Leontiy Georgiyeviç Bızov’un “Putin dönemine dair bir analiz” başlığıyla yayınladığımız makalenin bütünlüğünü bozmamak için, aşağıdaki notları ayrı yazı halinde koymak, daha anlamlı olacak.
Bu notlar, makalenin kimi yerlerde aşırı karmaşık, çok bilinmeyen kavramlar ve göndermelerle iç içe yapısına ışık tutacaktır.
Keza, Rusya ile Türkiye’yi karşılaştırma basitliğinin yaygın olduğunu göz önüne alarak, iki ülke arasında benzerlik değil farklılıkların ağır bastığını, bu kavramların kimisinden yola çıkarak tekrar vurgulama fırsatı bulacağız.
BEKÇİLİK
Bekçilik şeklinde çevirdiğimiz охранительствоkavramı, Rusça siyaset literatüründe özel bir anlam taşıyor, dolayısıyla açıklamak gerek. Kavram, en genel haliyle, ideolojik veya siyasi niteliğine bakmaksızın mevcut iktidarın bekçiliği ve savunması anlamına geliyor. Dolayısıyla, devletçilikle bir akrabalığı var, ama bildiğimiz anlamda bir devletçilik demek değil. Ayrıca, ifrata vardığı takdirde bürokrasi ve köhnelikle de alakalı.
Putin geçtiğimiz yıl şöyle demişti: “Hayatın bütün alanlarında atılımlar yapmamız gerek. Şundan bütünüyle eminim ki, böyle bir atılımı ancak, yeni olan her şeyi ve ileri olan her şeyi benimseyen, adaletsizliği, köhneliği, boğucu bekçiliği ve bürokratik leşi geri çeviren özgür bir toplum gerçekleştirebilir.” [2] Demek ki kavram, en azından iktidar açısından, kendi başına nötr bir anlam taşıyor ama bundaki ifrat olumsuzlanıyor. 2013 tarihli bir makale, epey somut bir tanım yapıyor: “Bekçilik ideolojisi, belli bir iktidarın savunmasıyla değil, herhangi bir iktidarın savunmasıyla ilgili; yani bu, devletin savunulması demek.
Rejimin savunulması değil, devlet işlevselliği olarak iktidarın ve devletin şekillendirdiği her şeyin savunulması (bekçiliği).” Bu, kemalizm de dahil bizdeki devlet fetişisti akımlarla paralellik içeren bir görüş, ama aslında arada büyük bir fark var. Bizde esas itibariyle ideolojik olarak muhalefette bulunup da devleti savunmak söz konusu olduğunda bunu başlıca görev belleyen akımlar, kendinden menkul, onların ideallerine göre kurulmuş ve yaşayan bir devlet tasarımına sahipler. Oysa gerçek bunun tam tersi, yani devlet halihazırda dönüşmüş durumda ve dolayısıyla bekçiliğini yapmaya kalktıkları şey, ideolojik düşmanlarının yönetmekle kalmayıp dönüştürdüğü ve sahip olduğu siyasi yapının ta kendisi. Kimilerinin aklına hemen yakın zamanların moda deyimi “vesayet” gelecektir.
Bekçilik, bizde yüklü anlamıyla vesayet de değil. Liberal çevrelerin “kemalist vesayet rejimi” dedikleri şeyin bütünüyle uydurma olduğunu, öyle bir şey olmadığını, ordunun bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı bir güç olarak kemalizmle ilişkisi bir tarafa (başlıca kurbanlarından biri kemalistler olan darbeler tarihimiz bunun sorgulanması gerektiğini defalarca gösterdiği halde ısrarla vesayetten söz etmek, kör gözüm parmağına bir budalalık gibi görünse bile aslında liberallere has kendine yönelik adeta peygamber güveninden kaynaklanıyor olmalı) OYAK aracılığıyla hâkim sınıflar ittifakıyla bütünleştiğini de, hiç tarih bilgimiz yoksa bile son on yılın deneyimleriyle görmüş bulunuyoruz.
Rusya’da ise durum tamamen başka. Bekçilik, kavramın lafzı gereği, elinde şiddet araçları taşıyanların güvenlik kaygısını yansıttığına göre, Rusya’da gerçekten böyle bir güç olduğunu söylemek mümkün. Bu güç, genellikle siloviki diye anılıyor. Siloviki güç sahipleri demek, ancak siyasi literatürde hep olduğu gibi, bu kavramın da kendi özgül, tarihi ve ideolojik anlamı var. Aslında bu, devletin zor aygıtında görevli herkesi kapsıyor, ama asıl önemli olan elbette bu aygıtı kontrol etme yetki ve iktidarına sahip olanlar. Bu güçlerin kendilerine izafe ettikleri görev, devletin yönetilmesi, yürütülmesi, sınırların ve vatandaşların güvenliğinin sağlanması. Yani bizdeki moda deyimle, beka. Ama bir kez daha, üç köklü farkla karşı karşıyayız: Birincisi bu güçler, kapitalistleşmenin özenle dışında tutuluyor ve kalıyorlar ve devlet yönetiminde tekel konumlarını sürdürüyorlar.
Şüphesiz bunu tavizsiz yapıyor değiller, nitekim Rusya’da mevcut iktidar da böyle bir taviz üzerine kurulmuş güç paylaşımını yansıtıyor. Ama bu paylaşım, büyük kapitalist çevrelerin dayatmasına rağmen, gene de silovikinin inisiyatifiyle gerçekleşiyor. Hiç değilse bunun aksini gösteren bir işaretle henüz karşılaşmadık. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından özellikle Çeçen savaşları ve Yugoslavya krizinin yarattığı travmaların Rusya’da iktidar ilişkilerini nasıl şekillendirdiğine daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Bu olaylar, siloviki kavramının tarihi arka planını yansıtır.
İkincisi, yetmiş senelik kesintili de olsa çok partili rejim tarihimizi bir yana bıraksak bile en azından son birkaç ayın deneyiminden biliyoruz ki, bizde beka, düpedüz statüko anlamına gelir. Rusya’da öyle değildir: “Rusya usulü bekçilik, bütün kompleks özellikleriyle birlikte mevcut statükoya değil, kendi varlığıyla devleti meşrulaştıran bir iktidara oryantasyon anlamına gelir. Statükonun desteklenmesinden menfaati olanlar, ideolojik olarak mevcut iktidara yakın olup da onun değişmesini istemeyenler, yani muhalefette görünmeyi ve olumsuz değelendirdikleri süreçleri gözlemlemeyi riskli sayanlardır; ama bunlar hiçbir suretle bekçi değil, sadece somut siyasi güçlerin taraftarlarıdırlar.”
Üçüncüsü de, bizde “beka” savunucuları, daha doğrusu bu savunuda inisiyatif sahipleri, siyasi yelpazenin sağında bulunan güçlerdir. Dolayısıyla bekacılık, bütünüyle muhafazakârlığı ihtiva eden bir şeydir. Rusya’da ise öyle değildir, veya öyle olmak zorunda değildir. Bir kez daha, bunun sebebi Sovyet geçmişinde ve sarsıntılı kapitalist restorasyon ve uluslararası siyaset arenasından dışlanma yıllarında yönetsel mekanizma olarak devletin korunması zaruretinde yatar. Yani Rusya’da “bekçilik” bütünüyle nötr bir kavramdır ve sağda konumlanabileceği gibi, solda da konumlanabilir. “Muhafazakârlık, sosyal hayatın temellerinin korunmasını postüla haline getirir, geleneklerin önemini vurgular.
Bekçilik ise son kertede devlet-oluştur ki” [государственность; İngilizcedeki statehoodkavramıyla akrabalığı varsa da tamamen örtüşmez; ancak bunun üzerinde başka bir vesileyle ayrıntılı bir şekilde durmak daha doğru olacak] “bu hiç de kayıtsız şartsız bir geleneğin parçası olmak zorunda değildir. Bu eni sonu, geçmişten miras alınmış bir müessesedir, ama ona, formunun gelenekselliğini mesele ederek yaklaşmaya değmez, bu bütünüyle gereksizdir: iktidar tarafından tayin edilen bir devletin önemi kendinden menkuldür, ama bu, onun bir takım muhafazakâr değerler ifade ediyor olmasından kaynaklanmaz. … [Bekçilik] muhafazakârlığın doğrudan doğruya zıddı olan, stokastik bir ideolojidir.” [3, p. 63-65]
LEGALİZM
Legalizm, anlam zenginliği olan bir kavram. Genellikle, M.Ö. IV-III. yüzyıllarda Çin’de, savaşan krallıklar devrinde ortaya çıkmış pragmatist bir hukuk ve hukuk felsefesi akımı olarak biliniyor. Bu düşüncenin köklü eşitlikçi bir tarafı da vardı, zira göklerin kanunu ve göklerin oğlu (imparator) karşısında herkesin eşit olduğu fikrine dayanıyordu.
Dolayısıyla bürokrasinin soya değil liyakata dayanmasını savunuyordu. Öte yandan, devlet fetişizmini öne çıkartıyor ve devletin gelenekleriyle (hukuk ve kanunlar bu geleneklerin çatısını teşkil ediyordu) birlikte korunmasını savunuyordu, dolayısıyla aynı zamanda muhafazakârdı. Burada kullanılan anlamda legalizm ise, Çin’dekiyle akrabalığı olmakla birlikte, çağdaş hukuk felsefesinde önemli bir kavram.
Buna göre sadece pozitif hukuk normları hukuki olarak tanımlanabilir ve her tür hak, adil olup olmadığına bakılmaksızın, verili bir dönemde verili bir toplumda norm haline gelir. Dolayısıyla hukuki legalizm aslında neredeyse iki bin beş yüz yıl önce Çin’de olduğu gibi bir tür sosyal pragmatizmi ve muhafazakârlığı yansıtıyor. Hukukun kaynağı ise devlet; dolayısıyla legalizm, aynı zamanda hukuka ve onun kaynağına mutlak itaati vazediyor. Adaletsizliğe karşı mücadele ile, adaletsizliğin kaynağı da olsa devlete itaat arasındaki çatışmada, legalizm, kanun devletlerinin temelini teşkil ediyor.
Demek ki bu bağlamda altını çizerek belirtmek gerek: epeydir pek işitmiyor olsak da hukuk devleti ile kanun devleti arasındaki farktan söz edildiği yerde aslında bir totoloji yapılıyordur, zira vatandaşının mücadele hakkını garanti altına alan bir hukuk devleti, çağdaş hukukun temelini teşkil eden pozitivizm açısından, yoktur.
Britanya ve Fransa’da son birkaç ayın gözaltı bilançolarına bakmak, bunun için yeterlidir. Sadece geçtiğimiz hafta sarı yeleklilerin eylemlerinde Fransa genelinde 1.723 kişi, son bir haftadır Londra’da çevreci eylemlerinde 1.000’i aşkın kişi gözaltına alındı. Fransız hükümetinin rakamlarına göre Fransa’da sarı yeleklilerin eylemleri başladığından beri beş ayda toplam 8.400 kişi gözaltına alındı.
Gerçek rakamın çok daha fazla olduğu biliniyor. Zira, bu toplama ilave edilmeyenler arasında örneğin gözaltına alındıktan sonra duvar dibine dizilip diz çöktürülen 700 lise öğrencisi de var. Eylemlerde 2.000’den çok insan yaralandı ve 1.000’den çok insan da tutuklandı.
ARKETİP VE KÜLTÜR MATRİSİ
Arketip, Jung’un psikoloji bilimine kattığı bir kavam; bilinci belirleyen ilk imgeler demek. Bu ilk imgeleri, kollektif bilinç-dışının, yani kendi tecrübelerimizle kazandığımız (bireysel bilinç-dışı) değil, Jung’un kalıtsal olarak taşıdığımızı iddia ettiği korku, sevgi, doğurma, cinsellik, aile, anne-baba figürleri vb. gibi çekirdekleri teşkil ediyor.
Arketiplerin çoğunlukla mitolojik anlamları var; daha doğrusu, “mitlerde ve mitsel öykülerde gördüğümüz karakterlerin ve olay örgülerinin her birinin bir arketipe tekabül ettiğini söyleyebiliriz.” [1]Kültür matrisi veya ulusal matris ise, sosyal bilimlerde giderek sıklıkla kullanılan bir kavram haline geliyor; bu, en genel anlamda, üstyapı kurumlarının aralarındaki özgül, diğer matrislerden farklı ilişkileri, din ve ahlak kuralları gibi başka halklar ve kültürlerle ortak yanı olan ama gene de her kültür için özgüllük taşıyan ideolojileri vb. kapsayan her şey demek.
Demek ki mantalite dediğimiz şey de aslında bir kültür matrisi. Matrislerin satır ve sütunları genellikle ortak başlıklar taşıyor, ama bunların sırası ve muhtevası her defasında (her toplumda ve her devirde) değişiyor. Hayat tarzı, dünyayı kavrayış ve algılayış tarzı, doğayla ilişkiler, zaman ve mekân içindeki oryantasyon, insanlar arasında somut ve kurmaca ilişkiler, bu matrislerin içinde. Dolayısıyla her kültür matrisi, toplumun gelişiminin olası yollarını da belirliyor.
Ne var ki matris fikri, fazlasıyla işlevselci bir kurumlar anlayışından ortaya çıkıyor, dolayısıyla ufuk açıcı olmakla birlikte sorunlu. Bu fikir genellikle matrisin temeline eşit ağırlıkta belirleyiciler olarak iktisat, siyaset ve ideolojiyi koyuyor. Tam da bu nedenle, sınıf ilişkilerinin yerini temelsiz siyaset ve ideoloji ilişkileri alıyor.
NEO-STAGNASYON
Putin neo-stagnasyonu (путинский неозастой), genellikle Putin yönetimine soldan muhalif gazeteci ve entellektüellerinin kullandığı bir kavram. Kimi zaman “küçük stagnasyon” dedikleri de olur. Büyük stagnasyon, Brejnev dönemidir.
Bu iddiaya göre, küçük stagnasyonun karakteristikleri şunlardır: Ekonomide radikal ve zaruri değişikliklerin (ne kurumsal ne de teknolojik) yapılmayışı. Rusya’daki iktisadi, sosyal ve kısmen de siyasi istikrarın hammadde ihracından gelen petrodolarlar ile sağlanması. (Bu, bizdeki sosyalist çevrelerde üzerinde durulmamış bir görüngüdür.
Rusya’da marksist ve genel olarak da solcu araştırmacılar Brejnev döneminde altyapıyı ve ekonominin rolünü incelerken çoğu zaman Sovyetler Birliği’nin bir sanayi ülkesi olmaktan ağır ağır çıkıp hammadde, esas itibariyle de petrol ve doğalgaz ülkesi haline geldiğini vurgularlar. Genellikle Hollanda sendromu diye bilinen bu durum, para akışını artırırken ekonomiyi stagnasyona sürüklemiş, kapitalist restorasyona neden teşkil eden birçok sosyal huzursuzluğun doğmasında etkili olmuştur.)
Üst sosyal katmanların hayat seviyesi yükselirken halkın hayat seviyesinin hiç değilse daha fazla düşmemesi. Emekçi kitleler açısından emeğinin maddi sonuçlarıyla ücreti arasındaki büyüyen açı. İktidar oganlarında ve diğer devlet kurumlarında bürokrasi ve yolsuzluğun artması. Bazı açılardan demokratik hak ve hürriyetlerin sınırlanması. Batıyla çatışma halinin büyümesi.
THERMIDOR
Thermidor, siyasi literatürde yaygın kullanılan ve iyi bilinen bir kavramdır, ama gene de kısa bir açıklama yararlı olabilir. Fransız ihtilalinde jakoben devrimci diktatörlüğünün krallığın restorasyonuna yönelik girişimleri benzeri görülmemiş bir terörle ezmesinin ardından, 9 Thermidor’da (Fransız ihtilal takviminin onuncu ayı; 27 Temmuz 1794) uzlaşmacılar iktidarı ele geçirdiler ve başta Robespierre ile Saint-Just olmak üzere devrimin en radikal önderleri giyotine gönderildi. Thermidor, devrimin sona erip eski düzenin restorasyonu, veya onun temsilcileriyle ateşkes ve ortaklık devrinin başladığı anlamına gelir.
ETNOGENEZ VE GUMİLYOV
Etnogenez, etnisite oluşumu demek (Yunanca etnos ve genesis). Ancak etnogenez derken ifade edilmek istenen, aslında, bir etnisite tarihinin, yani oluşumunun ilk aşaması, belli bir etnisitenin tarihte yerini alış aşamasıdır, bu anlamda etnogenez için dilin şekillenmesi, kültürün oluşması ve özbilincinin ortaya çıkışı, etnosun aydınlatılması gereken başlıca nitelikleridir.
Yani etnogenez, etnosun maddi şartlarını (üretim ve yeniden üretim) değil, kimliğini (onu biçimlendiren ideolojik unsurları) ilk sıraya koyar. Maddi şartlar ancak, kimliğin biçimlenmesine, yani etnosun ortaya çıkışına etkide bulunduğu kadar önemlidir. Etnogenez, bu sebeple, özellikle Lev Gumilyov’un tarih teorisinde kilit bir kavramdır.
Gumilyov, tarihin hareket ettirici gücü olarak etnosların ihtiraslı olma halini (пассионарность) görür. İhtiras artışı ve azalışı tarihi biçimlendirir. Sınıflar yoktur, varsa da rolleri talidir, ama neticede manevi güce sahip blok davranış sergileyen etnoslar ve halklar vardır. Etnos, ihtirasıyla tarih sahnesine çıktığı gibi ihtiras yitimiyle oradan düşebilir de.
Gumilyov’un bu tarih teorisi, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte akademik çevrelerde adeta patlama yapmış, moda olmuş, marksizmin yerini almıştır. Bu nedenle etnogenez kavramı, doğrudan doğruya Gumilyov etkisine gönderme yapar. Novorus (Yeni Rus) etnogenezi, yeni bir Rus ulusal kimliğinin ortaya çıktığı anlamına gelir.
Öte yandan Novorus (Yeni Rus) ve Novorossiya (Yeni Rusya) kavramları da, milliyetçi bir projeyi seslendirmekten başka, tarihi arka planı olan kavramlardır. Novorossiya, Rusya İmparatorluğu’nun II. Yekaterina döneminde Osmanlı-Rus savaşıyla ele geçirdiği, Karadeniz’in kuzeyindeki, çoğunluğu step olan toprakların adıydı. Kırım dahil olmak üzere Don havzasından şimdiki Romanya’ya kadar uzanan bu çok geniş alanın büyük bölümü Kırım Hanlığı, onun etrafı da Kazak ülkesiydi.
Novorossiya’nın Rusya’ya katılması, her ne kadar kısa sürede çökse ve hatta unutulsa bile, Yekaterina ile onun gözdesi Potyomkin’in (bizde nedense transliterasyon hatasının azizliğine uğrayıp Potemkin diye geçer) bir Yeni Roma İmparatorluğu hayali içinde daha büyük anlam kazanıyordu. Yekaterina, belki Voltaire’le yazışmalarının da etkisiyle, bu hayali öyle canlı görüyordu ki, torununu (adı Konstantin idi) Konstantinopolis’te tahta çıkmaya hazırlıyordu. Tarihle ilgili ayrıntılara girmeye gerek yok, ancak Novorossiya’nın çok hızla Ruslaşmış ve Rusya’nın (kültürel olarak) ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olması (her ne kadar bugün hemen tamamı Ukrayna’da bulunuyor olsa bile), önemlidir.
Novorus etnogenezinden bahsedildiği yerde aslında dolaylı olarak bu hızlı kültürel asimilasyon, ve daha dolaylı olarak da kültürel üstünlük duygusuna dikkat çekilir. Tam da bu nedenle Ukrayna’daki gelişmeler, bu ülkenin hızla Rusya’nın etki alanından koparak batı blokuna yaklaşması ve onunla birleşme arzusu, Rusya’da sadece siyasi değil, kültürel bir travmaya da neden olmuştur.
BATICILIK VE SLAVCILIK
Batıcılık ve gelenekselcilik (veya Slavcılık) 19. yüzyılda Rusya’da entelektüel hayatta en çok çatışan iki ana eğilimdi. Özellikle edebiyat dünyasında bu eğilimin izleri çok açık görülür: Belinskiy, Gertsen (Herzen), Çernişevski, Turgenyev gibi yazar ve eleştirmenler, aralarındaki büyük farklılıklara rağmen batıcıdırlar, oysa Dal, Tyutçev, Leontyev, en önemlisi de Dostoyevski gibi yazarlar slavcıdılar. İki ana eğilim arasındaki bu çatışma hali 1840’lardan en azından Ekim devrimine kadar şiddetli bir şekilde devam eder.
Rus liberalleri çoğu zaman köklerini 19. yüzyıl batıcılarında göstermeyi pek severler, ancak gerçekte Batıcılık, Marksizm’le birlikte devrimciliğe evrilmiştir. Slavcılar ise gericiliği temsil etmişlerdir. Dostoyevski’nin özellikle son dönem hikâyeleri ve Karamazov Kardeşler’de bu çatışmaya yönelik polemikçi tavır açıkça görülür.
Bızov burada haklı olarak, Rus kültür geleneğinin omurgasını teşkil ettiğini söyleyebileceğimiz bu çatışma halinin 20. yüzyılda tamamen yok olmamakla birlikte gücünü kaybettiğini, onun yerine başka bir ulusal sentez ortaya çıktığını vurguluyor.
Bu ulusal sentez meselesi önemlidir ve aslında Sovyetler Birliği’ni bir ulus inşası olarak da görmek gerektiğini, en azından 1930’lardan itibaren sadece Marksist bir proje değil, aynı zamanda milli bir nitelik de kazandığını vurgulamak gerekir. Bu görüngünün sonuçları, çokuluslu kapitalist Rusya’nın milli kimliğini şekillendirir. Ne var ki bu son derece önemli ve bir o kadar da görmezden gelinen görüngüyü incelemeyi başka bir yazıya bırakmak daha doğru olacak.
Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırka yakın çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. @Hazal_Yalin
KAYNAKÇA
1. Erksoy E. Jung’un Arketip Kavramı [Электронный ресурс]. URL: http://www.anadoluaydinlanma.org/Yazilar/jung_arketip.pdf (accessed: 05.02.2019).
2. Калюков Е. Путин заявил о необходимости отторжения «дремучего охранительства» [Электронный ресурс]. URL: https://www.rbc.ru/politics/07/05/2018/5af01cfb9a794711fec1c82d (accessed: 28.04.2019).
3. Неменский О.Б. Охранительство // Вопросы национализма. 2012. Vol. 10. № 2. P. 59-70.