Amerikan Başkanı Donald Trump, 19 Aralık’ta askeri güçlerini Suriye topraklarından çekeceğini açıkladı.
Beyaz Saray da bu çekilmenin 60 ile 100 gün içinde gerçekleşeceğini duyurdu. Rusya, Trump’ın çekilme kararına temkinli yaklaşırken, Fransa ve Birleşik Krallık karara tepki gösterdi ve Kuzey Suriye’de kalacaklarını beyan etti.
Çekilme kararına en sert tepki İsrail’den gelirken; Trump, bu tepkiye sürpriz bir ziyaret gerçekleştirdiği Irak’ta yaptığı konuşmada her yıl İsrail’e yaklaşık 4,5 milyar dolar güvenlik yardımı yaptıklarını belirterek cevap verdi.
Suriye’den çekilme kararını yanlış bulanlar sadece Amerikan müttefiki devletler değildi; Trump’ın çalışma ekibi de karara tepki gösterdi. ABD Savunma Bakanı James Mattis ve Trump’ın IŞİD ile mücadele özel temsilcisi Brett McGurk istifa etti.
Suriye’deki Amerikan askerlerine eşlik eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) bu kararın terörle mücadeleye zarar vereceğini ve IŞİD’in toparlanmasına olanak sağlayacağını belirterek tepki gösterdi.
Suriye Demokratik Meclisi (SDM) liderleri, Amerika ile işbirliğini, Suriye'de sahip olmak istedikleri federasyonla açıklıyorlar ve bu talebi de kendi kaderini tayin hakkı ile gerekçelendiriyor.
İçerik olarak dönem dönem evrilen ve geliştirilen bu kavram, Kürtler cephesinde tartışmanın ana odağını oluşturmaktadır.
Kendi kaderini tayin hakkının hayata geçmesi kültürel, dinsel, bölgesel otonominin uygulanması gibi formlarda mümkün olabilmektedir hatta 2000 yılındaki Venedik Komisyonu mevcut sınırlar içinde dahi kültürel özerklik, federasyon, bölgesellik gibi yollarla da kavramın hayata geçirilebileceğini belirtmiştir. Burada önemli olan nokta, kavramın içini dolduran tüm bu alternatiflere kimin nasıl karar verdiğidir.
Kendi kaderini tayin hakkı kavramı ve tarihsel süreç
Bilindiği üzere, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilk olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası ABD Başkanı Wilson tarafından, meşhur 14 maddelik Wilson Doktrini içinde yer almıştır. Bu maddeleri anlamak için dönemin gelişmelerine bakmak gerekmektedir.
1900’lerin başından itibaren Avrupa’dan akın eden para ve işgücü ile ekonomik büyümesini gerçekleştiren ticaret devleti ABD, ‘Savaş devletin sağlığıdır’ politikasını keşfetti.
Savaş dışı kalarak savaş boyu üretim yapamayan Avrupa ile ticaret yaparak zenginleşen ve savaşın son dönemleri ticaret yapması zorlaşınca dâhil olan ve savaşı bitiren ABD, kurulacak yeni dönemde yine ticareti güvenceye almaya çalıştı.
Wilson’un deklarasyonunun amacı bu yeni dönemde ticareti engelleyebilecek olası sömürge yarışını engellemekti ve devletleşecek uluslar ile de ayrıca ticaret yapabilecekti; zira ABD için büyük-küçük ne kadar çok devlet ile ticaret ağları kurarsa o kadar karlıdır.
Ticarete açık olmayan devletleri de gerek askeri gerek diplomatik yollarla ticarete zorlayarak, engelleri kaldırır. Wilson’un bu ‘Barışçıl Emperyalizm’ politikası, açıkladığı deklarasyon ile ilgili birçok ipucu vermektedir ve ABD’de iki büyük dış gelenekten birini temsil etmektedir. Bir diğeri de Roosevelt’çi saldırgan ‘İlerici Emperyalizm’dir ki konu ile ilgisi bulunmamaktadır.
Lenin ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı
Buradan çokça referans verilen Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkına gelelim. Birinci Dünya Savaşı’nın sebeplerine dair analizler yapan Lenin ve Bukharin’in buluştuğu nokta çatışmanın egemen kapitalist toplumların biriktirdiği artık sermayenin gerektirdiği yeni piyasalara duyulan aşırı ihtiyacın sonucu olduğuydu.
Milliyetçi ve militarist ideolojilerin evrilen global yapıda sınıf aidiyetlerini belirsizleştirdiği ve sınıf çatışmasını engellediğini savunan Lenin,[1]ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ayrılmayı seçen hareketlerin uluslar arasında düşmanlık ve güvensizliği beslemiş olan tahakküm biçimlerinden kurtulacağını ve bu yolla farklı ulusal proletaryalar arasında daha yakın bağların kurulmasına zemin oluşacağını düşündü; çünkü proleter uluslararasıcılık, çok kültürlü siyasal topluluklar yaratmaktan daha önemliydi.
Bölgede neoliberal yangın ve ABD algısı
ABD ve Avrupa’nın Ortadoğu ülkelerine dayattığı neoliberal dönüşümlerin bedelini en çok halklar ödemiştir.
1980’lerde Mısır ile başlayan bu zincirde, 2000’ler itibariyle artık katlanılamayacak boyuta ulaşan açlık, işsizlik, yoksulluk sebepleriyle halk ayaklanmaları daha sık görülmeye başlandı ve bu sürecin son halkası da Tunus isyanları ile başlayan Arap İsyanları olmuştur.
ABD’den alacağı kredi karşılığı sübvansiyonları kesme sözü veren Enver Sedat’ın 1977’de bu yardımları kesmesi ve sonrası yaşanan büyük ayaklanmalar, 1979 ‘Ekmek İsyanlarını’ doğurdu.
1980’lerde Cezayir’deki yoksulluk sebepli isyanları, 1983 Fas, 1984 Tunus, 1982-89 Sudan ve 1987’deki ekonomik temelli Lübnan’daki ayaklanmaları anlamadan ABD ve bölgedeki rolünü ve algılanış biçimini anlamak, analiz etmek mümkün değildir.
Projenin amacı olan ve Ekonomik Dönüşüm-Liberalleşme-Demokratikleşme olmak üzere üç ayak üzerine oturan planın Ortadoğu halklarına getirisi daha fazla açlık ve yoksullaşma olmuştur.
Özellikle 2008 krizi ile fiyatların tavan yapması ve neoliberalizm sebebiyle devletin müdahale edememesi sonucu hane halkı alım gücü dibe vurmuştur. Kısacası 2011’de başlayan Arap isyanları sosyal medyada örgütlenen ve daha fazla özgürlük isteyen gençlerin ayaklanmasından çok, komşusundan görerek sokağa çıkan, açlıkla yoksullukla boğuşan işsiz Ortadoğu halkının dayatılan neoliberal politikalara ve müsebbiplerine tepkisi ve öfkesidir.
Yaşanan sürecin bir sosyal medya hareketi, daha fazla özgürlük isteyen gençlik isyanı olarak sunulması ise ABD ve Batı medyasının bir politikasıdır. Elbette sokaklarda, meydanlarda demokrasi talebi de dile getirilmiştir fakat temel sorun başta yoksulluk ve açlıktır. Bu manipülasyonda asıl amaç ise, kendilerinin sebep olduğu bu ekonomik, sosyal yıkımı gizlemektir.
Suriye’nin geleceği
Arap isyanlarından Suriye’ye geçecek olursak; elbette daha demokratik bir devlet ve seçim sistemi istemek herkes tarafından en doğal vatandaşlık hakkı olarak kabul edilir. Ancak Suriye ve Libya’da 2011’den beri tanık olunan süreç bugün halkların vatandaşlık hakları talebinden çok uluslararası güçlerin vekalet savaşı olarak tanımlanıyor.
Silahlı grupların başarısız olması ve vekalet savaşının kontrolden çıkması üzerine uluslararası ve bölgesel güçlerin 2015’ten itibaren Suriye’ye askeri güç göndermesi de bunu teyit ediyor.
Amerika, yakın zamanda Irak’ı uydurma olduğu kanıtlanan sebeplerle işgal ettiği için ve küreselleşme projesinin önünde engel olarak gördüğü İran ve Kuzey Kore gibi ülkeleri ekonomik olarak cezalandırıp askeri olarak tehdit ettiği için bölgede Amerika’ya destek veren yerel unsurlara şüphe ile bakılıyor.
Arap rönesansı ‘Nahda’nın beşiği, çok kültürlülüğün, bir arada yaşamın tarihsel pratiklerini bünyesinde barındıran Suriye’de, devlet ile vatandaşı olan Kürtlerin siyasi diyaloğu için üçüncü bir tarafın arabuluculuğuna ihtiyacı yoktur.
Amerikan müdahaleleriyle zaman zaman kesilse de Suriye Demokratik Meclisi ile Suriye hükümeti arasındaki görüşmeler bunun kanıtıdır.
Amerika’nın bölgedeki varlığı bölge halklarının barışına değil, birbirine kuşkuyla bakmasına sebep olmaktadır.
Nitekim SDM Eş Başkanı Riyad Derar’ın Suriye ordusu ile yapılacak olası bir işbirliğini ‘ulusal bir eylem’ olarak nitelemesi, çözüm bulunması durumunda SDG’nin Suriye ordusunun bir parçası olabileceği ve hatta federalizm yerine bütün Suriye'ye yönelik bir proje olarak demokratik ademi merkeziyetçiliği koyduklarını belirtmesi, Amerika’nın Suriye’den çekilmesinin Kürtlerle Suriye devleti arasındaki uzlaşma zeminin daha da güçlenebileceğini göstermektedir.
Amerika’nın Suriye’deki varlığının Kürtlerin Suriye’deki haklarını garanti ettiğine dair herhangi bir kanıt yoktur.
Buna karşılık Amerika’nın bölgedeki varlığının ve yerel unsurlarla geliştirdiği tek taraflı ilişkilerin halklar arasındaki karşılıklı şüpheyi derinleştirdiğine hatta husumete yol açtığına dair sayısız örnekler vardır.
Günümüz koşullarında Pasifik’teki hegemonya mücadelesi bile küresel güçlerin enerji bağımlılığı sebebiyle Ortadoğu’da geçiyor. Bu bölge vekalet savaşlarının satranç tahtasına çevrilmiş bulunuyor. Bu şartlar altında yeni bir devlet kurmanın değil, devletleri ve benzeri yapıları eşit vatandaşlık ve eşit haklar temelinde dönüştürmenin halklar arasındaki barışa daha büyük katkılar sunabileceği açıktır.
Öte yandan de facto (fiili) durum yaratıp ve bunu dayatıp, ardından bölge halklarına ve tarihsel hafızaya rağmen de jure (yasal) hale getirerek, bu iddiada ısrar etmek, bölgeye ve kendi halklarına huzur getirmeyecektir tam aksi bir şekilde sadece İsrail gibi bölgede tek güç olma amacı güden ve yaşanan bütün karmaşadan ve istikrarsızlıktan istifade ederek kazançlı çıkma derdinde olan İsrail’in ve destekçileri olan emperyalistlerin işine yarayacaktır.
İsrail’in daha önce Kuneytra’da El nursa militanlarını maddi olarak desteklediği, yaralılarını İsrail’in Nahariye kentinde hastanelerde tedavi ettiği üç aylık UNDOF (Birleşmiş Milletler Çatışmasızlık Gözlem Gücü) raporlarında ortaya konmuştur.
İsrail gazetesi Jerusalem Post’un “Ordu teyit etti: İsrail, Suriyeli isyancılara silah verdi” haberini kısa bir süre sonra silmesi ise bu yönde daha önce dile getirilen bu yöndeki iddiaları doğruladı.
Sahadaki tüm bu karmaşadan en az zararla çıkmanın yolu yine bölge ülkeleri halklarının birbirleriyle uzlaşması ile mümkündür zira her türlü çatışma, iç savaş sadece başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere ve Ortadoğu’daki piyonları İsrail’e yaramaktadır.
[1]Lenin V. Imperialism: The Highest Stage of Capitalism, 1968, Moskova.