SAAF-Lübnan’da yayınlanan el-Sefir gazetesi adına Talal Selman’ın Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’la yaptığı üç bölümlük röportajın ikinci bölümünü arkadaşımız Furkan Torlak çevirdi.
-Direniş’in silahına ilişkin husus ve eğer sonuçlar önceden kestirilseydi bu operasyon yapılmazdı sözlerine ilişkin ne söyleyeceksiniz. Size göre Olmert meseleyi içeride nasıl kullanmıştır?
New TV’de söylediklerim savaş sırasında söylediklerimin vurgulanmış haliydi. Bu noktayı ayrıntılı bir şekilde ele almıştım. “Eğer bilseydik yahut tahmin etseydik” sözleri bu çerçevede söylenmiş sözlerdi. Ancak maalesef konuşmamın bu parçası çirkince kesilerek alındı. Bunu siyasi tutumları oluşturma ve buna bağlı siyasi yorumlar geliştirme noktasında kullandılar.
Dolayısıyla söylediklerimi yeni bir cümle kalıbıyla ifade etmek istersem şunu söyleyebilirim: Ben gerçekten açık bir şekilde iki askerin esir alındığı operasyonun İsrail’i Temmuz ayında bir savaşa ittiğini, oysa İsrail’in Ekim ayında bir savaş başlatmayı planladığını ifade etmiştim. Eğer İsrail bu operasyonu Ekim ayında gerçekleştirseydi Lübnan ve bölge açısından facia gerçekten de çok geniş çaplı olacaktı. Sonuçlar gerçekten de çok kötü olacaktı. İki askeri esir aldığımız operasyon, biz bilmeden –ki ben bu noktada son derece açık konuştum- (İsrail tarafından) planlanmış planı bozdu, bu plan gayet güçlü bir plandı. Ancak sonbaharın başları için tasarlanmış bu planın mükemmel olabilmesi için bazı hazırlıklara, sonuçlara ve başka etkenlere ihtiyacı vardı. Dolayısıyla ben açık konuştum ve savaşın sebebinin iki esir olmadığını söyledim.
Bu savaş, ABD ve İsrail’in aldığı ve belli odaklarca örtülen bir kararın sonucuydu. Bu savaş hazırlanıyor; hazırlıkları tamamlanıyordu. Vakti belliydi ve esas itibariyle bir sürpriz olma özelliği taşıyordu. Nitekim senaryosu da belliydi; ama uygulanan senaryo kararlaştırılan senaryo olmadı. İki askerin esir alındığı operasyon gerçekleştiğinde; (İsrail tarafında) belli sayıda askeri zayiatlar verilince İsrailliler bir panik yaşadı. Kendilerini bir realiteyle karşı karşıya buldular. Ya olan bitene katlanacaklardı, ya da sonbaharın başları için planlanmış savaşa girişeceklerdi.
Elimizdeki verilere göre ilk gün ABD ile yapılan istişare sonrası Ekim’de gerçekleştirilmesi planlanan savaşa girme kararı alındı. Dolayısıyla biz onların planındaki gafil avlama unsurunu saf dışı bırakmış olduk ve onları dikkatle hazırladıkları takvimlerinin dışında bir takvime gitmeye zorladık. Sonuçta savaş gerçekleşti. Biz savaşa tam teçhizat hazırlıklı olarak girdik; onlar ise henüz hazır değillerdi. Ama eğer hadise Ekim ayında gerçekleşmiş olsaydı savaş uyarıcı bir etken söz konusu olmaksızın başlayacaktı.
Uyarıcı bir etken bizim açımızdan dikkat yoğunlaştırıcı bir fonksiyon icra etmektedir. Eğer Ekim ayında Güney Lübnan’a gelecek olsalardı meçhul füzeleri kim hazırlayacak ve işgal altındaki Filistin topraklarına (İsrail’e) fırlatacaktı. Bu takdirde ise İsrail’in bir tepki vermesi gözlenecek ve Hizbullah doğal olarak buna hazırlıklı olacaktı. Ekim’de planlanan savaş ise gerçekten de sürpriz bir şekilde başlayacaktı. Herhangi bir geçerli neden olmayacaktı. Nitekim İsrail’in bir nedene ihtiyacı yoktur. Zira mutlak suretle ABD desteğini almaktadır. Ekim’de yapacağı savaşı terörle mücadele adına yapacak; dolayısıyla tamamen yasal bir savaş olacaktı! İsrail’in herhangi bir nedene, nefsi müdafaa gibi bir sebebe yahut bir başka sebebe ihtiyacı yoktur.
Hesaplamamızda kesinlikle bir hata yoktu
Evet, ben iki askerin esir alındığı operasyonu düzenlerken İsraillileri Ekim ayı yerine Ağustos ayında bir savaşa çekmeye çalışmıyorduk, derken doğruyu söylüyor ve şeffaf davranıyordum. Kesinlikle biz böyle bir şeyi hedeflememiştik. Ama biz bir gün İsrail ve ABD’nin bize karşı yok edici bir kıyım operasyonuna başlayacağını biliyorduk. Ama bunun ne zaman olacağını bilmiyorduk. Şartları ve siyasi verileri yakından takip ediyorduk.
Bana, 11 Temmuz’a dönsek ve sana iki askerin esir alındığı operasyonun yıkıma sürükleyen, bu kadar şehidin düşmesine vb. neden olan bir savaşı beraberinde getireceğini söylenseydi, şeklinde bir soru yöneltildiğinde cevabım “evet, iki askeri esir almamızın bu denli geniş çaplı bir savaşa neden olacağını tahmin etseydik de, bilseydik de bu operasyonu yapardık” olsaydı; eğer böyle bir şey söyleseydim yalancı duruma düşerdim. Bu durumda da aynı çirkin kimseler bu söze binaen “şunlara bakın, bunları ülke ne de insanların kanları ilgilendiriyor” diyeceklerdi.
Basit bir şekilde ben böylesi bir sorudan kaçabilirdim. Şimdi de bunu yapabilir; her halükarda savaşın iki esirle bir ilgisinin olmadığını söyleyebilirdim. Ancak ben bu sorunun insanların zihninde olduğunu ve savaş zamanında yoğun olarak gündemde tutulduğunu biliyorum. Bundan dolayı bu soruya cevap verme gibi bir sorumluluğumun olduğunu düşündüm. Ve dedim ki eğer tahmin etseydik bu zamanlamada iki esir almazdık. Ancak bu sözü hangi bağlamda söyledim. Böyle bir ihtimalin mutlak surette söz konusu olmadığını belirttiğimiz bağlamda! Dünya’daki hiç kimse ne kadar etüt etse, ne kadar değerlendirse de iki esir alma olayının bu ölçekte bir savaşa neden olacağını tahmin edemez. Zira savaşın bu iki esir olayıyla ilişkisi yok. Bu savaş herhangi bir mantığın, ölçütün, kanunun yahut kuralın dışında! İsrail Arap savaş tecrübesi, Direniş’in İsrail’le savaş tecrübesi, tarihteki tüm dünya savaşları tecrübesi iki esirin bir savaşa neden olmasına şahit olmamıştır. Evet, esir olayı savaşın başlangıç tarihini belirledi. Bize göre bu bizim maslahatımızaydı; Lübnan’ın maslahatınaydı. Bu olay, gerçekleşmesi kesin olan bir savaşı erkene aldı.
Dolayısıyla parçalanması, kesilmesi mümkün olmayan bir ifade kullanmak istersek, ben diyorum ki; hesaplamada hata yapmadık. Hesaplarımız dakik ve doğruydu. Pişman da değiliz. Nitekim ben bazı İsraillilerin söylediği gibi pişmanlık yahut yenilgi konuşması da yapmadım. Benim konuşmam ilk günden beri zafer konuşmasıydı. Ben daha ilk günden bulutlar henüz kara iken zaferin geleceğine emindim. Bu, olayı objektif olarak değerlendiren her uzmanın ittifak ettiği noktadır. Bunu birçok kez söylediğimi düşünüyorum. Operasyon kararı, zamanlaması ve sonuçları ilahi bir yardım ve lütuftu. Eğer bu operasyonu yapmasaydık, Ekim ayına kadar gaflet içerisinde bekleseydik Lübnan başka bir Lübnan olurdu. Talal Selman’ın söylediği gibi başka bir şey olurdu. İsrail de başka bir İsrail olurdu; ama bu şekilde olmazdı. Ekim ayında İsrail sürpriz etkeninden ve başka etkenlerden yararlansaydı Lübnan’daki direnişi bitirmeyi kafaya koymuştu. Bu da Lübnan’ın ABD ve İsrail’e teslim olmasına neden olacaktı. Bu, Filistin direnişi üzerinde de zorlu ve tehlikeli bir geleceği beraberinde getirecekti. Suriye açısından da, Arap dünyasındaki tüm direniş projeleri açısından da böyle olacaktı.
Binaenaleyh, tekrar ediyorum ve pişman olmadığımızı söylüyorum. Biz herhangi bir hata yapmadık. Planlarımız doğruydu ve olan bitenler bizim hesapladıklarımızın çok daha önemliydi. Evet, tüm bu projeleri ve meselenin esas yanlarını bir kenara bırakmış olsaydık; kendimizi bir köşede hesaba çekseydik ve “tahmin etseydik yapardık ya da yapmazdık” deseydik mantıklı cevap yapmazdık olacaktı. Eğer meseleyi iki askeri esir alma operasyonu ve buna karşı gösterilen reaksiyonla sınırlandırsaydık böyle söylerdik. Ancak Temmuz’da olanlar bu çerçevenin ve bu mantığın tamamen dışındadır.
-12 Temmuz’dan önce Gazze’de bir İsrail askerinin kaçırılmasına karşı İsrail, geniş çaplı reaksiyon gösterdi. Bu olay sizin için de bir işaret değil miydi?
Lübnan’da yaşanan olayla Gazze’de yaşanan olayın karşılaştırılması
O ölçekte hazırdık ve böyle bir şeyi bekliyorduk; reaksiyon olarak sert, intikam dolu; ama sınırlı bir tepki. Gazze’de yaşananlar bu çerçevenin ötesinde değildi. İsrail Lübnan’da yaptığı gibi Gazze’yi tarumar etme yahut yıkma gibi bir girişimde bulunmadı. Nitekim Gazze’de bir İsrail askerinin Filistinliler tarafından esir alınması, Lübnan’da iki askerinin esir alınmasından daha alçaltıcı bir olaydır. Filistinlilerin ellerindeki imkânlarla Lübnan’daki Direniş’in elindeki imkânları kıyasladığımızda bu noktayı daha net anlayabiliriz. Biz İsrail’in Gazze’de gösterdiği refleksi aynı şekilde yahut biraz daha geniş kapsamlı olarak göstereceğini düşündük.
Ancak İsrail’in Lübnan’da yaptığı, bir reaksiyon değildi; bilakis daha önceden planlanmış ancak zaman açısından erkene alınmış bir aksiyondu. Gazze’de esir alma olayı öncesi yapılan araştırmalara göre her ay 30 yahut 40 şehit veriliyordu. Bu olay sonrası değişen bir şey olmadı. Yeri gelmişken söyleyeyim: Olmert bu sözlere dayanarak kendi lehine açıklamada bulunabilsin, kendisini bekleyen sorunlardan ve araştırma kurulundan kurtulabilsin diye İsrail, sözlerimin bu kısmını kesti. Tabi ki ben böyle bir şeyi kastetmemiştim. Ben insanların ihtiyacı olduğu ve merak ettiği düzeyde dosdoğru ve şeffaf konuşuyordum. Ancak sonuç olarak bana Olmert’in bu cümleden faydalanmaya çalıştığı söylendi ve ben de bunu okudum.
Olmert’in bundan faydalanmaya çalışması benim açımdan sorun değil! İsrail’in yönetiminde ahmak ve aptal bir hükümet başkanının olması ile bunun yerine güçlü ve iktidar sahibi bir hükümet başkasının olması arasında tercih yapmak zorunda kalsaydık, elbette aptal ve ahmak hükümet başkanını tercih ederdik. Eğer sözlerimin kesilen bir kısmından Olmert faydalanabiliyorsa bu benim açımdan sorun değil. Beni üzen şey, Arapçayı iyi bildikleri halde, bu cümlenin kapsamlı bir konu çerçevesinde söylendiğini bildikleri halde, bu sözü doğal bağlamından koparmanın doğru olmadığını bildikleri halde nasıl kesip de bu cümleye Lübnan’da olan biteni doğru olmayan bir okuma yönünde kullanılmasına hizmet eder şekilde misyon yüklerler. Bu durum esef vericidir ve bu konuda üzülmenin ötesinde bir şeyler söylemek istemiyorum.
-1701’in çıkarılması sonrası birçok karışıklık söz konusu! Karmaşık bir karar ve karmaşık bir manzara! Direnişin silahının korunması önceliği noktasında ısrar ederken, 1701 sonrası aşama için müzakere fırsatlarının yolunu kapamıyor musunuz?
Bu noktada iki seçenek söz konusu! Bunlardan birincisi güneydeki durumun istikrara kavuşabilmesinin nasıl mümkün olabileceğiyle ilintili! Bana göre görüntü gayet net! Lübnan ordusu sınır bölgesinde yerleşmesini tamamlayacaktır. İsrail askerleri de muhtemelen çekilecektir. UNIFIL gücü de Lübnan ordusu ve hükümetiyle anlaşacağı şekilde yerleşecektir. Nehrin güney bölgesinden uluslar arası sınıra kadar Lübnan ordusu ve UNIFIL güçleri bulunacaktır. Direniş’in siyasetinin temelinde silahlı askerlerin etrafta görünmesinden uzak durma gibi bir durum söz konusudur. Ancak hâlihazırda zımni ve yapısal olan, genel siyaset olan bu mesele daha öte gidecek; Lübnan ordusu ve Lübnan devletine karşı resmi ve ulusal bir sorumluluğa dönüşecek.
Bunun anlamı nehrin kuzeyinde hâlihazırda görüntü nasılsa nehrin güneyinde de görüntü öyle olacak. 12 Temmuz’dan önce nehrin kuzeyinde Lübnan ordusu vardı ve Litani Nehri’nin kuzeyinde her şey devletin kontrolündeydi. Ancak Direniş ilan edilmemiş bir şekilde orada mevcuttu. İşte bu görüntünün aynısı nehrin güneyinde de olacak. Direniş göz önünde olmayacak; ama var olacak. Dolayısıyla Lübnan ordusu ve devleti sınırdaki direkt varlığı dolayısıyla İsrail’in herhangi bir saldırısına karşı cevap verme sorumluluğunu üstlenecek.
Ben daha önce de söyledim ve bu sözleri tekrarlıyorum. Direniş’in temel rolü, söz konusu misyonu gereği sınırda bulunan Lübnan ordusuna yardım ve destek vermektir. Ancak şunu da vurguluyorum; eğer İsrailliler Bevadi’de olduğu gibi ülkenin güneyine yahut Beka’ya bir indirme yapmaya kalkışırsa gizli surette varlığını sürdüren Direniş gücü –ki bu direniş gücü bu ülkenin evlatlarıdır- İsrail indirmesine karşı koyacak ve bu karşı koyma çerçevesinde kimseden izin almayacaktır. Zira bu meşru bir nefsi müdafaadır.
Ancak geniş çerçevede, sınırda bulunması hasebiyle yapılacak saldırılara cevap verme açısından esas sorumlu ordudur. Direniş destek ve yardım güce dönüşmektedir. Ben bu noktada bir sorunun oluşacağına inanmıyorum. Zira Direniş gücü, sözüne bağlı olduğu gibi bu sözünü yerine getirme noktasında da tutarlıdır. Bazen komutası sözünde duran; ancak kadrosu, ekibi ve fertleri sözünde durmayan bir direniş söz konusu olur ve bu cephede gelişmesinden korkulan sorunlara neden olur. Ancak bu, kesinlikle bizim direniş gücümüz için geçerli değildi. Bakanlar kurulunda, birçok tartışma sonrası çıkarılan karar açıktır ve ordunun güney Lübnan’daki görevinin çerçevesini belirlemiştir. Ordunun görevi Direniş’in gücünü silahsızlandırmak, ordunun görevi Direniş gücüne karşı casusluk yapmak yahut Direniş gücünün silahlarını saklayacağı mekânlara baskın yapmak değildir.
Herhangi bir çekişme yahut endişe nedeni yok!
Öyleyse ortada herhangi bir problem yoktur. Ordunun komutası da hem inanç düzeyinde hem de resmi bir müessese olarak bu sözüne sadık kalacak olan resmi bir kurumdur. Ordunun güneydeki görevi vatanı savunmak; vatandaşları, mallarını, geçim kaynaklarını ve güvenliklerini korumaktır. Dolayısıyla sorun oluşturmasından korkulan herhangi bir endişe nedeni yoktur. UNIFIL gücü ise Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin ilan ettiği gibi -yeni bir karar çıkmazsa- görevi Hizbullah’ı silahsızlandırmak değil, Lübnan devletine yardım etmek ve topraklarına sahip olmasında bu orduya destek vermektir. Şu halde sorun yoktur!
Ben herhangi bir sorunun çıkmasına neden olacak herhangi bir sebep yahut sorun görmüyorum. Öyleyse Güney Lübnan’daki iç durum, geçtiğimiz altı sene boyunca olduğu gibi istikrara kavuşacaktır. Bir farkla ki sınırda bulunan, İsrail ordusunun saldırılarına cevap vermekle yükümlü olan Direniş gücü değil; İsrail ordusunun saldırılarına cevap vermekle yükümlü olan ordu olacaktır. Dolayısıyla içim rahat ve tedirgin değilim. Tabi bu durum meseleyi ilan edilen kararlar açısında ele alınacak ve niyetlerin doğruluğuna göre düşünülecek olursa! Ancak ortada İsraillilerin güney Lübnan için kazdığı bir kuyu varsa, birilerini bu kuyuya ya da kanala düşürmek istiyorlarsa –bu ister Direniş gücü, ister ordu olsun- ve Lübnan hükümeti de bundan haberdar değilse zamanla bu su yüzüne çıkacaktır. Ancak işlerin doğal gidişatı tedirgin olmak için bir nedenin bulunmadığını gösteriyor.
İkinci seçenek ise savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da Direniş’in silahsızlandırılmasıyla ilgilidir. Biz bu silahın tartışılmamasından bahsetmiyoruz. Bu mesele tartışmaya açıktır. Başkan Nebih Berri de son konuşmasında kendi adına ve bizim adımıza önümüzdeki aşamada öncelikli olan meselenin vatanın müdafaa stratejisi noktasında bizim giriştiğimiz geniş çaplı savaş tecrübesinden yararlanılması için bir milli mutabakata varılmasından yahut bu mutabakata ulaşılmasından bahsetti.
Öyleyse bu meseledeki tartışmalar tamamlanmalıdır. Hâlihazırda bu hangi çerçevede? Şekilsel çerçevede! Ancak özü itibariyle tartışma tamamlanmalıdır. Biz bu tartışmada kimseye kapıları kapatmış değiliz. Hatta son basın açıklamamda “biz bu silahı ilelebet korumayı düşünmüyoruz” dedim. Direniş, devletin boşluğunu doldurmak için bir alternatifti. Gelin; (bu noktada ister kabul edilsin, ister edilmesin bir çözüm sunalım) insanların güveneceği ve insanları koruyabilecek güçlü ve muktedir bir devlet oluşturun. Direniş gücünün silahındaki her tartışmanın esası budur. Direniş’in silahının geleceğini belirleyecek esas mesele de budur. Öyleyse biz bu meselenin tartışılması için milli mutabakatın her türlüsüne açığız. Kimseye kesinlikle kapımızı kapamış değiliz. Savaştan önce olduğu gibi şimdi de yalnızca teorik değil pratik olarak da tartışmaya açığız. Direniş’in 2000 yılındaki tecrübesine dayanarak bu son savaşın daha önemli bir tecrübe sağladığı kanaatindeyim. Bu tecrübeden Lübnan’da savunma stratejisi olarak faydalanmak gerekiyor. Hatta Lübnan, Lübnan ordusunun tekrar yapılandırılması, Lübnan ordusunun güçlendirilmesi ve Lübnan ordusunun silahlandırılması noktasında bu tecrübeden yararlanmalıdır. Eğer Lübnan ordusunu İsrail’e karşı durabilecek şekilde güçlendirmek istiyorsak, başıboş ve ciddi olmayan yönlere yatırım yapmak istemiyorsak bu tecrübe önemlidir.
Silahların ve füzelerin geleceği nedir? Bu konuda müzakereler sürüyor mu?
Her halükarda 1996 Nisan ayındaki düşman saldırısından beri bu füzeler vardı ancak 2006 yılına kadar on yıl gibi uzun bir süredir kullanılmadılar. Zaten bu silahlar esas itibariyle gündelik operasyonlarda kullanılmak üzere değildir. Nitekim günlük operasyonlarda şimdiye kadar bu füzeler kullanılmış da değildir. Bu füzeler, 96, 93 ve 2006 yıllarında olduğu gibi savaş durumlarında kullanılmaktadır. Direniş gücü İsrail saldırmadığı ve Lübnan’a savaş başlatmadığı sürece kullanmış değildir. Bu füzeleri ne yapacağımıza dair sorun böylelikle hallolmuş demektir. Bu füzeleri 96’dan 2006’ya kadar nasıl saklamışsak yine kullanmaksızın saklayacağız. Saklayacağız, zira bu füzeler İsrail geniş çaplı askeri bir operasyon başlatmadığı sürece kullanılmamaktadır.
Eğer Lübnan’a yeni bir saldırı olursa Lübnan ordusunun sorumluluğu savunmadır. Direniş gücünün de kendi sorumluluğu vardır. O da halk direnişi olarak savunma yapmaktır. Ancak bu iş geleceğe bırakılmıştır. Biz her halükarda bu meselenin parça parça tartışılmamasından yanayız. Yani bu tartışmaya girerek füzeler deyip bunları ne yapacağız, bu gençler deyip, bunları ne yapacağız, bu tür silahlar deyip bunları ne yapacağız gibi bir tartışmaya girmek ciddi ve yapıcı bir tartışma değildir. En iyisi kapsamlı bir tartışmaya girmek ve olan bitenler ışığında, Lübnan’ın varlığını, oluşumunu, bağımsızlığını, egemenliğini ve güvenliğini İsrail’in ilerde başlatması mümkün olan herhangi bir savaşa karşı savunmayla ilgili tüm tecrübeler ışığında konuşmalıyız.
Ordunun görevi vatanı korumaktır
Eğer ordunun İsrail saldırıları yahut operasyonlarına karşı durma gibi siyasi bir karar çıkmazsa gelecek aşamada direniş gücünün tavrı ne olacaktır?
Bakanlar kurulu kararına göre ordunun Güney’deki görevi vatanı korumaktır. Dolayısıyla ordunun görevi güvenliğe ilişkindir.