Alptekin Dursunoğlu’nun YDH’da yayımlanan “İdlib mi Fırat’ın Doğusu mu?” başlıklı makale, Suriye’ye karşı yürütülen savaşın 10 yıl sonra ulaştığı durumu ve buna ilişkin temel tespit ve değerlendirmeleri içermesi nedeniyle tartışılması gereken bir yazı özelliğini taşıyor.
Yazı ayrıca Türkiye medyasında çok az dile getirilen, belki de bir kısmı hiç dile getirilmeyen çok sayıda hususu içeriyor. Ülkemizi siyasi, ekonomik ve sosyal açılardan etkileyen ve maalesef daha uzun yıllar etkileyecek gibi görünen Suriye krizine ilişkin bu yazıda kendimce en önemli olarak gördüğüm 5 temel tespite dair düşüncelerimi tartışma ortamına katkıda bulunmak amacıyla kaleme aldım.
1- Makalenin şüphesiz en önemli ve temel değerlendirmesi, Türkiye’deki tartışmalarda pek dile getirilmeyen bir konu. Zaten yazar da onu alt başlık olarak belirtmiş: “İdlib’le Fırat’ın doğusundaki birbirini besleyen karşıt taraflar dengesi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü tesis etmesini engelliyor.”
Gerçekten de İdlib’in ve Fırat’ın doğusunun Suriye devletinin kontrolüne geçmesini engelleyen güçler birbirinin varlığını besliyor ve Suriye’deki parçalanmışlığın/istikrarsızlığının sona ermesinin önündeki en büyük engel olarak yer alıyorlar.
Bir başka ifadeyle, birbirine karşıt olan Türkiye ile Suriye Demokratik Güçleri’nin-SDG (daha açık söylemek gerekirse SDG’yi kontrol eden PKK’nin ve Suriye şubesi PYD’nin) Suriye’deki bu konumları, kendi gayelerinin yanı sıra emperyalizmin bu ülkenin istikrarsızlaştırılması/parçalanması hedefine hizmet etmektedir.
Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında bu iki güç aynı safta görülmekte; hattâ aynı dönemde Suriye’ye yüzlerce hava saldırısında bulunan İsrail de objektif manada doğal olarak aynı safta değerlendirilmektedir. Nitekim Suriye devletinin bakışı da bu yöndedir.
Bir an için Türkiye ve SDG’nin Suriye topraklarında kontrol ettikleri Suriye toprağı olmadığını farz edersek, böyle bir durumda ABD’nin (ve AB’nin) Suriye’de tutunacak dalının kalmayacağı, sahada/karada işbirliği yapabileceği önemli bir güç bulamayacakları görülür.
Esasen bu iki güç bu alanda âdeta rekabet ve yarış içinde bulunmakta; özellikle ABD’ye “onu alma, beni al” diyerek Suriye’de diğer taraf yerine kendileriyle işbirliğinin ABD ve Batı için daha iyi sonuçlar vereceğini vaat etmektedir.
2- Yazarın diğer bir önemli değerlendirmesi, Suriye yönetimi dışında yalnızca “İran’ın sahadaki devletlerin Suriye topraklarını kendi çıkarları için birbirine pay etmelerine karşı olduğu” yönünde. Burada kastedilen ülkeler ABD, Türkiye ve Rusya’dır.
Doğrusu, ABD ve Türkiye’nin Suriye’nin topraklarını “pay etme/alma” konusundaki tutumları açık ve zaten onlar bu tutumlarını pek gizlemeye de gerek duymadılar.
Buna karşılık, Rusya’nın bu konudaki tavrının net olmadığını ve sorgulanmaya muhtaç olduğunu söyleyebiliriz. Aslında Rusya krizin başlangıcından itibaren Suriye ile ilgili tutumunu ve daha sonra bu ülkedeki varlığını esas olarak 2 temel nedene/ilkeye dayandırmıştı:
i)Terörizmle mücadele, ii)Uluslararası hukukun ve Suriye’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması. Ancak, 2016 yılından itibaren Rusya’nın Türkiye’ye Suriye’de defalarca yazarın deyimiyle “toprak pay etmesi”, Rusya’nın kendi ulusal çıkarları açısından yararlı olacağını düşündüğünde Suriye’de bu ülkenin egemenliğine/toprak bütünlüğüne aykırı adımlar atmaktan çekinmeyebileceğini göstermektedir.
Bazı yorumcular Rusya’nın Türkiye ile bu işbirliğinin Suriye’deki denklemde bu ülkeyi Batı kampından kendi kampına (Rusya, İran ve Suriye tarafına) çekmeye ya da kapsamaya/ihtiva etmeye (contain) yönelik taktiksel bir manevra olduğunu iddia etmektedir.
Ancak, iki nedenle bu görüşe katılmak kolay değildir. Birincisi konunun sahibi yani Suriye devleti bu görüşe iştirak etmemekte olup; kendi ifadesiyle “Türkiye’nin işgal ettiği Suriye topraklarından çekilmesi” talebiyle BM’ye başvuruda bulunmuştur.
İkincisi, bunu taktiksel amaçlarla yapmış olsa dahi, emperyalist sistemin tüm gücüyle ve kurumlarıyla müdahil olduğu böylesine bir savaşta ve krizde Rusya’nın atmış olduğu söz konusu adımların sonuçlarını gelecekte tamamen ortadan kaldırmaya yetecek kapasitesinin olduğu şüphelidir.
İran’ın ise bu konudaki (“Suriye topraklarının pay edilmesi” konusundaki) tavrı net ve sabittir. Bunun temel nedeni, başlangıcı 1979-80’e kadar giden Suriye-İran ittifakı ve işbirliğinin özellikle son 15-20 yılda İran’dan Lübnan’a uzanan emperyalizm (ve İsrail) karşıtı bir eksene/cepheye dönüşmüş olması ve Suriye’nin bu eksenin önemli ve feda edilemeyecek bir bileşeni ve bağlantı ülkesi olmasıdır.
Bir diğer ifadeyle, Suriye’nin İran ile ilişkilerinin Rusya ile olan ilişkilerinden daha farklı ve stratejik niteliklere sahip olması,İran’ın Rusya’ya göre bu konuda daha net bir tavır almasına yol açmaktadır.
3- Yazar Suriye’deki Kürtlerin temsilcisi olarak ortaya çıkan PKK’nin ve Suriye şubesi PYD’nin, “ilkesiz” tavırlarını çarpıcı bir şekilde özetlemiş, “bu güçlerin kendilerini Amerikan himayesinden yoksun gördüklerinde Suriyeli olduklarını hatırladıklarını, Amerikan himayesine kavuştuklarında ise Suriye’nin ulusal servetinin yağmalanmasında işbirliği yaptıklarını” belirtiyor.
Ayrıca, yazar, buna rağmen Şam ve müttefiklerinin, birbirini besleyen “karşıt taraflar dengesini” bozmaya karar verdiklerinde, İdlib’e silahla gitmekten yana iken Fırat’ın doğusuna müzakereler yoluyla yaklaşmayı tercih ettiklerini de belirtmektedir.
Ancak, yine de Şam’ın (ve müttefiklerinin) Fırat’ın doğusunu ABD desteği ve himayesiyle yöneten SDG ile uzlaşması mevcut koşullarda –en azından kısa vadede- zor görünmektedir. Kanımızca, çelişkili gibi görünse de bunun en temel nedenlerinden birisi, SDG’nin (daha doğrusu PKK’nin veya PYD’nin) Suriye’deki “zayıf” konumudur.
Zira, Barzanilerin yönettiği Irak Kürdistanı Bölgesi’ndeki Kürt çoğunluğuna karşın, SDG’nin yönettiği Suriye topraklarında Kürtlerin açık Arap çoğunluğa karşı “demografik” bir üstünlüğü elde etmesi mümkün değildir.
Esasen, ABD’nin Kürtlerden oluşan PYD’nin yine belirleyici olacağı ama görünüşte diğer etnik gruplarla birlikte Arapların belki de çoğunlukta olduğu SDG’yi kurdurmasının nedenlerinden birisi de budur.
Bu “demografik realite”, maksimalist (ayrılıkçı?) hedeflerini mümkün olduğunca gerçekleştirebilmek ve hattâ mevcut fiili devlet benzeri yapıyı sürdürebilmek ve ayakta kalabilmek açısından PYD’yi ABD’ye gittikçe daha çok bağımlı kılmaktadır. Bu da PYD’nin ABD’ye karşı manevra alanını son derece sınırlandırmakta ve sonuçta –kendi iradesinin hangi yönde olduğundan bağımsız olarak- ABD’nin istediği yönde hareket etmek durumunda bırakmaktadır.
4- Yazar “Türkiye’nin İsrail'in Golan'daki tecrübesini Suriye’nin kuzeyinde tekrar etmek istediğini gizlemediğini", bir diğer ifadeyle Suriye’den toprak koparmak isteyebileceğini belirtiyor.
Aslında Türkiye’nin Suriye topraklarına dair ilgisi ve emelleri 2010’larda birdenbire ortaya çıkan yeni bir olgu değil; hattâ Suriye devletinin bağımsızlığı öncesine (Fransız mandası dönemine) kadar gidiyor.
Nitekim Türkiye, Suriye topraklarına dair isteği konusunda 1930’ların ikinci yarısında fiili bir adım atma imkânı buluyor. Türkiye, emperyalist kampın İkinci Dünya Savaşı öncesinde iki bloka ayrıldığı dönemin koşullarında bu bloklardan birisine yanaşıyor.
Bunun sonucunda mandater/emperyalist Fransa ile anlaşarak İskenderun Sancağını nispeten kolay bir şekilde ilhak etmeyi başarıyor. Daha sonrasında her ne kadar hiçbir Suriye hükümeti bu ilhakı resmi olarak tanımasa da zamanla filli bir kabullenme oluşuyor.
Bu konuda diğer bir somut girişim ise 1957’de oluyor. Türkiye sınıra askerlerini yığıyor ve Halep ile ilgili toprak isteklerini dillendiriyor. Konu BM’ye intikal ediyor ve Suriye’nin müttefiki SSCB Türkiye’yi tehdit ediyor. Bunun üzerine, Türkiye geri adım atıyor. Esasen güneyindeki İsrail’den tehdit edilmekte olan Suriye, kuzeyinden de kendisine yönelik bir tehdit algısı olduğu düşüncesiyle bu krizin hemen apar topar Mısır ile birleşiyor.
Günümüzdeki duruma bu açıdan bakıldığında, ne 1938-39 ne de 1957 koşullarında olmadığımızı, bu iki durumun ortasında bir yerlerde olduğumuzu düşünüyorum. Bir diğer ifadeyle, günümüzde Suriye’den “kalıcı bir şekilde toprak koparmak”, 1938-1939’da kotarıldığı kadar kolay olmadığı gibi, iki bloklu dünya koşullarında sosyalist blokun en güçlü ülkesi SSCB ile ittifak ilişkisi içinde olan bir ülkeden toprak koparmak kadar da imkânsız değil.
5- Dursunoğlu yazısında Türkiye’nin her Astana toplantısında Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine bağlılığını teyit ettiğini hatırlatarak, mevcut şartlarda Suriye’deki askeri varlığını bu hedeflere yönelik olarak kullanma çağrısında bulunarak bu bağlamda şu önerilerde bulunuyor:
İdlib’de Astana formatına uygun bir şekilde davranmak,
ABD’nin ikinci bir “36. paralelin kuzeyi bölgesi yaratmasını” engellemek amacıyla Suriyeli Kürtlerin Şam ile anlaşmasını teşvik etmek,
Suriyeli mültecilerin gönüllü ve güvenli bir şekilde geri dönmesi için gerekli şartları hazırlamak.
Aslında AKP-MHP (ve belki de PKK) içindeki ve çeperindeki “fanatik” gruplar dışarıda tutulursa, Türkiye halkının çoğunluğunun bu önerilere katılacağı şüphesizdir. Ancak, mevcut/yeni rejimin bu önerilerin hiçbirini uygulamayacağını söylemek yanlış olmaz.
Olsa olsa en fazla, İdlib’de Rusya’nın ve sahadaki Suriye ordusu ve müttefiki güçlerin baskısı altında sınırlı ve esas itibariyle oyalama amaçlı açılımlar görebileceğimizi sanıyorum. Zira yazarın söz konusu önerilerinin uygulaması, bugüne kadarki politikasını tümden değiştirmesi ve belki de emperyalist sistemle karşı karşıya gelmeyi göze alabilmesi anlamına gelir.
Oysa yeni rejimin bu tür politika değişikliğini isteyip istememesi bir yana, ABD ile karşı karşıya gelmeyi göze alabilecek durumda olduğunu sanmıyorum. Tam tersine Türkiye’nin jeostratejik konumunun ve Suriye’deki varlığının Türkiye’ye emperyalist sistemle pazarlıklar ve müzakerelerde benzersiz bir imkân sağladığının farkında olduğu açıktır.
Bu nedenle, Türkiye’deki yeni rejim geçmiş yıllarda yaptığı gibi, rejimin konsolidasyonu ve buna ilişkin ek/yeni tasarımların hayata geçirilebilmesi açısından, ABD ile pazarlıkta Türkiye’nin Suriye açısından konumunu ve askeri varlığını, AB ile pazarlığında özellikle “mülteci kartını” kullanmaya devam edecektir.
Umarım yanılıyorumdur…
@AsnasEmir