Üçgenler metaforu ve Türkiye’nin Suriye politikası

Türkiye’nin, Suriye politikası “bağımsız” bir politika mıdır yoksa güdümlü bir politika mıdır?” tartışması tartışan tarafları daha başından propaganda söylemlerine ve öznel yargılara götürecek abes bir tartışmadır.

 

Türkiye’nin Suriye’ye karşı bir yıl çerisinde abartılı dostluktan abartılı düşmanlığa savrulan politikasına yönelik eleştiriler giderek artarken bu değişimin sebebine ilişkin değerlendirmeler nesnellikten uzak gözüküyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin Suriye politikasını eleştirenler, Türkiye’yi sınırlarını açtığı ve ortak bakanlar kurulu toplantıları yaptığı komşusu Suriye ile bir yıl içerisinde düşman haline getirmesini Amerika’nın yönlendirmesine bağlıyorlar.

Hükümetin Suriye politikasını destekleyenler ise bir yıl önceki dostluğu Ankara’nın “komşularla sıfır sorun” vizyonuyla; şimdiki düşmanlığı ise Şam’ın “diktatörlüğü” ve “reform yapmamaktaki ısrarı” ile gerekçelendiriyor ve Ankara’nın her iki tutumunda da haklı olduğunu savunuyorlar.

Hükümetin Suriye politikasını destekleyenler, tezlerini Ankara’nın kamu diplomasisi söylemi üzerine kuruyorlar ve Suriye ile kötüleşen ilişkileri şu argümanlara dayandırıyorlar.

1- Şam yönetimi, diktatör bir yönetimdir.

2- Şam yönetimi halkının taleplerini şiddet kullanarak bastırma yolunu seçmiştir.

3- Şam, Ankara’nın Suriye halkının talepleri doğrultusundaki reform telkinlerine kulak asmamıştır.

4- Şam yönetimi bu tutumuyla Ankara’yı, rejimi ya da halkı tercih etmek zorunda bırakmıştır.

5- Ankara’nın Suriye rejimini değil, halkını tercih etmesi, herhangi bir dış etkiden değil, Ankara’nın vicdani ve ahlaki sorumluğundan kaynaklanmaktadır.

Onlara göre Ankara, Şam’la ilişkilerini Washington ile Şam arasındaki ilişkilerinin en kötü olduğu 2000’li yılların ortalarından itibaren iyileştirmeye başlamıştır; dolayısıyla Suriye ile ilişkilerini Amerika’ya rağmen geliştiren Türkiye, dün Suriye’nin yanında dururken nasıl Amerika’dan bağımsız hareket etmişse bugün karşısında yer alırken de yine ABD’den bağımsız hareket etmekte sadece ve sadece vicdani sorumluluğunun gereğini yerine getirmektedir.

Hükümetin Suriye politikalarını eleştirenlere göre ise Türkiye, dün Suriye ile ilişkilerini geliştirirken de bugün Suriye’ye karşı düşmanca bir pozisyon alırken de aslında kendisine dışarıdan verilen rolü oynamıştır.

Onlar ise tezlerini şu argümanlara dayandırıyorlar:

1- 2003’te işgal ettiği Irak’la meşgul olan Amerika, Suriye’nin hem Irak hem de Filistin sorunu konularındaki olumsuz rolünü dengeleme görevini Türkiye’ye vermiştir. Dolayısıyla Türkiye, üstlendiği bu rolle Suriye ile ilişkilerini geliştirerek, bir yandan Suriye’yi İran’dan uzaklaştırmaya, bir yandan da Suriye İsrail dolaylı görüşmelerinde arabuluculuk yaparak Şam’ı “Ortadoğu Barış sürecine” kazandırmaya çalışmış, yani aslında Amerikan çıkarlarına hizmet etmiştir.

2- Suriye İsrail dolaylı görüşmelerinin kesilmesi, ABD’nin Irak’tan tek bir askeri üs dahi elde edemeden çekilmesi ve Şam’ın Tahran ve Direniş ekseninden uzaklaştırılamaması, ABD’nin Türkiye’ye bu kez sopa rolü vermesine sebep olmuştur. Dolayısıyla Türkiye “Arap Baharı” rüzgarıyla Suriye’de rejim değişikliği için bir manivela olarak kullanılmaya başlanmıştır.

3- Irak’tan büyük zararla çıkan ABD, halen Afganistan batağında bulunmaktadır. Bu yüzden de Washington Libya’da olduğu gibi Suriye’de de olaylara doğrudan müdahil olmaktan çekinmekte operasyonel rolleri bölgesel müttefikleri arasında paylaştırmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’de rejim değişikliği gerçekleştirmek konusunda ABD’den daha aktif gözükmesi Ankara’nın bağımsız politikasından değil, Washington’dan aldığı “taşeronluk” rolünden kaynaklanmaktadır.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin Suriye politikasını destekleyenlerin de buna karşı çıkanların da öne sürdükleri argümanlarda hem yaşanan gerçeklerle örtüşen hem de çelişen noktalar bulmak mümkün.

Bu durumun, her iki tarafın da argümanlarını nesnel verilere değil, öznel yargılarla dayandırıyor olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Binaenaleyh tarafların aynı gerçeklikten zıt sonuçlar çıkarması da argümanların öznelliği ile açıklanabilir.

Devletlerin karşılıklı bağımlılığını kaçınılmaz kılan mevcut uluslar arası sistem gerçeği ortadayken Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin Suriye politikasının bağımsızlığından söz etmek gerçekçi bir tespit olarak gözükmüyor.

Aynı şekilde iki kutupluluğun sona erdiği, tek kutuplu bir uluslar arası sistemin ise kurulamadığı günümüz konjonktürünün bölgesel aktörlere özerk etkinlik alanları açtığı ortadayken Türkiye’nin dış politika tercihlerinin Washington’un uzaktan kumandasıyla belirlendiğini söylemek de gerçekçi gözükmüyor.

“Bu durumda Türkiye’nin, Suriye politikası “bağımsız” bir politika mıdır yoksa güdümlü bir politika mıdır?” tartışması aslında tartışan tarafları daha başından propaganda söylemlerine ve öznel yargılara götürecek abes bir tartışma olarak nitelendirilebilir.

Türkiye’nin Grand stratejisi, Ak Parti’nin bölgesel vizyonu

Ancak Adalet ve kalkınma Partisi hükümetinin Suriye politikasını nasıl bir vizyon ve hangi strateji üzerine kurduğu sorusu daha anlamlı gözükmektedir ve bu soruya verilecek cevap, Ankara’nın bu politikayı oluştururken nereye kadar bağımlı, nereye kadar bağımsız davranabildiğini de anlamamızı kolaylaştırabilir.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin Suriye politikasının bu çerçevedeki analizi, doğal olarak iki anahtar kavramı gündeme getiriyor:

1- Türkiye’nin Grand stratejisi,

2- Adalet ve Kalkınma Partisi’nin genel anlamda dış politika, özelde de bölge vizyonu.

Türkiye Cumhuriyeti, teorik olarak kararı Osmanlı devletinin son döneminde verilmiş modernleşmeyi amaçlayan bir Grand stratejiyi esas almaktadır. Binaenaleyh modernleşme amacıyla yönünü Batı’ya dönen Türkiye, kendisini Batı dünyasına taşıyacak bir Grand strateji çerçevesinde tercihini AB ve NATO gibi Batılı ittifak sistemlerinden yana yapmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politika vizyonuna ilişkin ipuçlarını ise bu partinin önde gelen aktörlerinin geçirdiği kimlik dönüşümü ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” doktrininin kesişim noktalarında bulmak mümkün.

İslamcı ve milliyetçi siyasal tezleri olan bir partiden ayrılan liderlerin kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi, ideolojik kimliğini “İslami ve Milli görüş” kavramlarıyla değil, “muhafazakar demokrat” kavramlarıyla tanımladı.

“Muhafazakarlık”la merkez sağa, “demokratlık”la da modernleşmeye vurgu yapan bu yeni kimlik, Avrupa Birliği üyeliğini “Türkiye’nin tartışılması mümkün olmayan bir medeniyet projesi”[1] olarak tanımlayarak kendisinin Türkiye’nin Grand stratejisi ile olan uyumunu ortaya koymuş oldu.

Adalet ve Kalkınma Partisinin siyasi yelpazede merkez sağ tercihini yansıtan “muhafazakarlık” kimliği,  dindarlığa ve “milli değerlere” dönük bir yüze de sahip olmakla birlikte, bu durum, partinin “demokrat” kimliğiyle modernleşmeye ve Batı’ya dönük yüzünü gölgeleyen bir yoğunlukla vurgulanmadı. Tam tersine partinin “muhafazakarlık” kimliği, kendini milli değerlerle ve dindarlıkla tanımlayan kitlelerin Türkiye’nin Batı’ya dönük Grand stratejisini içselleştirmesi için araçsallaştırıldı.

Dolayısıyla dindarlık ile milli ve tarihsel değerler, dış politika kurgusunda Türkiye’nin Batı’ya dönük Grand stratejisini, halka da benimseterek güçlendiren taktiksel bir kıymet haline gelmiş oldu.

Bu ise Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetine bazen “Yeni Osmanlıcılık” bazen “bölgeselcilik” diye nitelendirilen bölge politikalarını geniş bir halk desteğiyle Türkiye’nin Batı’ya yönelik Grand stratejisini güçlendirecek şekilde kullanması için imkan sağladı.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bölgesel politikalardan dolayı yapılan eksen kayması suçlamalarına cevap verirken “Türkiye'nin dış politikasının, Türkiye'nin coğrafyası ve tarihine uygun şekilde çok boyutlu ve bütün bu unsurları kuşatan şekilde sürdürüleceğini belirttikten sonra Türkiye'nin çok boyutlu dış politikasının ana unsurlarının başında AB ve NATO üyeliğinin geldiğini” söylemesi[2] izlenen bölge politikalarının, Türkiye’ye Batı ile ilişkilerinde önemli bir kredi kazandıran yani Grand stratejiyi destekleyen bir taktiksel araç olarak anlamlandırıldığını ortaya koyuyordu.

Üçgenler metaforu ve Ankara’nın orta üçgen operasyonları

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, uluslar arası sistemle ilişkileri bakımından bölgesel güç dengesini iç içe geçmiş “üç üçgen” metaforuyla açıklıyor.[3]

Buna göre bölgede Türkiye, İran ve Mısır’ın oluşturduğu büyük üçgen; Suudi Arabistan, Irak ve Suriye’nin oluşturduğu birincisine nispetle daha küçük bir orta üçgen ve Ürdün, Lübnan ve Filistin’den oluşan bir de küçük üçgen bunuyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Suriye politikasını analiz etmek bakımından Türkiye’nin Grand stratejisi ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından söz konusu edilen bu “iç içe üçgenler” metaforu, son derece açıklayıcı bilgiler sunuyor. Ancak bu analize geçmeden önce bahsi geçen üçgenleri oluşturan bölge ülkelerinin uluslar arası sistemle (Batı müttefikliği diye de okunabilir) uyumunu açıklamak gerekiyor.

1- Büyük üçgeni oluşturan ülkelerden biri olan Mısır, Cemal Abdunnasır döneminde sistem dışı, İran ve Türkiye ise sistem içidir. Ancak Nasır’ın ölümü ve Enver Sedat’ın 1978’de Camp David anlaşmasını imzalaması ile Mısır sistem içerisine girerken, 1979’daki İslam Devrimi ile İran sistem dışına çıkmıştır.

2- Orta üçgende Suudi Arabistan sistem içinde iken, Saddam döneminin Irak’ı İran’la olan 8 yıllık savaş boyunca kısmen sistem içindedir; ancak 1990’daki Körfez savaşıyla sistem dışına çıkmıştır. Suriye ise hem Soğuk Savaş dönemindeki tarafı hem de İran’la olan ittifakı sebebiyle sistem dışıdır.

3- En küçük üçgende Ürdün sistem içerisinde iken, Lübnan ve Filistin, orta ve büyük üçgenlerin etkisine göre değişken bir durum arz etmektedir.

Bu durumda, birinci üçgendeki uluslar arası hakim sistemin lehine olan 2’ye 1 durumu, Mısır devriminden sonra riske girmiş bulunuyor. Çünkü parlamento seçimlerinde büyük bir üstünlük elde eden İslamcıların cumhurbaşkanlığını da elde etmesi ve Mısır’da tek karar verici haline gelmesi durumunda Camp David’in tehlikeye girmesi söz konusu olabilir. Mısır’ın Camp David öncesine geri dönerek İsrail’le barışa son vermesi, Mısır’ın doğal olarak İran’ın yanına geçmesine ve büyük üçgendeki dengenin sistem aleyhine 2’ye 1 olmasına sebep olabilir.

Orta üçgende ise Amerika’nın Irak’tan hiçbir askeri üs elde edemeden çekilmesi ve İran’ın nüfuzuna açık bir yönetimin kurulmasından dolayı, denge sistemin aleyhine 2’ye 1 olarak bozulmuş gözükmektedir. Çünkü Suudi Arabistan sistem içerisinde yer almakla birlikte Irak’ın da Suriye’nin stratejik müttefiki olan İran’ın yanına geçmesiyle, İran adeta Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden İsrail’e komşu haline gelmiştir.

Orta üçgendeki bu denge değişimi, küçük üçgende etkisini göstermeye başlamış, Lübnan’da Hizbullah ve müttefikleri iktidar olurken, Filistin’de ise büyük ve orta üçgendeki ABD müttefiklerinin uzantısı olan el-Fetih giderek etkisizleşirken başta Hamas olmak üzere direniş ekseninin müttefikleri belirleyici rol kazanmaya başlamıştır. Yani küçük üçgende de denge, Ürdün’le temsil edilen sistem yanlılarının aleyhine 2’ye 1 olarak bozulmuştur.

Adalet ve Kalkınma Partisi, “komşularla sıfır sorun, azami işbirliği ve bölgesel entegrasyon” şeklinde formüle ettiği bölge politikasını, Türkiye’ye Batı ile ilişkilerinde etkinlik kazandıran yani Grand stratejiyi destekleyen bir taktiksel araç anlamı yüklüyor.

Bunu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun şu sözlerinden çıkarmak mümkün:

“Eskiden duruşu yukarıdaki aktörler, süper güçler belirliyordu. Siz de o duruşa intibak ediyordunuz. İki kutuplu düzende bu anlaşılabilir bir şeydi. Büyük güçler vardı, küresel güçler vardı. Değişik kategoriler pozisyon belirliyor, siz de onlara intibak gösteriyordunuz. Ama şimdi her şey değişti. Orada sizin sözünüz olmalı ki pozisyonunuz olsun. Hareketli bir ortamda olan biteni anlayabilmek için bir yerde durmanız gerekir. Bu da sizin ekseninizdir. Ben, o ekseni bulduktan sonra oturur vizyonumu müttefiklerimle istişare ederim ve ortak bir pozisyon belirlerim."[4]

   Bu ifadelerde, iki kutuplu dünya sisteminin sona ermesiyle süper güçlerin belirleyici, bölgesel güçlerin ise intibak edici rolünün bittiğine işaret edilerek artık bölgesel güçlerin etkinlik gösterebilecekleri özerk alanlar bulunduğuna dikkat çekiliyor ve Türkiye’nin de şu an müttefikleri nezdinde pozisyon kazanabilmek için bu özerk alanda etkin olmaya çalıştığı vurgulanıyor.

Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bölgesel politikalarını Türkiye’nin küresel güçlere rağmen tarihsel misyonuyla bağımsız bir oyun kurucu olmasından kaynaklanan etkinliği ile izah edip savunanların iddiaları reddediliyor. Türkiye’nin etkin olabildiği özerk alanlarda oluşturacağı eksenin vizyonunu müttefikleriyle istişare edeceğini vurgulayarak bölgesel politikalara yüklediği taktiksel araç anlamı ortaya konmuş oluyor.

Binaenaleyh, Ankara’nın Şam’la olan dünkü abartılı dostluğunun da bugünkü abartılı düşmanlığının da bölgesel politikalarını müttefikler nezdinde pozisyon sahibi olma stratejisi üzerine kurulduğu söylenebilir.

Türkiye Suriye ilişkilerinin hissedilir şekilde iyileşmeye başlaması, Irak işgali ve bu ülkede başlayan siyasi süreçlerle neredeyse eş zamanlı gelişti. Halbuki ABD Irak işgali sırasında İran’la birlikte Suriye’yi de “şer ekseni” içerisinde zikretmekte, Irak’taki silahlı direnişten Suriye’yi sorumlu tutmakta, Fransa ile birlikte çıkardıkları 1559 sayılı kararla Suriye ordusunu Lübnan’dan çıkarmaya çalışmakta ve Refik Hariri cinayeti konusunda da Suriye’yi sorumlu tutmaktaydı.  

Küresel güçlerin Suriye’ye yönelik bu düşmanca tutumu olmakla birlikte ABD’nin 2005 sonundan itibaren Irak’ta çıkmaza girmeye başlaması ve 2006 yılındaki İsrail Hizbullah savaşından “Yeni Ortadoğu”nun kuruluşu için beklediği sonucu elde edememesi, bölgesel güçlere etkin olabilecekleri özerk etkinlik alanları açmıştı.

Irak’taki 15 Aralık 2005’te neticelenen siyasi süreçler, İran’ın bu ülkedeki nüfuzunu arttırmış, 2006 Lübnan savaşı, direniş ekseninde yer alan İran Suriye ittifakını güçlendirmiş, dolayısıyla da küçük üçgende yer alan Lübnan’da ve Filistin’deki dengeler direniş ekseni lehinde bozulmaya başlamıştı.

Ankara işte tam da böylesi bir konjonktürde Suriye ile ilişkilerini geliştiriyor, Hamas’la ilk temaslarını kuruyor, Lübnan’la daha yakından ilgilenmeye başlıyor ve el-Irakiye ittifakı üzerinden orta üçgende yer alan Irak’ta siyasi dengeleri İran aleyhine yönlendirmeye çalışıyordu.

Ankara, Hamas’la kurduğu temasları, Hamas’ı siyasi çözüme ikna etmek gerekçesiyle izah ederken, benzer şekilde Suriye İsrail dolaylı görüşmelerine arabuluculuk yaparak da Şam yönetimini uluslar arası sisteme kazandırmaya çalıştığını ifade ediyordu.

ABD’nin Irak’taki, İsrail’in de Lübnan’daki başarısızlığı, orta üçgendeki dengeyi direniş lehinde bozarken, küçük üçgendeki direniş eksenini de güçlendirmişti.

Türkiye’nin arabuluculuk yaptığı Suriye İsrail dolaylı görüşmeleri sonuçsuz bitmiş, Hamas, direniş çizgisinden siyasi çözüm çizgisine gelmemiş, Suriye, İran’a daha fazla yaklaşmış, Lübnan’da ise direniş ekseni hükümeti ve cumhurbaşkanlığını belirleyecek güce ulaşmıştı.

Bütün bu gelişmelerden dolayı yumuşak gücüyle Hamas’ı siyasi sürece, Suriye’yi de uluslar arası sisteme katmayı başaramasa da Türkiye, tüm taraflarla görüşebilen bir ülke pozisyonu ile Batılı müttefikleri nezdinde daha fazla dikkate alınan bir aktör olmayı başarmıştı.

Tunus, Mısır ve Libya’da devrimle sonuçlanan Arap isyanları, Türkiye’ye Suriye’nin yer aldığı orta üçgendeki dengeyi direniş ekseni aleyhine değiştirme fırsatı yarattı.

ABD askerlerinin çekilmesinden sonra Irak’ın İran’ın uydusu olduğu yönünde analizler yapılırken, Ankara, “Arap Baharı” etkisini kullanarak orta üçgendeki Suriye’yi kendi uydusu haline getirmeye çalışan bir strateji izledi ve “Arap Baharı” rüzgarı Suriye’de hissedilmeye başladığı andan itibaren Ankara, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle dört aşamalı bir plana göre hareket etti.[5]

Bu plan doğrultusunda Ankara, birinci aşamada “ikili angajman” denedi, ikinci aşamada Arap Birliği ile hareket etti, üçüncü aşamada BM Güvenlik Konseyi’nden Suriye aleyhine karar çıkması için çalıştı, dördüncü aşamada da “Suriye’nin Dostları” grubunun oluşturulmasına öncülük etti.

Ankara, planın ikili angajmanı öngören ilk aşamasında Suriye ile geliştirdiği ikili ilişkileri Şam üzerinde bir yumuşak güç olarak kullanmayı ve Suriye’yi kendi uydusu haline getirerek orta üçgendeki dengeyi değiştirmeyi amaçladı.

Birinci aşamada Suriye sorununun “ikili angajmanla” diplomatik çözümü çerçevesinde Şam’a “reform tavsiyesi” adı altında iktidarı Ankara’nın önerdiği muhaliflerle paylaşması dayatıldı.

Şam, Ankara’nın uydusu olmayı kabul etmeyince, ikinci aşamaya yani Arap Birliği ile birlikte hareket etme aşamasına geçildi. Bu aşamada artık Şam yönetiminden iktidarını paylaşması değil, gitmesi istendi ve Yemen ya da Libya modelinden birini tercih etmesi istendi.

Yemen modeli ile Şam yönetimine gönüllü gidiş öneriliyordu. Buna göre Cumhurbaşkanı Beşşar Esed çekilip yetkilerini yardımcısına bırakacak, yardımcısı da ABD, Fransa, Katar ve Türkiye’nin onay verdiği muhaliflerin yer aldığı bir ulusal uzlaşma hükümeti kurarak ülkeyi seçimlere götürecekti.

Libya modeli ise Şam yönetiminin güç kullanılarak götürülmesini öngörüyordu. Bu modelin hayata geçmesi için ise rejimin devrilmesine öncülük eden bir örgütün kurulması, ülkenin bir bölgesinin bu örgütün kontrolünde kurtarılmış bölge haline getirilmesi ve sivilleri “koruma sorumluluğu” çerçevesinde bir BM Güvenlik Konseyi’nden müdahale kararı çıkarılması gerekiyordu.

Örgüt, İstanbul’da kuruldu; Humus, İdlib vb. yerlerde oluşturulmaya çalışılan kurtarılmış bölgelerde Suriye ordusu kısa sürede yeniden hakimiyet kurmayı başardı, Güvenlik Konseyi’nden ise Rusya ve Çin vetosu sebebiyle müdahale kararı çıkarılamadı.

Bu gelişmeler, Ankara’nın Batılı ve Arap dostlarıyla Suriye’de rejim değişikliğini öngören planının çökmeye başladığını gösteriyordu; ancak Ankara, son bir hamle ile Bush yönetiminin Irak’ı işgal etmek için kullandığı yöntemin kullanılması için “Suriye’nin Dostları” adlı grubun oluşturulmasına öncülük etti ve bu grup aracılığıyla Güvenlik Konseyi’ni bypass etmeye çalıştı.

Ancak dış müdahalenin engellenmesi için Şam’a verilen halk desteğinin güçlülüğünü, kendilerinin organize ettiği muhaliflerin zayıflığını ve uluslar arası konjonktürün elverişsiz olduğunu gören “büyük dostlar” yani ABD ve Fransa, Annan planını kabul ederek Ankara’nın Suriye’yi uydu devlet yapma hayalinin fatihasını okumuş oldu.

Sonuç

Ankara’dan, Annan planını sabote etmeye yönelik açıklamalar[6] bu plan başarısız olursa “Suriye’nin Dostları”nın Suriye’de devrim gerçekleştirmek için başka bir planı devreye sokabilecek durumda olmasından kaynaklanmıyor. Sadece “küçük dostların” planının başarısızlığının kabul edilememesinin yarattığı hırçınlıktan kaynaklanıyor.

Çünkü gerçekte Rusya’nın planı olan Annan planı, çeşitli planlar arasında bir aşama olarak değil, “Dostların” Suriye’de dış destekli devrim planının çökmesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Dönelim en baştaki soruya Türkiye, başarısız olan bu Suriye’de rejim değişikliği senaryosunda bağımsız bir aktör olarak mı yer aldı, yoksa birilerinin taşeronluğunu mu yaptı?

“Suriye’nin Dostları” adı verilse de gerçekte “İstanbul’da kurulan “Suriye Ulusal Konseyi” adlı örgütün dostları olan ülkelerin her biri Şam’da rejim değişikliğini farklı beklentilerle ve çıkarlarla istedi.

Şam’da gerçekleşecek rejim değişikliğinin Katar’ı, Suudi Arabistan’ı, ABD’yi, Fransa’yı ve Türkiye’yi memnun edeceği açıktır; ancak Şam’da rejim değişikliğinin olmasının da olmamasının da bu ülkeleri farklı şekillerde etkileyeceği de söylenebilir.

Orta üçgende dengeyi kendi lehine çevirmek için Irak siyasi süreçlerine müdahale etmeyi deneyen Ankara’nın, Suriye’ye de aynı gerekçeyle abandığını söylemek mümkün. Orta üçgende bir uydu devlet peşinde olan Türkiye’nin Irak veya Suriye operasyonlarına Batılı ve Arap dostlarıyla girmiş olsa da onların taşeronluğunu yaptığını söylemek mümkün gözükmüyor.

Bununla birlikte şunu da söylemek gerekir ki “Suriye Ulusal Konseyi’nin Dostları”nın her bir üyesi artık bir hayal olarak gözüken devrim fiyaskosundan bu devrime yaptıkları yatırım nispetinde ve farklı şekillerde zarar görecek.

[email protected]

 


[1] http://www.akparti.org.tr/site/haber/5475/ak-parti-buyukcekmece-ilce-kongresi-genel-baskan-ve-basbakan-erdogan-bir-ke ,  http://www.akparti.org.tr/site/haberler/milli-savunma-bakani-gonul-turkiye-icin-ab-bir-medeniyet-projesidir-tartisi/4660

[2]http://www.cnnturk.com/2010/dunya/06/15/eksen.kaymasi.bir.yorum.da.davutoglundan/580179.0/index.html

[3] http://www.setav.org/ups/dosya/101391.pdf

[4]http://www.cnnturk.com/2010/turkiye/08/05/davutoglundan.eksen.kaymasi.yorumu/585755.0/index.html

[5] http://yenisafak.com.tr/Politika/?t=23.03.2012&c=2&i=374082&k=f4

[6] http://www.trthaber.com/haber/gundem/annan-plani-artik-kaduk-kaldi-36001.html



Makaleler

Güncel