve güvenlik teşkilatlarındaki Suudi benzeri ülkelerin bağlantılarının ortaya çıkarılması ve temizlenmesi için bir fırsat yaratmıştı. Bununla birlikte Suriye ve Hizbullah, Suudilerin İmad Muğniye cinayetindeki ve Suriye’de darbe girişimleri konusundaki rolüne ilişkin bilgileri gerekli gördükleri şartlarda açıklama hakkını kendileri açısından saklı tuttular.

 

2 Temmuz 2008: Beşşar Esed’in Güvenlik Danışmanı Muhammed Süleyman’ın öldürülmesi. Beşşar Esed’in sağ kolu olarak bilinen General Muhammed Süleyman, 2 Temmuz 2008 yılında Tartus Limanı yakınlarındaki villasında bir keskin nişancının düzenlediği profesyonel bir suikastla öldürüldü. Muhammed Süleyman’ın İmad Muğniye cinayeti sonrasında tutuklanan Suudi güvenlik yetkililerinin intikamının alınması için Suudi istihbaratıyla Asıf Şevket’in eski çalışma arkadaşlarının işbirliği sonucu öldürülmüş olabileceği suikastla ilgili en önemli ihtimaldi.

 

Ulaşan haberlere göre Muhammed Süleyman, İmad Muğniye terörüne karışan kişilerin yakalanmasında ve bunların Suudi İstihbaratıyla diğer Arap ülkelerinin istihbarat servisleriyle olan bağlantılarının ortaya konulması konusunda çok önemli bir rol oynamıştı. Haberlere göre Muhammed Süleyman teröründe kullanılan tekne, Tartus kenti kıyılarından Lübnan’ın kuzeyine doğru hareket etmişti. Bu yüzden de cinayetin Lübnan’ın kuzeyindeki Suudilere bağlı selefi gruplar tarafından işlenmiş olabileceği ihtimali de söz konusuydu. Cinayetle ilgili diğer bir ihtimal de suikastın doğrudan İsrail tarafından düzenlendiği yönündeydi. Bu yoruma göre İsrail, bu cinayetle Suudi istihbaratına paha biçilmez bir hediye armağan etmişti.

 

29 Nisan 2009: Lübnanlı dört generalin serbest bırakılması. Dört yıldır cezaevinde tutulan Cemil es-Seyyid, Ali el-Hac, Raymond Azar ve Mustafa Hamdan adlı Lübnanlı dört üst düzey güvenlik yetkilisini yöneltilen tüm suçlardan berat ettirerek serbest bıraktı. Mahkemenin kararına göre bu dört kişiye yönelik suçlamalar, yalancı tanıkların ifadeleri doğrultusunda yöneltilmişti. Lübnan’da, Suriye’de ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler açısından yeni bir dalga yaratan bu durum, Suriye ve onun Lübnan’daki müttefiklerine yöneltilen suçlamaların siyasi olduğunu ortaya koymuş oldu.

 

Uluslar arası Refik Hariri mahkemesinin bu kararını açıklamasından sonra Suriye fiilen berat etmiş oldu ve başta Sa’d Hariri ve Velid Canbolat olmak üzere birçok 14 Martçı lider,  hukuki süreçte yanlış adımlar attıklarını itiraf ederek Suriye’ye yönelik suçlamaların siyasi olduğunu belirtip Suriye liderinden, hükümetinden ve halkından resmen özür dilediler.

 

7 Ekim 2009: Suriye Suudi Arabistan ilişkilerinde normalleşme. Suudi Kralı Abdullah’ın Suriye ziyaretiyle iki ülke arasındaki gerginlikler azaldı. Uluslar arası mahkemenin Hariri cinayeti konusunda Hizbullah’ı suçlayacağı bildirilen iddianamesinin tartışıldığı Lübnan’da yaşanan iç bunalımın aşılması için iki ülke girişim başlattı. Suriye’ye yönelik yalnızlaştırma çabalarının başarısızlığının itirafı olan bu gelişmeden sonra Suriye’nin bölgedeki ağırlığı yeniden arttı.

 

12 Ocak 2011: Hariri Hükümetinin düşmesi. Dönemin Lübnan Başbakanı Sa’d Hariri’nin Lübnan’daki krizin çözümü için çaba gösteren Suudi Arabistan Suriye girişimini baltalayarak Amerika’da uluslar arası mahkemeye destek açıklamasında bulunması üzerine Hizbullah ve müttefikleri bakanlarını kabineden çekerek hükümeti düşürdü.

 

22 Ocak 2011: Velid Canbolat’ın, Suriye’nin safına geçmesi. 14 Martçı koalisyonun en etkili isimlerinden İlerici Sosyalist Parti Lideri Velid Canbolat, 14 Martçıları ve Batı’yı Suudi Arabistan Suriye görüşmelerini baltalamakla suçlayarak Suriye’nin ve Direniş’in yanında olduğunu açıkladı. 

 

24 Ocak 2011: Hizbullah ve müttefiklerinin Velid Canbolat'ın da desteğiyle Necib Mikati'yi başbakanlığa aday olarak göstermesi üzerine Sa'd Hariri'nin yeniden başbakan olması ihtimali tamamen ortadan kalktı. Hariri ve müttefikleri Mikati hükümetinde yer almayacaklarını açıklayarak ve zaman zaman sokak gösterileri yaparak ülkeyi siyasi krizde tutma politikasını sürdürüyor.  

 

Sonuç:

Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında Suriye’de yaşanan gösterilerin mevcut anti demokratik siyasi yapıya gösterilen doğal ve yerel bir tepki olduğunu söylemek güçleşiyor. Bu sebeple Suriye’de yaşanan gösterileri, mevcut anti demokratik siyasi yapıya karşı başlatılan bir devrim süreci değil, bölgesel kışkırtmalarla sergilenen bir isyan provası olarak okumak daha doğru gözüküyor. Bu provanın başarı şansı ise sadece uluslar arası ve bölgesel güçlerin buna vereceği desteğe değil, Suriye yönetiminin sergileyeceği kriz yönetimine de bağlı gözüküyor.

 

[email protected]

 



Makaleler

Güncel