Kısaca Suriye Ulusal Koalisyonu olarak anılan Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu adlı oluşumun son başkanı Halit Hoca Hürriyet gazetesi Washington Temsilcisi Tolga Tanış’a röportaj vermiş.[1]
Röportajda Tanış’ın sorularına verdiği cevaplara bakınca isyan sürecinin hemen her anına tanık olmuş birisi olarak “acaba ben Suriye’de değil de başka bir ülkede mi yaşıyorum?” demekten kendimi alamadım.
Ne diyor Hoca?
“Çok önemli bir dönüm noktasından geçiyoruz, Rusya ve İran’ın varlığına rağmen. Suriye ordusu İranlı komutanlar tarafından yönlendirilmeye başlandı.
Kasım Süleymani son iki aydır kendini gösteriyor. Suriye’ye de geldi. Suriye halkı, kendini diktatör rejime karşı mücadele veriyor gibi değil, tamamen bir özgürlük savaşında gibi görüyor. Çünkü bölük pörçük gruplar varken artık hepsi birlikte operasyon merkezi kurdular. Birlikte İranlılara karşı savaşıyorken … (Cisr El Suğur’da) çok çok önemli bir stratejik kazanım elde ettiler…”
Hoca’nın öncelikle oluşturmaya çalıştığı algı Suriye’de halkın rejim ile ya da rejimin halk ile savaş halinde olduğu; Rusya ve İran’ın ise kendi halkına karşı savaşında rejime (Esad’a) yardım ettiği.
Gerçekten öyle mi?
Hangi ülke hangi sebeple Suriye’de
İran ve Rusya Suriye’nin stratejik ortakları. Direniş Ekseni içinde İran – Suriye – Hizbullah zinciri.
İran ve Rusya zaten krizden önce Suriye’de vardılar. Tıpkı ABD’nin Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki varlığı gibi.
Kriz öncesinde Suriye’ye doğru gelmekte olan dalga ile ilgili bu iki ülke Suriye ile istihbarat paylaşımı yaptı. Krizin nasıl karşılanacağı konusunda işbirliği kaçınılmazdı; üç ülke arasında askeri, ekonomik, stratejik işbirliği anlaşmaları var.
Peki kriz öncesinde ve kriz döneminde Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman (elektronik harp için gemi bile gönderdiler), Türk, Suudi, İsrail istihbarat birim ve elemanlarının Suriye’deki varlığı / faaliyetleri inkar edilebilir mi? Suriye’deki savaşın sadece ‘halkın savaşı’ olmadığı çok açık, dolayısıyla bu istihbarat örgütlerinin Suriye’deki varlığı ‘normal’ karşılanabilir.
Ancak Hoca sanki diğerleri Suriye’de yokmuş; sadece Rusya ve İran varmış gibi konuşuyor. Oysa Batı yukarıda andığımız gizli birimlerinin yanı sıra açıktan faaliyet(ler) içindeydi. ABD Büyükelçisi Robert Ford, Fransa Büyükelçisi Eric Chevalier ve diğerlerinin tüm diplomatik gelenekleri çiğneyerek Suriye’de hangi tarihlerde hangi illeri gezdikleri, o illerde ne gibi faaliyetlerde bulundukları kayıtlarda mevcuttur.
Krizin en başında Ürdün, Lübnan ve İsrail sim (cep telefonu) kartları, Thuraya marka uydu telefonları, el-Cezire ile bağlantı kurulan seyyar uydu bağlantılı cihazlar gibi ‘önemsiz ayrıntıları’ da eklemek gerek. Kuşkusuz bu cihazları / teknolojiyi kullananlar çölde koyun güden bedeviler değildi.
Diğer yandan Hoca’nın “Rusya ve İran’ın varlığına rağmen” ifadesi; Suriye’de yönetime karşı savaşanların sıradan; elinde taş, sopa ile devrim yapmaya çalışan Suriyeliler olduğu, İran ve Rusya’nın ise devlet olarak Suriye yönetimi ile birlikte bu ‘sıradan’ Suriyelilere karşı savaştığı algısını oluşturmaya yönelik.
Oysa Suriye’de ordu sıradan halka karşı savaşmıyor. Onlarca ülkenin silah, para, istihbarat, eğitim desteği verdiği; eğitip - donatıp Suriye’ye gönderdiği ya da Suriye’de oluşturduğu ölüm makinesi örgütler ile savaşıyor.
İranlı subayların sürecin son aylarında sahada olduğu doğru, ancak savaş İranlı askerler ile değil, Hizbullah ile birlikte yürütülüyor. Hizbullah ise bölgesel durum göz önüne alındığında bir yandan ‘Direniş hattı’ ve bu hattın devamı olarak kendi konumu için savaşıyor. Çünkü o bölgede İsrail var ve savaş bir yandan İsrail’e, diğer yandan onunla birlikte hareket eden örgütlere karşı veriliyor.
Yani özetle Suriye’nin güneyindeki savaş çok farklı ve İsrail ile Hizbullah’ın Suriye topraklarında yaşadıkları bir savaş.
Buraya önemli bir notu da düşmek gerek: Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı Batı destekli silahlı grupların Suriye’ye girmesinden (yani Batı’nın dolaylı olarak girmesinden) sonradır.
Halit Hoca “halk bölük pörçük savaşırken, artık hepsi birleşti operasyon merkezi kurdular” diyor. Operasyon odasını kimlerin kurduğu ve bu odada kimlerin olduğu ortada.
Gazeteci Hasan Sivri bu konuyla ilgili çok ayrıntılı bir haber yazdı. Sivri’nin yazısında operasyon odasında kimlerin çalıştığı çok net şekilde anlatılıyor.[2]
Mücadelenin bölgesel ve küresel yanını ‘görmeyen’ Halit Hoca’nın yaratmaya çalıştığı algının aksine Suriye’deki savaş yönetimin halk ile ya da halkın yönetim ile savaşı değil ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, İsrail ve ek olarak Lübnan’da Hariri (müstakbel) Hareketinin; Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye yönetimine karşı savaşıdır. Peki Hoca’nın bahsettiği “halk” bunun neresinde?
Halk bu savaşın neresinde?
Hoca “Suriye halkı, kendini diktatör rejime karşı mücadele veriyor gibi değil, tamamen bir özgürlük savaşında gibi görüyor” diyor.
Suriye’de Baas rejiminin zamana ayak uyduramadığını, bunun ötesinde yozlaştığını, ülkede yolsuzluğun kanser haline geldiğini, siyasi özgürlüklerin olmadığını, liberal ekonomiye geçişin toplum içinde çalkantılar yarattığını; kısaca reform ihtiyacının olduğunu daha önceki yazılarımızda örnekleri ile anlattık.
Sadece olayların başında değil, yıllardır Baas anlayışına karşı mücadele verenlerin olduğu, polis devleti uygulamaları ile bu kişilerin bastırıldığı da ortada.
Olayların başında bu insanlar da dahil, gösterilere katılanların bir kısmının reform talebi ile sokağa çıktıkları da doğru. Ancak neden ‘bir kısmının’ diyoruz? Her cuma namazı sonrası Müslüman Kardeşler motivasyonu ile çıkanları, eline silah alıp daha ilk günlerden kafa kesmeye başlayanları, kaos yaratmak amacıyla halka da güvenlik güçlerine de ateş açanları siyasi reform isteyen bu kitleden ayırdığımız için.
Geçmişten bu yana rejime karşı siyasi mücadele veren bu kitle Müslüman Kardeşler’i (ve diğerlerini) görünce sahadan kaçtı, hatta bir kısmı ‘tehlikeyi görünce’ yönetim ile birlikte hareket etmeye başladı.
Diğer yandan nüfusu 23 milyon olan Suriye’de siyasi ya da dini; kendiliğinden ya da dış kaynaklı olsun; harekete geçen, gösteri yapanların oranı % 10 bile değildi.
Siz bakmayın el-Cezire’nin montajla yüzbinler yaptığı insan sayısına. Gösterilere katılanların sayısı birkaç kez birkaç bini geçti o kadar (Hama gösterisi istisna). Birçok merkezde yapılan gösteriler 3 – 5 yüz kişinin katıldığı gösterilerdi ve bunların önemli bir kısmı gösterilere Katar ya da Suudi Arabistan’ın gönderdiği paralardan ücret alarak katılıyordu.
Peki milyonlar neredeydi?
Esad’a destek gösterilerini hatırlayalım. Milyonların bir kısmı işte buradaydı. Kalan milyonları ise çok da ilgilendirmiyordu bu ‘savaş.’
Ancak bir süre sonra araya silahlar sokuldu ve iş çığırından çıktı..
Halit Hoca’nın halk kelimesini kullanırken gözden kaçırmaya çalıştığı nokta şudur:
Bu milyonlar şimdi “rejimin kontrolündeki” şehirlerde yani rejimin yanında yaşıyor. Daha önceki yazılarımızda iller bazında insanların nereye göçtüklerini yazmıştık. Tekrara girmeyeceğiz.
Suriye dışına göçenlerin dışında kalan yaklaşık 15 milyonluk kitleyi kabaca 3’e ayırabiliriz:
1) Yönetim yanlısı olup bulunduğu ilde kalan ya da ‘özgürlük savaşçısı’ örgütleri seçmediği için yönetimin güçlü olduğu Şam merkez, Humus merkez, Lazkiye, Tartus, Süveyda, Halep merkez gibi illere göçenler.
2) Yönetime karşı savaşmayı göze alıp silahlı örgütlerin ele geçirdiği yerlerde yaşayanlar.
3) Silahlı gruplara karşı olsa da evini barkını terk etmek istemediği için bu örgütlerin hakimiyeti altında ‘düşüncesini gizleyerek’ yaşayanlar.
Rakka ve İdlib bunun için iki örnektir. Rakka’da İŞİD hakimiyeti başladıktan sonra halkın bir kısmı çıkmıştı; ancak büyük bir kısmı mallarını terk etmek istemedi ve orada kaldı. Bizzat Rakkalıların anlattıklarına göre halkın yüzde 90’i İŞİD’e karşı, korktukları için ses çıkaramıyorlar.
Bu arada Rakka ve İdlib merkezlerinde İŞİD ve Nusra (Fetih) girene kadar yönetime karşı ciddi bir gösterinin olmadığını da belirtelim.
Örgütler halka ne getirdi?
Şimdi ‘özgürlük için savaşan’ bu halka bu örgütlerin ne getirdiğini özetleyelim:
1) Devletin, altyapının ve toplumun tamamen harap edilmesi.
2) Daha önce Müslümanı, Alevi’si, Sünni’si, Hıristiyan’ı, Asuri’si, Musevi’si, ateisti ile dinini / inancını dünyada en özgür şekilde yaşayan, dini bayramları resmi tatil olan insanlara, örgütlerin dini anlayışlarının dayatılması, keyiflerine göre kimisinin kafir ilan edilmesi, sınıflandırılması.
3) Korkunç cinayetler işleyerek, kadınları seks kölesi olarak kullanarak, her türlü toplumsal değeri ayaklar altına alarak toplumda telafisi zor bir yıkım yaratılması.
Halit Hoca ya bilmiyor ya da yalan söylüyor; ama Suriye halkı demokrasi ile uzaktan yakından alakası olmayan bu uygulamaları toptan reddediyor. Zaten milyonların yanına giysilerini bile almadan yönetimin hakim olduğu yerlere, onların tabiriyle “kafir ve kendilerini kesmeye hazır şebbihaların memleketlerine” kaçmalarının nedeni budur.
Hoca hangi halktan bahsediyor belli değil. Çünkü azınlıkta kalan bir kesimin haricinde kimse bu örgütleri de getirdikleri uygulamaları da istemiyor.
Herkes Esad’ı çok sevdiği için değil, tercihini Esad’dan yana kullandığı için.
Suriye dışına çıkanların hikayeleri ise malum: Kandırıldılar.
Daha olaylar başlamadan önce Türkiye’de kamp hazırlığı çalışmaları başlamıştı. Dera’da olaylar devam ederken ilk kitle nedense Dera’dan değil Türkiye tarafından yani kuzeyden “kaçmaya başladı.”
Organizasyon olduğu çok belli olan bu durum daha sonra devam etti. Misafirlerin kaldığı kampların ne amaçla kullanıldığı, mülteci olarak duyurulan ancak uluslararası hukuk gereği yükümlülük altına girilmek istenmediği için ‘misafir’ statüsü verilen (çok kişi de bu aşağılık numarayı bilmiyor) bu insanların çoğu kendilerine verilen maaş / iş sözleri tutulmadığı ve kandırıldıklarını anladıkları için geri dönmek istedi; ancak izin verilmedi.
Mültecilerin bir kısmı kendi erkekleri tarafından daha rahat savaşmak için gönderilen kadın ve çocuklar, bir kısmı ise BM kayıtlarına girip para / yardım almak isteyenlerden oluşuyor. Bizim ülkemizde olduğu gibi turist olarak girip pasaportlarına mülteci damgası vurulanların sayısını ise şimdilik bilmiyoruz.
Tutarsız iddialar
Hoca (özetle) ordunun Halep’ten çekilmeye başladığını, rejimin milli müzeyi ve merkez bankasını boşalttığını, kuzey ve güneyden Şam ve Lazkiye’ye doğru çekildiğini, rejimin kendi halkını ve devlet kurumlarını kendi uçakları ile bombaladığını, İran’ın müdahil olması ile birlikte içeriden çökmeye başladığını, rejime sadık generallerin İran’ın müdahalesine karşı çıktığını, ve Esad’ın yakınları da dahil yönetime yakın sivil ve askerlerin öldürüldüğünü iddia ediyor.
Hoca’nın andığı isimler ile ilgili bildiklerimizi yazalım:
Yönetimin Halep’te merkez bankası ve milli müzeyi boşalttığı sır değil. Ancak bunun nedeni Halep’ten çekilme niyeti değil.
“Özgürlük savaşçılarının” bir yere girdiklerinde ilk yaptıkları şey her zaman önce bankalara ve maddi ve manevi değeri olan yerlere talan amaçlı saldırmak oldu. Birçok yerde bizzat şahit olduğumuz gibi banka otomatlarını paramparça edip paraları çaldılar, tarihi eserlerin ise Suriye dışına çıkarıldığı ve satıldığı biliniyor.
Irak’ta tarihi eserlere yaptıkları malum bu güruhun girme ihtimali olan bir yerden bu eserleri koruma amaçlı çıkartmaktan daha doğal en olabilir?
Hafız Mahluf olayına gelince: Mahluf Şam merkez istihbarat ve güvenliğinden sorumluydu (40. Birim). Savunma Bakanı Fahd Casim Freyc ile yaşadığı tartışma sonrası görevden alındı. Esad Freyc’e saygısızlık eden Mahluf’u başka yere atadı. Şu andaki durumu nedir bilmiyorum; ancak Mahluf’un görevden alınmasının hikayesi budur. Esad kendi ailesinden (Mahluflar) olan birini görevden alarak devlet içinde bu tür bir harekete izin vermeyeceğini göstermiş oldu. Bundan daha doğal ne olabilir?
Diğer isimlere gelince;
Rüstem Gazali: Deralı Gazali; Hoca’nın dediği gibi Esad’ın en sadık istihbarat başkanlarından biriydi. Burada anlatılanlara göre Gazali ile diğer istihbarat şeflerinden Refik Şehade arasında İranlıların (ya da Hizbullah’ın) Suriye’deki varlığı değil; ama muhtemelen (çünkü Hizbullah çoktan beridir Suriye’de savaşıyor) sahadaki yetkileri için kavga yaşandı. Şehade Gazali’yi dövdürttü. Bunun üzerine Esad ikisini de görevden aldı. Gazali ise daha sonra (muhtemelen aldığı darbeler nedeniyle) hastanede hayatını kaybetti.
Esad’ın Refik Şahade’yi görevden alması neyin göstergesi? Devlet içinde kavga istemediğinin değil mi?
Üstelik “rejim Gazali’yi zehirli iğne ile öldürmek” için neden bu kadar beklesin? Benim bildiğim Gazali yaklaşık bir ay boyunca hastanede kaldı ve sonra öldü.
Esadların hikayesi ise daha ilginç. Beşşar Esad’ın ‘Esad’ adını kullanarak bulundukları bölge içinde mafyatik ya da başka türlü oluşumlara giden aile fertlerinden haz almadığı biliniyor. Ancak içinde bulunduğu durum Esad’a bunlar ile mücadele etme imkanı vermiyor.
Hilal Esad, Behçet Esad, Tevfik Esad, Munzir Esad ve Muhammed Esad.. Bunlar içinde Hilal ve Tevfik öldüler. Ancak ikisinin de ölümünün Hizbullah ile ilgisi yok. Hilal Esad muhtemelen yerel bir mafya çatışmasında öldü. Yani siyaset ile uzaktan yakından alakası yok.
Tevfik, Behçet ve Muhammed ile ilgili bilgimiz yok. Ancak Munzir Esad bildiğimiz kadarı ile şu anda Şam’da bir hapishanede tutuluyor. Munzir daha önce de şikayetler üzerine içeri atılmıştı. Hoca’nın çelişkiye düştüğü bir noktaya da dikkat çekmek lazım:
Hoca, bu Esadların Şam’da değil Lazkiye’de olduklarını soluyor; ama diğer yandan bu Esadları Beşşar Esad’ın ülkeyi birlikte yönettiği kişiler olarak sayıyor. Oysa şu anda Şam’da ve Beşşar Esad’ın yanında bulunan tek Esad Mahir’dir. Diğerlerinin Beşşar Esad ile akrabalık dışında hiçbir (idari) ilişkisi yoktur.
Devletin Şam ve Lazkiye taraflarına çekildiği iddiaları ise çok doğru değil. İdlib ve Cisr Şugur’un düşmesinden sonra sahil bölgesinde bir panik havasının yaşandığını, Şam’da durumun gergin olduğunu önceki yazımızda anlatmıştık. Ancak durum devlet açısından Hoca’nın anlattığı kadar vahim de değil.
Bu arada 15 subayın kurşuna dizilmesi hikayesini ise duymamıştık.
Rejimin zorda kaldığı yerlere ISİD’i çağırdığı hikayesi demek ki hala müşteri buluyor. Daha önce de İŞİD’in rejim ile işbirliği yaptığı öne sürülmüştü; ancak aracılar vasıtası ile ve parasını ödeyerek petrol alımı dışında bir ‘işbirliği’ olmadı bugüne kadar.
Devlet ise hayati önemde olan mazotu (ziraat, ısınma, fırınların çalıştırılması) bir şekilde temin etmek zorundaydı.
Yarmuk’un hikayesi anlatılanlardan çok farklı, bunu da yazmıştık daha önce.. ama Hoca -insanların akılları ile oynamak hoşuna gidiyor olsa gerek- klasik saçmalıkları tekrar etmiş. Kamp’ta ÖSO hakimiyeti varmış, ordu girmeye çalışmış ama başaramamış vs..
Kampta ÖSO da vardı; ancak asıl unsurlar halka kan kusturan Nusra ve Eknaf Beyt el Makdis (yani bildiğimiz Hamas) örgütleriydi. Mafya düzeni kurmuşlar ve halkı açlıktan ölüme terk etmişlerdi. Sonra İŞİD girdi ve ikisi ile de savaştı. Bunların birbirleri ile savaşmaları için rejime gerek yok ki! Mafyavari kazançların olduğu her yerde nasıl birbirlerine girdilerse burada da öyle oldu.
Bana başkanı bağlayın!
Bu Amerikalılar kendi ülkelerine giden konuklara Cola dışında ne içiriyor anlamadım. Halid Hoca, Kerry ile, Güvenlik Konseyi ile konuştuğunu, Pentagon ile görüşeceğini söylemiş.
Bu Güvenlik Konseyi denilen şey bir şahıs mi? Kimle konuştun mesela? Çin ile mi, Rusya ile mi? Zaten sana bunları anlatmanı Konsey’in diğer üyelerinden ABD, Britanya, Fransa öğretmiyor mu? Pentagon ile neyi görüşeceksin? Onlar zaten bilgiyi senden almıyor sahayı senden iyi biliyor, yönlendiriyor ve sana ‘bilmen gereken kısmını’ anlatıyor.
Rejimin ‘ani çöküşünü önleme’ gibi bir stratejisi de varmış Hoca’nın. Bunu önlemek için güvenli bölgeler inşa etmeleri lazımmış.
Madem Suriye’nin yüzde 70’i elinizde ve madem halkın hepsi sizin yanınızda güvenli bölge oluşturmanızdan daha kolay ne olabilir. Suriye’de sevgi gösterileri ile karşılanmak varken neden el alemin parası ile İstanbul’un otellerinde kalıyorsunuz?
Ancak Davutoğlu aklı ile hareket ediyorsa (ki öyle görünüyor) o başka. Rejimi devirmek için bugüne kadar yapılanların hiç birisi ise yaramayınca daha önce de gündeme gelen tampon bölgeyi kastediyor.
Hoca’nın herhalde ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey’nin geçtiğimiz günlerde sarf ettiği “tampon bölge ciddi iş, 250 milyar Doları çöpe atacak kadar paramız yok” dediğini görmedi galiba. Üstelik bizimkilerin yetiştirmesi olan Hoca iyi de Türkçe biliyor, en azından ‘mücadelenin’ medya kısmını üstlenen Anadolu Ajansı’nı takip etse bu haberi görebilirdi.
Eski Suriye’de neler vardı?
Hoca’nın bundan sonra söyledikleri AKP’nin yerel seçim beyannamesi gibi. Sivil belediyecilik, sivil yargı sistemi, mültecilerin dönmesi (Kılıçdaroğlu söylediği için kıyameti koparmışlardı), insanî yardım akışı, Şam’a doğru ilerleme, aşırı grupların boşluktan yararlanmasını önleme...
Şimdi Hoca’nın vaatlerinden yola çıkarak eski durum ile bir karşılaştırma yapalım:
Suriye fakir bir ülkeydi, diğer Arap ülkeleri gibi petrol zengini değildi. Ancak;
- Okuma yazma oranı diğer Arap / Müslüman ülkelere göre yüksekti.
- Kadınların; okuma, siyasete katılma, seçme, seçilme, erkekler ile eşit ücret, sendika hakları vardı. Bakanlık da dahil kadınların devlet içindeki konumları Ortadoğu ortalamasının çok üstündeydi.
Kadınlar Hoca’nın destekçisi Suudi Arabistan’ın aksine ehliyet alıp otomobil kullanabiliyordu, yalnız başına gecenin hangi saati olursa olsun çıkabiliyordu. Bunun istisnaları da var tabii; ancak bu istisnalar hangi kesimlerde yaşanıyordu biliyor musunuz? Şimdilerde topluma demokrasi getireceğini öne süren selefilerde. Belli ki Hoca burada ironi yapmaya çalışmış.
- Hemen her köyün yolu, suyu, elektriği, kreşi, okulu vardı. Temel eğitim zorunluydu. Temel eğitim (yabancılar ve sığınmacılar da dahil) ve üniversiteler ücretsizdi. Suriye dışına her yıl üniversite sonrası için yüzlerce öğrenci gönderiliyordu.
- Hemen herkesin ulaşabileceği kütüphanesi, sağlık ocağı, hastanesi, üniversitesi, ambulansı vardı. Belki helikopteri yoktu; ama kimse de çocuğunu hastaneye sırtında yetiştirmeye çalışmıyordu.
- İnternet tüm ülkede yaygınlaşmaya başlamıştı ve üstelik bizzat devlet tarafından teşvik edilmişti. Olaylardan sonra sosyal iletişim sitelerine yasaklama getirilmemişti.
- Gıda ve temel tüketim maddelerinde kesinlikle bir sıkıntı yoktu. Barınma, ısınma gibi temel sorunlar büyük oranda çözülmüştü.
- Tıp gelişmişti; hemen her ilacı üretebilen gelişmiş bir ilaç sanayisi vardı. Sağlık hizmetleri ücretsizdi. Üstelik sadece Suriyelilere değil sayıları birkaç milyonu bulan Filistinli, Lübnanlı, Iraklı ve yabancılardan da ücret alınmıyordu.
- Bölge ve dünya çapında şairler, yazarlar, düşünürler, doktorlar, bilim adamları, sporcular, sanatçıları, müzisyenleri sayılamayacak kadar çoktu.
- Ulaşım ve temel tüketim malları sudan ucuzdu ve kimsenin bu hizmetlere ulaşamama sıkıntısı yoktu.
- Son yıllarda devlet bankalarının verdiği krediler ile otomobil ve konut satışları patlamıştı. Dolar yıllarca aynı seviyede kalmıştı, dövizde istikrar söz konusuydu.
- Cinayet (namus cinayetleri vardı; ancak bunlar da Hoca’nın demokrasi getireceğini söylediği kesimler tarafından mevcuttu), tecavüz, adi suçlar oranı dünya çapında çok düşüktü.
- Dincilik ya da mezhepçilik yoktu. İnsanlar hangi din, kesim ya da mezhepten olursa olsun bu konulara girmezler, bir arada yaşarlardı. Bunun istisnası yine Hoca’nın sivil diye göstermeye çalıştığı güruhtur.
- Suriye dışarıya mülteci gönderen değil dışarıdan mülteci alan bir ülkeydi. 1948’den bu yana yaklaşık 600 bin Filistinli, Irak’ın işgali sırasında 2 milyon Iraklı, 2006 Hizbullah – İsrail savaşı sırasında yüzbinlerce Lübnanlı Suriye’ye gelmişti. 600 bin Filistinli ve yaklaşık 1 milyon Iraklı halen Suriye’de Suriye vatandaşları ile eşit bir hayat sürüyor.
Yeni Suriye’de neler var?
Şimdi de Hoca’nın halk diye göstermeye çalıştığı ve kendileri ile sivil belediyecilik yapmayı vadettiği ölüm makineleri geldikten sonra durum ne hale geldi ona bakalım:
Hoca, bir yerde “rejimin devlet binalarını bombaladığından” bahsediyor.
Devlet kendi binalarını niye bombalar? Cevabı çok basit. O bina militanlarca ele geçirilip orduya ve sivillere karşı karargah olarak kullanılırsa. Suriye’de olan da buydu.
Bu ‘sivil belediyeciler’ girdikleri her yerde önce bankalara ve kamu binalarına yöneldiler. Buraları talan ettiler. Hastaneler, kreşler, okullar, üniversite binaları, tiyatrolar, sinemalar, kiliseler, camiler devlet binaları talan edildi, çoğu harap edildi.
Binlerce tıbbi cihaz ve malzeme çalındı ya da tahrip edildi. Bazı hastanelerde tıbbi cihazlar olduğu gibi söküldü ve iddialara göre Türkiye’ye satıldı. Halep başta olmak üzere sanayi tesisleri talan edildi, makineler söküldü ve iddialara göre Türkiye’ye satıldı. Okullardan sıraları, laboratuvar malzemelerini bile çaldılar.
On binlerce öğrenciyi kreşsiz, okulsuz; on binlerce hastayı sağlık ocaksız, hastanesiz bırakmakla kalmayıp bu binaları kendilerine üs yaptılar ve bu binalardan ordu ve halka yönelik terör estirdiler.
Devlet bunun sonucu olarak bu ölüm makinelerini içinde bulundukları binalar ile birlikte yok etti. Devletin zaten dört duvardan ibaret kalmış kendi binalarını bombalamasının hikayesi bundan ibarettir. Halit Hoca bunu bilmez mi? Elbette bilir; ama yalan söylüyor.
Bu zombi güruhunun şehirlere girmesi ile birlikte, ilaç üretecek firma, ilaç bulunacak eczane, mal üretecek sanayi tesisi, gidilecek yol, kullanılacak elektrik, tüketilecek yakıt, ekmek, gıda ürünü kalmadı.
Diğer yandan toplum harap edildi. İnsanlar öldürüldü, mezhepçi anlayışla cinayetler işlendi. Sivil yargı yerine kafa kesme, taşlama (recm), yüksekçe binalardan atma, kırbaçlama, içki ve sigara yasağı, geldi.
Okullarda şeriat dersleri okutulmaya başlandı, matematik, felsefe, biyoloji gibi dersler yasaklandı.
Bunları yapanlar kimler peki? Sadece Suriyeliler mi? Hayır! Çeçenistan’dan, Suudi Arabistan’dan, Kuveyt’ten Türkiye’den, Libya’dan, Avrupa’dan, Afrika’dan, Asya’dan ne kadar serseri varsa toplayıp Suriye’ye gönderdiler. Hoca’nın halk diye göstermeye çalıştığı güruh işte bunlar.
Mültecilerin dönmesi ise bu örgütler var oldukça imkansız. İnsani yardım akışını kimlerin engellediği ise somut verilerle çok açık. Filistinlilerin yaşadığı Yarmuk kampında insanları açlıktan ölüme terk ettiler. Diğer birçok yerde de durum aynıydı. Suriye Kızılayı, Kızılhaç ve BM kuruluşları ile birlikte sivillere gıda yardımı ulaştırılması için çaba harcarken ölüm makineleri bir yandan bu yardımları engelliyor, diğer yandan ulaşan yardımları kendilerine alıp halka fahiş fiyatla satıyor; ama aynı zamanda medya vasıtası ile sanki bunları Esad yapıyormuş gibi gösteriyorlardı.
Yalanda sınır tanımamak
Şam’a doğru ilerleme en komik taraf; çünkü böyle bir şey olmadı, olmayacak. Aşırı gruplar ise ‘boşluktan yararlanmadılar’ boşluğu / kaosu doğurmak ile görevliydiler ve bunu birçok yerde başardılar. Bugün bu grupların hakim olduğu yerlerde bu açıkça görülüyor. Hoca bu konuda da düpedüz yalan söylüyor.
Daha büyük yalan ise tampon bölge olursa Şam’a ilerleme sağlanabileceği... Tampon bölge ‘içeride’ değil sınırda olur. Söz konusu iller ise İdlib ya da Dera. Tampon bölge bir ülkenin sınırları içinde olacağı için o ülkenin egemenlik hakkının çiğnenmesi demek.
Suriye yönetimi daha önce bu türden bir girişime asla izin vermeyeceğini ilan etmişti. Denenmesi durumunda o bölge çetelerle değil devletler arası bir savaşa sahne olur. Yani Hoca Suriye’nin Libya olduğu hayali ile yalanı birbirine karıştırıyor.
Röportaj ilerledikçe Tolga Tanış Hoca’nın ‘itiraflarına yol açacak’ ustaca sorular sormuş; Suudi Arabistan ve Türkiye’nin desteği vs..
İyi ama baştan beri İran ve Rusya’nın müdahalesi derken sonradan İdlib, Dera için Türkiye ve Suudi Arabistan diyerek savaşın halk tarafından değil bu ülkeler tarafından yürütüldüğünü söylemiş olmuyor mu?
Hoca cevapları ile farkında olmadan artık herkes tarafından bilinen gerçekleri itiraf etmiş oluyor.
Diğer yandan sokağa çıkıp Halit Hoca kim diye sorsanız halkın yüzde 80’i bilmez. Hoca gibi niceleri gelip geçti. İnsanlar Heysem Menna’yı biliyor; çünkü o ilkeli bir mücadele yürütüyor. Hoca gibi CIA ile kol kola otel muhalefeti yapmıyor.
Menna yönetim yanlıları tarafından bile saygı görüyor, seviliyor. Ve eğer milyonlardan bahsedeceksek Menna gibi isimler ile bahsetmeliyiz Halit Hoca gibi isimler ile değil.
Ancak milyonların temsilcisi olduğu imajını oluşturmaya çalışan Hoca belli ki durumun farkında, bu nedenle kendisi uçuyor.
[1] Hürriyet. 7 Mayıs 2015. Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Halid Hoca: Türkler kuzeyden, Suudiler güneyden... http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28936565.asp
[2] Hasan Sivri. İştebrak Katliamı, Antakya Operasyon Odası ve El-Kaide. http://hasansivri.blogspot.com.tr/2015/04/istebrak-katliam-antakya-operasyon-odas.html