Bir reel politik hikayesi: İran nükleer müzakereleri ve ABD

18 Şubat 2014

İran Uzmanı Akademisyen Seçkin Berber, İran-ABD ilişkilerinin niteliğini ve nükleer müzakerelerin seyrini analiz etti.

Sonuçsuzluk, belirsizlik ve umutsuzluk sarmalında neticelenen Cenevre-2 görüşmelerinin ardından dünya, bugün (18 Şubat) Viyana'da başlayan ve hafta sonuna kadar sürmesi beklenen İran nükleer programına ilişkin tarafların yürüttüğü resmi müzakerelere yeniden odaklandı.

Ancak müzakereler hususunda tarafların iyimserlik taşıdığı pek söylenemez.

Diplomasi bir satranç oyunudur; ve elbette anlık bir taktik hamle ile bir anda tüm oyuncuların konumu, planı değişebilir. Ancak kesin olan şudur ki; günümüzde devletler arası ilişkilerindeki -neredeyse- tek mit ‘reel politik’tir ve bilinenin aksine Otto von Bismark'tan bu yana reel politiğin bağlı olduğu ideolojik alt yapı çok büyük bir değişikliğe uğramamıştır. Ve herhangi bir dönüşüme uğrayacağına dair güncel ve düşünsel bir eylem de ne yazık ki bulunmamaktadır.

İşte İran da arkasını böylesi bir ‘devlet aklına’ yaslamış bir politikayı, hem içte hem de dışta, sürdürmektedir. Tıpkı ABD, Rusya ya da Çin'in aynı algı ekseninde devletlerini ve ilişkilerini şekillendirdikleri gibi.

Bu durumda akıllara gelen ilk soru şu olmalıdır: Faydacılık eksenin sürdürülen bu ilişkilerden yola çıkarak bugün Viyana'da başlayan nükleer müzakerelerden ya da daha sonraya ertelenen Cenevre görüşmelerinden bir sonuç çıkar mı?

Yılların kaosa dönmüş başka bir konusu üzerinden dolaylı olarak yanıt verebiliriz aslında bu soruya: Filistin ve İsrail konusunda sonuca ve barışa ulaşılabilmiş midir ki?

İran ile altı Batı ülkesi arasında sürdürülen nükleer müzakereler işte tam olarak reel politiğin bu bir numaralı algısıyla, ‘karşılıklı güvensizlik’ yaklaşımıyla başladı.

İran dini lideri Ali Hamaney 17 Şubat'ta, yürütülmekte olan nükleer müzakerelere ilişkin bir sonuca ulaşılacağına inanmadığını beyan etti.

Hamaney'den önce, geçtiğimiz aylarda, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve müzakerelerin mimarı olarak anılan Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in de görüşmelerin tıkandığına dair söylemleriyle karşılaşıldı.

Oysa Kasım (2013) ayı sonunda müzakerelerin başlatılması yönünde taslak metin üzerinde mutabakata varıldığında dünya basını hadiseyi ‘İran-ABD Yakınlaşması’na kadar dayandırmıştı.

Kabul edilmelidir ki, İran adına Ruhani ve Zarif, ağustos ayında hükümet çalışmalarına başlar başlamaz tüm ilgilerini nükleer müzakereler ve Batı ile ilişkilerin geliştirilmesi yönüne yoğunlaştırdılar.

Özellikle Amerika'da, senatoda ve mecliste, etkin lobi faaliyetleri yürüttükleri, faydalı olabilecek diplomatik tüm kanalları kullanmaktan imtina etmedikleri biliniyor. Ve hala aynı diplomatik çevrelerin ve lobi kanallarının devrede olduğu aşikar.

Lakin gerçeklik yine gelip aynı noktaya dayanmaktadır ki, o da reel politiğin İran ve ABD iç politikalarındaki sert, eğilmez ve bükülmez unsurlarıdır.

Orta vadede İran - ABD yakınlaşmasının gerçekleşebilme ihtimali zayıftır. Zira, ABD-İsrail karşıtlığı ("Büyük Şeytan-Küçük Şeytan" söylemi) üzerinden şekillenen bir İran devlet politikası ile devrimden bu yana İran ile politik düzlemde anlaşmayı başaramayan, ‘şer ekseni’ tanımlaması ile onu çemberin dışına iten bir devlet politikası ABD devlet aklının bir köşesinde öylece dururken yakınlaşmanın kalıcılığından nasıl söz edilebilir?

Elbette ılımlı yaklaşımların hakim olduğu dönemlerde umut doğmuştur bu itiş-kakışın sona erebileceğine dair.

İran'ın belki de en önemli şansı sayılabilecek Muhammed Hatemi ve demokrat cumhurbaşkanı Bill Clinton dönemlerinde olduğu gibi... Tıpkı şu an Hasan Ruhani ve Barack Obama'nın geliştirmek ve devam ettirmek için çaba sarf ettiği ‘diyalog süreci’nde olduğu gibi...

Lakin hükümetler değişse bile her iki ülke içinde değişmeyecek olan gerçeklik, devlet dinamiklerinin kökten bağlı bulunduğu ideolojik alt yapıdır.

Ruhani'nin ılımlı adımlarını izah etmek ve ikna etmek zorunda olduğu bir dini lider, ona bağlı bulunan muhafazakar bir devlet sistemi İran'da hakimdir.

Üstelik bir önceki cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad döneminde politik anlamda daha da güçlenen Devrim Muhafızları ile ülke ekonomisinin yarısından fazlasını ellerinde bulunduran dini vakıflar (bunyad) doğrudan dini lidere bağlı olup, kendisini etkileme ve kendisinden etkilenme, alınan iç-dış politika kararlarına tesir etme potansiyelini büyük ölçüde barındırmaktadır.

Aynı şekilde senato ve mecliste büyük kıskaçta yer alan Obama ve hükümeti yaklaşmakta olan (2014 Kasım) ara seçimleri riske atabilecek noktada değildir.

Zira bu seçimlerin sonucu 2016 yılında yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerinin kaderini belirleyecektir.

Temmuz sonuna kadar sürmesi beklenen resmi nükleer müzakerelerin ‘başarı’ ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ya da hangi tarafa göre ‘başarı’ olarak algılanacağı noktasında çok iyimser bir görüntü olduğu söylenemez.

Ancak diğer taraftan da altı çizilmelidir ki, bugün Amerikan basınında yer aldığı üzere müzakerelerin kaderi "ancak Tanrı yardımıyla sayı olabilecek bir atışa" da bağlı değildir.[1]

Zira daha önce de bahsedildiği üzere, ‘reel politik’ düzlemde şekillendirilmeye çalışılan bu görüşmeler süresince ‘dünya devletlerinin’ ayrı ayrı çıkarlarının kesişebileceği (!) gelişmeler vukuu bulabilir. Ve bir anda İran satranç tahtasında ‘kale’sini feda etmek karşılığında, Şah'ını (!) kurtarırken, Batı heba ettiği ‘fil’i karşılığında ‘vezir’inin önünü açacak olabilir.

twitter.com/BerberSeckin 


[1]Fox News: "The Iranian nuclear deal: A foreign policy hail mary"
http://www.foxnews.com/opinion/2014/02/17/iranian-nuclear-deal-foreign-policy-hail-mary/