Rusya’da yönetici elitin davranışlarını şekillendiren dört temel kaygı var.
Bunların ilki savaştır.
Bu ülke, iki defa yok oluşun eşiğine geldi. İlki, I. Dünya Savaşı’nın başından İç Savaş’ın sonuna kadar olan dönem, ikincisi de II. Dünya Savaşı’dır. Bu ikisi, her şeyden önce demografik felaketlerdi: I. Dünya Savaşı ve İç Savaş yıllarında nüfus yüzde 4,5, II. Dünya Savaşı’nda ise ise erkek nüfusu yüzde 20,6, kadın nüfusu da yüzde 4,5 (toplamda yüzde 12,1) düşmüştür. Daha önce başka bir yerde yazdığım gibi, kadın nüfusu savaş öncesi sayısına ancak 1951’de, erkek nüfusu ise 1959’da erişebilmiştir.
Ama sadece demografik bir felaket değil. Ülke her iki savaş yıllarında iktisadi olarak da yok oluşun eşiğine gelmiştir. 1921’de milli gelir, 1913 seviyesinin yüzde 28’idir. 1948’de milli gelir, 1939’daki seviyesinin yüzde 68’idir. Ancak eşik, en çok Sovyetler Birliği’nin parçalanmasıyla birlikte aşılmıştır. Milli gelir, 1998’de, 1989’daki seviyesinin ancak yüzde 55’ine erişmiştir.
İkinci kaygı, budur.
Üçüncü kaygı, yeni bir çöküşün önlenmesi için doğal kaynakların başrol oynadığı görece istikrarlı bir büyümenin sağlanmasıdır. Burada devlet kapitalizmiyle karşılaşırız; tekelci devlet kapitalizmi, mevcut durumun korunması (bu anlamda muhafazakâr) ve siyasi-sosyal krizi önleyecek siyasi istikrarın da biricik yolu sayılır.
Dördüncü kaygı, Rusya’nın devlet egemenliği ve toprak bütünlüğüdür. Benim bu kısa yazıda değineceğim konuyu doğrudan ilgilendiren, bu başlıktır.
Bu başlıkta Sovyetler Birliği ile tarihi devamlılık çok dikkat çekicidir; üstelik, son kabul edilen anayasa değişiklikleri arasında da özel olarak vurgulandığı gibi, Rusya Federasyonu kendisini Sovyetler Birliği’nin hukuki devamı olarak ilan eder. Dolayısıyla, Rusya Federasyonu açısından, ulusal haklarla ilgili hukuki önem taşıyan ilk belge, 2 (15) Kasım 1917 tarihli, Milliyetler Halk Komiseri Stalin ve Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı Lenin imzasını taşıyan, Rusya Halklarının Hakları Deklarasyonu’dur. Bu deklarasyon, ayrılma hakkını güvence altına aldığı gibi, azınlıkların ve etnisitelerin özgür gelişmesini de garanti eder.
Bu ilkeler, 30 Aralık 1922 tarihli SSCB Kuruluş Anlaşması’nda da kabul edilir. İlginçtir, 1990’dan sonraki bütün ayrılık deklarasyonları, bu birlik deklarasyonuna gönderme yaparak ilan edilecektir.
1918 anayasasının (SSCB’nin ilk anayasası) 4. maddesi, demokratik barışın temeli olarak ayrılma hakkını gösterir; Finlandiya ve Ermenistan’ın bağımsızlıkları da anayasada zikredilerek anayasal güç kazanır.
Bununla birlikte 1924 anayasası, nispi bir farklılık gösterir: her ne kadar SSCB Kuruluş Deklarasyonu ile başlasa da, burada, milli hürriyet ve eşitliğin ancak sosyalist kampta olduğu, ve halkların milli gelişme hürriyetinin, Sovyet cumhuriyetlerinin tek bir devlet içinde birleşmesi olduğu belirtilir. Farklılık, ayrılık hakkı vurgusunun birlik ihtiyacıyla tamamlanmasındadır.
1936 anayasası ise köklü bir farklılık taşır; burada Kuruluş Deklarasyonu anılmaz, dahası iki meclis yerine tek bir Yüksek Sovyet teşkil edilir. Keza “milli rayonlar” ve “milli köy sovyetleri” lağvedilir. Bu, benim görüşüme, göre, kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkan, milletlerin ve azınlıkların milli varlıklarının korunmasına dayanan bir üniter devlet eğilimine işaret eder.
1977 anayasası ise “halkların kendi kaderini idare etme hakkı”nı savunmakla birlikte, bunu Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla birlikte tamamlanmış bir hak olarak görür.
Aynı eğilim, Rusya Federasyonu’nun 1993 anayasasında da ortaya çıkar: anayasada “halkların kendi kaderini tayin hakkı” iç siyaset ilkeleri arasında sayılır. Burada kendi kaderini tayin, “yerel yönetim bölgesi teşkil etmek, ulusal-kültürel otonominin muhtelif biçimlerini kullanmak yoluyla gerçekleştirilir, ama egemen devleti dışlar.” Başka bir deyişle, milli haklar, ancak ve ancak Rusya Federasyonu devletinin egemenlik alanında gerçekleşir; ancak federasyon unsurları federasyondan ayrılamazlar, zira kendi kaderini tayin hakkı zaten tanınmış ve uygulanmaktadır ve daha ileri uygulanmasının önünde engel yoktur; zira bu anayasal bir görevdir.
Bununla birlikte, Sovyet ve Rusya marksist ve hukuki literatüründe millet ve halk arasındaki ayrıma da dikkat çekmek gerek. Burada halk, “siyasi ve teritoryal bir topluluk” anlamına gelir; dolayısıyla farklı milliyetleri de kapsar. Bu, nispeten teknik bir ayrım, ancak Türkiye’deki yerleşik marksist literatürle köklü bir ayrım taşır. Bizde hakim literatür, ulusların kaderlerini tayin hakkını esas alır; Rusya’da ise, 1975 Helsinki Nihai Senedi’ne dayanan (bu senet de esas itibariyle efsanevi dışişleri bakanı Gromıko’nun eseridir) halkların kaderlerini tayin hakkına vurgu yapılır.
Milli mesele, Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren meselelerden biridir; ancak diyeceğimin paradoks gibi algılanmasını göze alarak şunu da söyleyeceğim: milli mesele, Sovyetler Birliği’nde ve onun sayesinde bugün Rusya Federasyonu’nda çözülmüş bir meseledir. Çözülmüş olması, bu meselenin hukuki, siyasi ve sosyal olarak kabartılma meşruiyetinin bulunmayışındadır; ne var ki bu, meselenin tekrar ortaya çıkmayacağı anlamına da gelmez. Bu nedenle, özellikle (ikinci Çeçen savaşının kaderinin bütünüyle belli olduğu) 2004’ten bu yana Rusya’da Rus milliyetçiliği, temel bir tehdit olarak algılanır.
Milli taleplerin karşılanmasında alabildiğine esneklik, ayrılıkçılığın yahut diğer halklar arasında ayrılıkçılığa yol açabilecek akımların (başta Büyük Rus milliyetçiliği) önlenmesinde alabildiğine katılık — temel ilke, öyle görülüyor ki, budur.
Üstelik bu tehdit algısı giderek şiddetleniyor. Birkaç gün önce anayasa değişiklikleri oylaması vesilesiyle yazdığım gibi, bu tehdidin açıkça ifade edildiği en yüksek seviyeli ilk açıklama, Ankara’daki büyükelçi Karlov suikastinin hemen arkasından, 20 Aralık 2016’da Putin’in FSB ve diğer güvenlik bürokrasisinin en tepesindeki isimlerle yaptığı bir toplantıdaki konuşmasıdır. Putin, bu konuşmada, yabancı düşmanlığı ve milliyetçiliği, “çokuluslu toplumumuzun istikrarına yönelik gerçek bir tehdit” olarak nitelemişti. Burada başta Büyük Rus milliyetçiliği olmak üzere her tür milliyetçiliğin tehdit olarak algılandığı çok açıktır.
Bu istisnai bir açıklama değildir ve esas itibariyle güvenlik bürokrasisiyle yapılan birçok toplantıda başlıca gündem maddelerinden birini teşkil etmiştir. Üstelik milliyetçilik, genellikle aşırılıkçılık ve hatta terörizmle birlikte anılır. Putin’in, bu yılın 20 Şubat’ında FSB yetkilileri önünde yaptığı konuşma da aynı çerçevededir, dahası bu defa dini ayrılıkçılık da hedefe konulmuştur: “Sizden, saldırganlık ve şiddete yönelik her tür çağrının engellenmesi için operasyonel bir çalışma bekliyorum. Milliyetçiliğin ve dini düşmanlığın her tür görünüşü de engellenmelidir.”
Tekrar altını çizmekte fayda var: burada devletin egemenliği ve toprak bütünlüğü temel ilkelerdir; yani dolaysız bir devlet fetişizmiyle karşı karşıyayız. Ancak devlet, bu fetişizmi beslemek için milliyetçiliği kullanmaz. Kremlin’in Büyük Rus milliyetçiliğini körüklediğine dair batı merkezli, tevatür kabilinden analizler, bu nedenle, bütünüyle yanlıştır. Bu analizler kısmen, Rusçanın özgünlüğünden de kaynaklanır; Rusçada “Rusya devleti, Rusya toplumu, Rusya siyaseti, vb.” diye ifade edilen her şey, batı dillerine “Rus devleti, Rus toplumu, Rus siyaseti, vb.” diye çevrilir. Tuhaf bir şekilde, Türkçeye de böyle çevrilir; bunun genellikle iki nedeni vardır: birincisi, Türkiye’de Rusya batıdan takip edilir. İkincisi de, milli meseleyi çözememiş bir ülke olarak Türkiye’nin ortalama aydını Türk (veya Kürt) milliyetçisidir; dolayısıyla Rusluk yerine Rusyalılık demek pek işine gelmez.
Özetle, bütün bu iddiaların tersine, milliyetçilik Rusya için ölümcül bir tehdittir ve yönetici elit tarafından da öyle görülür; özellikle de Büyük Rus milliyetçiliği böyledir, çünkü o, diğer halkların milliyetçiliğini tetikleme, “çokuluslu toplumumuzun istikrarını” yıkma gücüne sahiptir.
Hazal Yalın: Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin