Sizi bilmem ama mevcut hükümet anlayışını gördükçe benim aklıma Süper Mario geliyor. Biliyorsunuz kahramanımız Mario “Mantar Cumhuriyetinde” Prenses Şeftali’yi kaçıran antagonist Bowser’a karşı savaşıyor ve prensesi kurtarıyor.
Şükürler olsun daha memleketimiz “mantar cumhuriyetine” dönmedi ama yetkililer eşine az rastlanır bir özgüven ile “boing boing” koşmaya devam ederse o günler de yakındır.
Kahramanlarımız akıl almaz oyunlara imza atmaya devam ediyorlar. Çok sattıkları da gözü kapalı alkışlayan kitleden belli olan ikilinin son oyunları Şah Fırat operasyonu.
Hikayeyi kısaca tekrar edelim:
Hükümet yaklaşık bir aydır IŞİD tarafından kuşatıldığı belirtilen Süleyman Şah türbesini boşaltıp başka bir mekana taşıdı.
Medyanın bir bölümüne bakacak olursak olay tam bir kahramanlık öyküsü. Operasyon odasında; yaşadığı kimlik bunalımını gizlemeye çalışan “president”, yanında “chief of staff of the army”, vice presidentler; basına geçilen fotoğraflarda büyük bir savaşın son sahnesinde bayrağı düşürmeyen ulubatlılar..
“Vallahi de billahi de operasyonu ben yönettim” imaj ve söylemleri gibi iktidar partisinde yaşanan aile içi çekişmeleri şimdilik geçelim.
Süleyman Şah’ın zaman yolculuğu
Süleyman Şah gelecekte bir gün Twitter’da alay konusu olacağını elbette hayal bile edemezdi, bu kadar yolculuk yapacağını da; ama yaşamında pek sevdiği belli olan seferlerine devam ediyor.
Genel kabule göre Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah ülkesine yeni topraklar bulmak amacıyla yola koyulur ve Halep doğu kırsalındaki Caber Kalesine kadar ulaşır. Ancak yolculuğu burada bitmez ve yeni keşifler için tekrar sefere çıkar. Bu seferlerden birinde 1227 yılında Fırat nehrinde boğulur.
Süleyman Şah ve iki adamı Caber kalesi yakınlarında bir kümbete defnedilir.
Süleyman Şah’ın yolculuğu burada da bitmeyecektir. Suriye’nin Rakka yakınlarında Tabaka barajını inşa etmesi nedeniyle sular altında kalacak olan kümbet 1973 yılında baraj gölünün kıyısına; Karakuzak Köyü yakınlarına taşınır.
Türbe 40 askerden oluşan Türk birliği tarafından korunuyor, türbenin bulunduğu yaklaşık 10 dönümlük arazi ise yapılan ikili anlaşmalar ve uluslararası hukuk gereğince Türkiye’nin kendi sınırları dışındaki tek Türk toprak parçası sayılıyordu.
Süleyman Şah misyonu
Süleyman Şah “kendisine yeni yurtlar aramak için” yola çıktığında bugünkü yetkililerden farklı düşünmüyordu muhtemelen.
Bugünküler de “ecdad asrına” geri dönme hayallerini sadece Türkiye içinde yasaları ve yaşam biçimini değiştirmekle sınırlı tutmuyor; bu hayalin tıpkı Süleyman Şah’da olduğu gibi “fetih” tarafı da var.
Bugünküler en baştan beri Balkanlardan Avrupa’dan umudu her anlamda kesmiş durumda. Zaten küresel bazda kendilerine verilen görevin kendi bölgeleri dışında oynamalarına izin vermediğini iyi biliyorlar. Bu nedenle rotayı kolay lokma Suriye’ye çevirdiler.
Diğer yandan kendi hesaplarına göre “Müslüman kardeşleri” ile aynı topraklarda buluşacak ve su üç günlük dünyada mutlu mesut yaşayacaklardı.
Eğer Suriye’deki hesaplar şaşmasaydı Osmanlı hayalleri, Türkiye’den değil Suriye’den uygulanmaya başlayacaktı.
Düşünün; Halep’in kuzeyinde sınır boyunca dağılan Türkmen köyleri, Halep’in kendisi, topraklarımıza katılmış; yetkililer Süleyman Şah türbesinde namaz kılıyor. Artık durdurabilene aşkolsun!
Ancak “Arap Baharının” sonunda gelip sınırlarımızda başımıza bela olacağını görüp o günlerde uyarmaya çalışan az sayıda kişi böyle olmayacağını anlatmaya çalışmış olsa da nafile; gözler karartılmıştı ve ne olursa olsun hedefe ulaşılacaktı.
Süleyman Şah türbesinde duramıyordu. Sabırsızlıkla torunlarının, misyonunu tamamlamayacağı ve ruhunu kurtaracağı günü bekliyordu.
Ancak olmadı, olamadı. Bir yandan Esad sağlam çıktı, diğer yandan Kürtler kendi bölgelerinde durumu değerlendirdi; üstüne IŞİD ortaya çıktı ve bizim Suriye hayallerimiz yerle bir oldu.
Ancak bu gelişmeler ikilimizi yıldırmadı. Siyaset adı üstünde siyasetti ve hedeften uzaklaşılmış olsa da elden ne gelirse yapılacaktı.
Buna, hokkabazlık yapılarak olayların tam tersi gibi gösterilmesi de dahildi.
Ne sihirdir ne keramet
IŞİD, Irak’ta Türkmenlere, Kürtlere, Ezidilere, Araplara kan kusturacak; ama bu, terör değil tepki olarak gösterilecekti.
Ecdad, Osmanlı diye bas bas bağırılacak; ama Türkmenlerin feryatları duyulmayacaktı.
IŞİD Musul’da (yine vatan toprağı sayılan) konsolosluğumuzu basıp onlarca görevliyi esir alacak; ama onlar misafirliğe gitmiş gibi gösterilecekti.
IŞİD’e karşı savaşan Kürtlere terörist muamelesi yapılacak; ama IŞİD militanlarına her türlü sağlık hizmeti sunulacaktı.
Suriye’de IŞİD’in katliamları, şeriat uygulamaları görmezden gelinecekti.
Halep ve ötesinde sınır boyunca dizilmiş onlarca Türkmen köyünde yaşayanlar ile ilgili tek haber yapılmayacak ve kimse bilmeden feda edileceklerdi.
Suriye’deki örgütlere “kimyasal yardım” yapılacak; ama katliamları Esad yapmış gibi gösterilecekti.
Sağlık bakanlığı ambulansları Nusra militanlarına servis hizmeti sunacak; ama siviller taşınıyormuş gibi gösterilecekti.
Uzayıp giden bu listede son numara vatan sayılan bir toprağın terk edilmesi oldu. İkilimiz Suriye’deki yangına körükle gitmek yerine en azından tarafsız kalıp makul güvenlik tedbirleri ile yetinseydi problem olmaz operasyon haklı olarak olumlu görülürdü.
Ama onlar akılcı yaklaşım yerine Suriye’yi üç günde alma hayallerini satmayı tercih ettiler. Oysa öyle olmayacağını, olamayacağını en iyi kendileri biliyordu.
Süleyman Şah için “vatan toprağıdır, yapılacak saldırıyı aynen kendimize yapılmış sayarız” derken de samimi değildiler.
Ainesi iştir kişinin...
Halktan saklamayı başardılar; ama vatan toprağı Süleyman Şah türbesi bir aydan fazla bir süredir kuşatma altındaydı.
Üstelik bunlar Türkiye’yi kafir gören, kafa kesmek, diri diri yakmak gibi yöntemler kullanan canilerden oluşan bir terör örgütüydü.
Ancak vatan toprağı korunamadı ve “onurlu ricat” yaptık.
Allah var IŞİD nankörlük yapmadı. “hukukumuz var, ben sizi çıkartmadan siz çıkın, ben patlatmadan türbeyi siz patlatın” diyerek ikilimize fırsat tanıdı. Bu jest ile AKP’ye olan borcunu da ödemiş olan İŞİD muhtemelen bundan sonra Türkiye’ye karşı “gerçek yüzünü” gösterecektir.
Bunun adı çekilmedir
Operasyon yine hokkabazlık yapılarak ikilimiz ve emirlerindeki medya tarafından farklı gösterildi. Oysa;
-Olayın geçtiği yer neresi? “vatan toprağı.”
-Biz ne yaptık? Bu topraktan çekildik.
-Neyin sonucu olarak çekildik? IŞİD’in tehditleri sonucu.
-Operasyondan önce kime haber verdik? Suriye’nin İstanbul konsolosuna.
-Operasyondan önce durum neydi? Askerlerimiz IŞİD’in kuşatması altındaydı.
-Kimlerin yardım / müsaadesi ile yaptık operasyonu? YPG ve IŞİD’in
Bu maddeler metin haline nasıl getirilir?
Biz kuşatma altında olan vatan toprağından askerlerimizi kuşatmış olan IŞİD’in tehditleri ve müsaadesi sonucu; Suriye makamlarına önceden bildirerek ve YPG’nin yardımı ile boşalttık ve çekildik. Bu kadar basit.
Esad muhatap mı?
“One minute”tan sonra İsrail ile ilişkilerin gerçekten de sadece “one minute” bozuk kaldığını gördük. İsrail ile ilişkilerde de gerçeğin tam tersinin gösterilmesi başarılmıştı. Gemiciklerin rotası, artan ticaret hacmi, Gazze’ye “gaz verip” katliamlara seyirci kalmak gibi..
Suriye ile de aynısı oldu. Dönemin enerji bakanı Suriye’ye yönelik yaptırımları açıklarken “elektrik vermeye devam edeceğiz, insanı durum” derken Suriye halkını mı, yoksa satan firmayı mı düşünüyordu?
Yaptırımlar açıklandıktan sonra Suriye ile ticaret durdu sanıyorsunuz değil mi? Tabii ki hayır! Halep’ten sökülen tesisler, makineler, tezgahlar, hastaneler, ekipman, petrol bir tarafı “devrimcilerin” kontrolündeki sınır kapılarından geçirilirken gümrük beyannamesi ya da “haram değildir belgesi” veriliyor muydu bilmiyoruz, ama TIR yüklü gemiler Silifke – Taşucu’dan Lazkiye’ye legal şekilde mal taşımaya devam etti.
Son operasyonda da anladık ki “meşruiyetini yitirmiş, halkını kan gölünde boğan diktatör” Esad’ın konsolosu ile ilişkiler devam ettiriliyormuş. Oysa biz hükümetin sadece Çanakkale savaşının yıldönümünde bayrağına yer verdiği ÖSO ve Suriye halkının tek meşru temsilcisi olan Ulusal Koalisyon ile ilişki içinde olduğunu sanıyorduk.
Ben Halit Hoca’nın yerinde olsam Suriye halkının egemenlik haklarının ihlali anlamına gelen bu durumu protesto eder, bulunduğum oteli boşaltır, Türkiye ile olan diplomatik ilişkilerimi gözden geçirir, bildirimi yapan diplomatı “istenmeyen kişi” ilan eder durumu BM ve Güvenlik Konseyi’ne taşırdım.
AKP hükümeti bu operasyonla birlikte, kudretli olduğunu, ilkesel hareket ettiğini, söylemi ile eylemi arasında fark olmadığını, halkına sadece gerçekleri anlattığını, Osmanlı hayalleriyle genişleme değil tam tersi kendi sınırlarına çekilmek niyetinde olduğunu dünya aleme göstermiş oldu (!)
Libya’dan gelen son haber AKP’nin “onurlu ricat” ile taçlandırdığı dış politikasını gölgelemez elbette.
Nasılsa Yunanistan, Suriye, Mısır, Irak, İran ile ilişkilerimiz çok iyi.
Libya’da kaybedeceğimiz 25 milyar doların da önemi yok, nasılsa yüz milyarlarca dolarlık bir ekonomik hacmimiz var.
İçeride “kaybedilmiş” yerlerin de önemi yok, nasılsa AKP’nin elinde daha onlarca vilayet var, üstelik eski doğal sınırlarımız ve ötesi bizi çağırıyor!
Şam’da bulunan Vahdettin, Muhyiddin İbn Arabi, üç hava şehidimiz, sahabeler, Selahaddin de Süper Mario tarafından kurtarılmayı bekliyor.
Süleyman Şah’ın kutsal gücü elimizde olduğu sürece büyük tarihsel yolculuğumuzdan kim alıkoyabilir bizi?
Süleyman Şah türbesinden çekilmemiz taktikseldi, ama stratejik ilerleyişimiz derinleşerek sürüyor. Şam’ı, Bağdat’ı, Kahire’yi, Kudüs’ü alacağımız günler yakındır!