Büyük Ortadoğu Rüyası Kabusa dönerken

Özelde İslam dünyasının, genelde de ABD’nin Soğuk Savaş dönemi müttefikleri de dâhil olmak üzere tüm dünyanın 11 Eylül sonrası ABD tek taraflılığı konusundaki tedirginliği biliniyor.

Özelde İslam dünyasının, genelde de ABD’nin Soğuk Savaş dönemi müttefikleri de dâhil olmak üzere tüm dünyanın 11 Eylül sonrası ABD tek taraflılığı konusundaki tedirginliği biliniyor.

 

ABD, tek taraflı olarak yeni bir dünya düzeni kurmaya yöneldiği bu süreçte öylesine yükseklerden uçan bir söyleme sahipti ki tüm dünya Afganistan ve Irak’tan sonra sıradaki hedefi merak eder hale gelmişti.

 

Gerçi ABD zâhiren bu yükseklerden uçan söylemini hâlâ terk etmiş değil. Washington’dan sadır edilen buyruklara ve dile getirilen tehditlere bakıldığında sürecin ABD’nin kontrolünde işlediği ve ABD açısından her şeyin yolunda gittiği izlenimi oluşuyor. Gerçi ABD’nin hâlâ sürdürüyor göründüğü müstekbirce tutumunun, bir psikolojik savaş taktiği olarak anlam taşıdığı söylenebilir; bununla birlikte yaşanan gelişmeler ve gelinen süreç iyi analiz edildiğinde durumun ABD açısından hiç de iyi gitmediği görülüyor.    

 

Amerika’nın Afganistan’la başlayıp Irak’la devam eden “Büyük Ortadoğu” macerasında Washington’daki karar vericiler tarafından ortaya konan pratiği, hedefleri, beklentileri ve şu anki sonuçları toplu olarak değerlendirelim.

 

Atılan adımlar

1- ABD, 11 Eylül’le birlikte “terör mağduru ülke” pozisyonu sayesinde arkasına uluslar arası destek bulmakta zorlanmadı ve bu uluslar arası destekle Afganistan’a saldırdı. Fakat ABD yönetimi, bu süreçte bile “dünya ya bizim yanımızdadır ya da bize karşı…” söylemiyle mağdur ve savunan değil, mağrur ve tehditkâr bir pozisyon almayı tercih etti.

 

2-ABD’nin Afganistan süreciyle başlayan bu mağrur ve tehditkâr tutumu, BM Güvenlik Konseyi iradesine rağmen başlattığı Irak saldırısı ile Washington’un dünya sistemini tek taraflı bir şekilde inşa etme iradesinin habercisi olmuştu. “Preemptive strike/Önleyici vuruş” Tek taraflıcılık siyasetinin askeri doktrini olarak ifade ediliyordu.

 

3-Irak saldırısı ve işgaliyle ile eş zamanlı olarak “Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi” ve “halkların özgürleştirilmesi” söylemi dillendirilmeye başlandı.

 

4-Bu söylem, “Büyük Ortadoğu Projesi” ile uluslar arası meşruiyeti olan bir somut adıma dönüştürüldü.

 

Beklentiler

11 Eylül’den bugüne kadar dört maddeyle özetlenen bu gerçekleşen adımlar, belli beklentiler doğrultusunda atılmıştı. Söz konusu beklentiler ise şu şekilde özetlenebilir:

 

1- İşgal edilen Afganistan’da ve Irak’ta öngörülen rejim değişikliklerinin sağlanması ve buralarda sağlanan “özgürleştirme” ve “demokratikleştirme”nin “Büyük Ortadoğu” için bir model olarak sunulması.  

 

2-Filistin halkının Oslo benzeri bir sürece ikna edilmesi, Filistin’deki intifadanın sona erdirilmesi ve İsrail güvenliğini temin edici bir yapının dayatılması.

 

3-Lübnan’ın siyasal açıdan yeniden düzenlenmesi, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, bu cümleden, Suriye ve İran’ın stratejik derinliğinin yok edilmesi ve Lübnan’ın İsrail açısından bir nüfuz alanı haline getirilmesi.   

 

4-Suriye, İran başta olmak üzere İsrail’in güvenliği açısından sorun teşkil eden ülkelerin, Afganistan ve Irak benzeri yollarla hizaya getirilmesi ve bölgenin teslim alınması.

 

Yaşananlar ve gerçekler

Atılan adımları ve beklentileri bu şekilde özetledikten sonra şimdi bilânçonun sonucunu çıkarmaya ve bunu değerlendirmeye geçebiliriz. Bu durumda, bilânçonun sonucunu ortaya koyacak olan en temel ölçüt, atılan adımlarla, beklentilerin birbirini ne ölçüde tamamladığı, diğer bir ifadeyle beklentilerin, atılan adımlara ne ölçüde cevap verdiğidir.

 

1-ABD, uluslar arası anlamda kısmî destek bulduğu Afganistan operasyonu sonrasında da Soğuk Savaş dönemi müttefikleri ile arasını açma ve uluslar arası kurumları itibarsızlaştırma pahasına işgal ettiği Irak’ta da arzuladığı neticeyi alamadı.

 

Afganistan’da kurulan Hamid Karzay yönetiminin hükümranlığının Kabil dışına taştığı tartışmalı iken, otoritenin ve istikrarın sağlanması adına devrilen Taliban rejimi mensupları ile görüşmelerin ve pazarlıkların yapıldığı artık sır olmaktan çıktı.

 

Irak’ta İyad Allavî gibi nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiî kesime mensup laik liderler hükümete taşınamadı. ABD, Ayetullah Sistanî tarafından dayatılan seçimleri sahiplenmeye çalıştı ise de söz konusu seçimler, birliklerini muhafaza eden İslamcı Şiîleri hükümete taşıdı.

 

ABD, son verdiği Saddam rejiminin dayandığı sosyolojik kesim olan Sünnî Arapların silahlı direnişini hâlâ kontrol altına alamadı, silahlı direniş içinde olmayan Sünnîler içerisinde de muhatap alıp pazarlık yapabileceği kimseyi bulamıyor.

 

Etnik çıkarları temelinde ABD ile işbirliği yapan Kürt partiler ise, artık kendini Irak’ı tek parça halinde tutmak zorunda hisseden ABD’nin neredeyse Irak’taki en sorunlu müttefiki haline gelmiş bulunuyor.

 

Çünkü işgalin başlarında İran’a alternatif bir Şiî Irak yaratma rüyasıyla Irak’ın üçe bölünmesini ihtimal dışı bırakmayan ABD, gelinen süreçte bu rüyasının kâbusa dönüşmeye başladığını görmesinden ve Kürt bağımsızlığından endişe eden Türkiye’yi yatıştırmak istemesinden dolayı artık Irak’ın toprak bütünlüğünü garanti etmek noktasına gelmiş bulunuyor.

 

ABD’nin Irak’a getirmekle övündüğü demokrasinin iş başına getirdiği Başbakan İbrahim Caferî, temmuz ortalarında onu aşkın bakanla İran’a resmî bir ziyarette bulundu ve Tahran’la ekonomiden, savunmaya, istihbarattan turizme birçok alanda büyük anlaşmalar imzaladı. Bu ziyaret sonrasında İran’la Irak arasında, tarihte benzeri görülmemiş bir işbirliği ve dostluk sayfası açıldı.

 

Kısaca savaş ve silahlı direnişle yenemese de Irak, siyasî alanda Washington’u içinden çıkamayacağı bir batağa saplamış bulunuyor.

 

2-Durdurulamayan Filistin intifadası, İsrail’i Gazze’den çekilmeye mecbur etti. Bu Hizbullah direnişi yüzünden güney Lübnan’dan kaçmak zorunda kalan İsrail’in tarihinde geri çekilmek zorunda kaldığı ikinci olay oluyor. Bu olayla, Filistin halkı, müzakere süreçlerinin faydasızlığını ve direnişin gücünü görürken, İsrail ise ikinci yenilginin acısını yaşadı.

 

3-Refik Hariri cinayeti ve 1559 sayılı BM kararı ile Lübnan’da Hizbullah’ı silahsızlandırıp bu ülkeyi 1975 dönemindeki iç savaş konumuna sürüklemek için atılan ABD adımı, ters tepti. Seçim sonrası oluşan siyasi tablo, Hizbullah’a dışişleri ve enerji bakanlıklarını kazandırırken, Hizbullah’ın silahsızlandırılması planını uygulanamaz hale getirdi.

 

4- Yüzde 70’e varan bir katılımla Mahmud Ahmedînejad’ı cumhurbaşkanlığına seçen İran halkı, İran’da halk ayaklanması senaryoları çizen ABD’ye sarsıcı bir cevap verdi. Öte yandan ABD ve AB ülkelerinin baskılarına rağmen daha önce bir iyi niyet adımı olarak durdurduğu İsfahan’daki nükleer tesislerini tekrar aktif hale getiren İran, sürdürdüğü barışçı nükleer projesi konusunda hiçbir güce boyun eğmeyeceğini ortaya koydu.

 

Sonuç

Yazının sınırlarını zorlamamak adına çok kısaca özetlediğimiz bölgesel gelişmeler, üstün silah gücüyle dünyayı tek taraflı adımlarla biçimlendirmeye soyunan ABD’nin, attığı adımlarla öngördüğü beklentilerinin hiç de birbirini tamamlamadığını gösteriyor.

 

Maddî gücü ve askerî kabiliyeti dolayısıyla dünyada seçkin bir konuma sahip olan ABD, terör ve savaş yoluyla değil, hikmete dayalı önderlerin rehberliğinde hareket eden halkların inançlı mücadeleleriyle yeniliyor. Filistin, Lübnan, Irak ve İran cepheleri bunu ifade ediyor.



Makaleler

Güncel