YDH-Uluslar arası hukuk araştırmacısı yazarımız Musab Yiğit, dini değerlere hakaretin taşıdığı suç niteliğini uluslar arası hukuk açısından inceledi.
Hz Muhammed (s.a.v) hakkında hakaret içeren hatta hakaretinde ötesinde küfre varan ithamlarda bulunan ve yayınlandığı andan itibaren sadece İslam dünyasında değil tüm dünya gündeme oturan film ile ilgili olarak şu ana kadar yüzlerce yorum yapıldı.
Filmin aslında gündemi değiştirmek için provokasyon amacı ile yapıldığını söyleyenlerden tutun, amacın aslında Arap Baharı ile başlayan süreci baltalamak veya esas hedefin ABD seçimleri olduğunu söyleyenlere kadar çok farklı yorumlar gündeme getirildi. Filmin ve filmin yapımcılarının akıbetinin ne olacağına ilişkin ise çok az şey söylendi.
Bölgede Batılılar tarafından bazı sihirli kelimeler kulaklarına fısıldanan yazarlar ve aydınlar, bunun bir film olduğunu ve gülüp geçmemiz gerektiğini söylerken, biraz daha insaflı olmaya çalışanlar bunun saf iğrençlik olduğunu ve hiçbir sanatsal değeri olmadığını; ama yapmamız gerekenin bu provokasyona gelmemek olduğunu söylediler. Ama hiçbiri bu film ile ilgili kınamaktan ve kuru birkaç söz söylemekten öteye gidilmesi gerektiğini düşünmedi, hatta bunu isteyen kitleleri “provokasyona gelen zavallı halk güruhu” olarak görerek kendilerinin ne kadar gelişmiş bir “Düşünce Özgürlüğü” inancına sahip olduklarını tüm dünyaya göstermeye çalıştılar.
Özellikle ülkemizde, Ortadoğu’nun en medeni ve Batılı ülkesinde, tüm kesimler olaya bu bakış açısı ile yaklaştı. Kimse bu filmin ve filmin yapımcılarının cezalandırılması için bir talepte bulunmadı.
Batı, dini değerlere hakarete nasıl bakıyor
Peki, bu sihirli sözleri kulağımıza fısıldayan Batı aslında bu tip olaylara nasıl bakıyor? Gelişmiş insan hakları normları ve göz kamaştıran demokrasileri ile böyle karanlık dönemlerde bizlerin yol göstericisi olan Batı hukuku ve uygulayıcıları acaba “Düşünce Özgürlüğü” ve “ Dine Karşı Küfür” meselesine nasıl bir çözüm getiriyor ve çizgilileri nasıl çiziyor?
İşte bu soruların cevabını bulmak için yapılması gereken tüm siyasi, etnik, tarihi hatta dini kimliği bir tarafa bırakarak Batı’da insan hakları kurallarının uygulanması noktasında en etkin iki kurumun “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi” ve daha da önemlisi “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” nin ortaya koyduğu görüşleri iyi analiz etmek gerekir.
A. AİHM Kararları
Yetkisini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden alan ve bu kuralların uygulayıcısı olan mahkeme günümüzde insan hakları ve düşünce özgürlüğü denince akla ilk gelen kurum olmuştur. Gerek ortaya koyduğu içtihatlar ile gerekse de yorumları ile dünyada insan hakları savunucularının en temel referans kaynağı bu mahkeme olmuştur.
Peki, tüm dünya gündemini sarsan ve toplumlar nezdinde büyük infial uyandıran bu film acaba mahkeme tarafından hangi kriterler ile nasıl değerlendirilebilirdi?
Konuyla bağlantılı içtihatlar detaylı olarak incelendiğinde aslında günümüzde yaşanan olaya çok benzer bir vakanın daha önce Avusturya’da yaşandığını ve mahkemenin burada konuya ilişkin ilginç bir içtihat ortaya koyduğunu görmek mümkün olacaktır.
Avusturya’da çoğunluğunu Katolik Hristiyanların oluşturduğu bir bölgede Hz İsa’ya ve Hristiyanlığa yönelik küfre varacak ölçüde aşağılamalar içiren bir film, başvurular üzerine söz konusu yerdeki yerel mahkeme tarafından yasaklanmıştır.
Konu, yapılan başvuru üzerine AİHM’e taşınmış ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi verdiği kararda Avusturya mahkemesinin kararında sözleşmeye ilişkin herhangi bir aykırılık bulmamıştır. Hz İsa’ya ve Hristiyanlığa yönelik aşağılamalar içeren filmin artık düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğine, burada sınırın aşılarak 9. Maddede korunan “Din Özgürlüğü” nün ihlal edildiğine kanaat getirmiştir.
AİHM, Otto Preminger Institute olarak bilinen kararında, inananların her türlü inançlarının eleştiriye karşı korunmasını beklememesi gerektiği ancak devletin dine karşı küfrü yasaklanmasının da sözleşmeye aykırılık teşkil etmeyeceği vurgulanmıştır.
Ayrıca bu kararda dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur; filmin gösterimi herkese açık yapılmamıştır ve izlemeden önce gereken uyarılar filmin içinde yer almıştır.
Konuyla alakalı ve çok daha ilginç bir içtihat ise “Garaudy” davasıdır. Kısa bir süre önce hayatını kaybeden ünlü siyaset bilimci ve tarihçi, Yahudi soykırımını bazı yönleriyle reddeden bir kitap yazmıştır.
Yapılan soykırımda aslında bu kadar çok Yahudi’nin öldürülmediğini, 6 milyon olarak telaffuz edilen rakamın içerisinde başka ırk ve dinlerden de insanların olduğunu iddia eden “Garaudy” Fransız mahkemelerince hapis cezasına mahkum edilmiştir.
Konu son olarak AİHM’e taşınmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararda Yahudi soykırımı gibi tarihsel bir gerçeğin inkar edilmesinin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre bu durum Yahudilere ve Yahudiliğe karşı nefrete tahrikin ve hakaretin en önemli şeklidir. Yani Yahudi soykırımına ilişkin söylenenlerin “revize” edilmesi dahi mahkeme tarafından Yahudilik dinine karşı bir küfür olarak algılanmış ve Fransız makamlarınca yazara verilen hapis cezası onanmıştır.
B. BM İnsan Hakları Komitesi
Medeni ve siyasi haklar sözleşmesi ile getirilen kuralların korunması için kurulan “İnsan Hakları Komitesi “ de Batı’da insan hakları dendiği zaman akla ilk gelen kurumlardan bir tanesidir. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne uygun olarak çok geniş kapsamda düzenlenen sözleşme ile birçok hak güvence altına alınmış ve uygulamayı denetim görevi “İnsan Hakları Komitesi” ne bırakılmıştır.
Dinsel nefrete tahrikin Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 20. maddesinin 2. fıkrasında açık olarak yasalar ile yasaklanacağı belirtilmiştir. İlgili madde şöyledir:
Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden herhangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.
Fransız bir tarihçi olan Faurisson, Yahudi soykırımını reddeden bir takım demeçlerde bulunmuş ve bunun sonucunda para cezasına çarptırılmıştır.
Faurisson davayı İnsan Hakları Komitesi’ne taşımış ve kararın basın özgürlüğüne ilişkin düzenlemelere aykırı olduğunu öne sürmüştür. Komite verdiği kararda söz konusu demecin Yahudi aleyhtarı unsurlar içerdiğini ileri belirtmiş ve bunu sözleşmenin 19. maddesinin 3. fıkrasının “a” bendine aykırı bularak Yahudi cemaatinin haklarının ve itibarının ihlal edildiğine karar vermiştir. Komite üyelerinden Rajsoomer Lallah, olayda dinsel nefrete tahrik olgusunun açıkça tespit edildiğini söylemiştir.
Bu durumda göstermektedir ki dinsel nefrete tahrik konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de İnsan Hakları Komitesi ile benzer bir çizgi izlemektedir.
C. Sonuç
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde doğrudan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ise dolaylı olarak içtihatlar yolu ile yasaklanan dinsel tahrik ve dine karşı küfür meselesinde, Batılı devletler ve İnsan Hakları uygulayıcıları bize söylendiği gibi olaylara gülüp geçmemekte ya da olayları düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirmemektedir.
Bazı noktalarda devletlere gereken önlemleri alma noktasında tavsiye veren uygulayıcılar, bazı noktalarda daha da ileriye giderek devletleri bu korumayı sağlamaları noktasında zorunlu tutmuşlardır.
Yukarıda sayılan içtihatlarda olduğu gibi toplumları derinden etkileyen ve dinsel nefreti tahrik eden düşünce, eylem ve eserler konusunda tolerans tanımamış bu noktada devletler tarafından ön görülen yasaklamaları, para cezalarını hatta ve hatta çok sınırlı durumlarda uygulanabilecek olan “özgürlüğü kısıtlayıcı hapis cezalarını” dahi onaylamışlardır.
İşte Batı’nın gözünden “o” filme bakmamız gerekirse bu film yasaklanması gereken, yapımcılarının ve bilinçli olarak dahil olanların ise cezalandırılması gereken bir filmdir.
Yani sokaklarda bu filmin sorumlularının gerektiği şekilde cezalandırılması için barışçıl ve dozunda gösteri yapan kitleler provokasyona gelen halk topluluğu değil, sahip oldukları hakları korumaya çalışan insan hakları savunucularıdır.