St. Petersburg Adli Forumu
Putin’in 30 Haziran’da yaptığı iki konuşma, genel (stratejik) bir yaklaşımdan başka (veya bundan ziyade) yaklaşımın nasıl formüle edildiğini (hiç de önemsiz olmayan bir terminoloji meselesi) göstermesi açısından da dikkat çekiciydi.
St. Petersburg Adli Forumu’nda açılış konuşmasında geleneksel muhafazakâr izleğe bağlı kaldı (bu onun değişmeyen izleğidir) ve “uluslararası ilişkilerde çok kutuplu bir sistemin aktif olarak şekillenmekte” olmasına rağmen bunun “genel kabul görmüş uluslararası hukuk ilkeleri ve BM Şartı” çerçevesinde kurulması gerektiğinin altını çizdi.
Bu yaklaşımın doğuracağı kaçınılmaz sonucu es geçmedi; eğer yeni bir dünya düzeni şekillenmekteyse “hukuk, günümüz problemlerine ve meydan okumalarına, fırtınalı ve kökten değişikliklere uygun biçimde tepki gösterebilir” mi?
Putin’e göre “uluslararası hukuk elbette gelişmek zorunda”; ancak: “Krizler, sözüm ona ‘hukuka içkin kusurlar’ yüzünden doğmuyor. Mesele başka yerde: Hukukun yerine talimat ilişkisinin, uluslararası normların yerine de muhtelif devletlerin veya devlet gruplarının milli hukukunun geçirilmesi girişimlerinde, hukuktan ayrılamaz ilkelerin, adaletin, iyi komşuluğun, eşit hakların ve hümanizmin reddi niyeti güdülmesinde. Bunlar sadece hukuki formüller değil, bunlar uygarlığımızın bütün çok biçimliliğini yansıtan değerler.”
Putin’e göre “kimi devletler uluslararası arenadaki hâkimiyetlerini yitirmekte olduklarını kabul etmiyorlar”. Bu devletler “sadece tek bir ülkenin, Amerika Birleşik Devletleri’nin avantajına olan kararlar alan kapalı bloklar ve koalisyonlar kurmak yolunu tutuyorlar.”
Putin burada bir kez daha, 24 Şubat öncesinin tartışmasına dönüyor: Güvenliğin bölünmezliği ilkesi; ancak bunun üzerinde durmuyor. İlke, hatırlayacağımız gibi, ülkelerin güvenlik tercihlerini başka ülkelerin güvenliğine zarar vermemek şartıyla özgürce yapabilmesi anlamına geliyordu; Rusya’ya göre Ukrayna’da çatışmayı başlatan tam da bu ilkenin Rusya aleyhine ihlal edilmekte oluşuydu.
Putin burada, “Batı’nın egemen devletlere uyguladığı tek taraflı gayrimeşru yaptırımlardan” söz ediyor; bunları sadece Rusya ile sınırlamayıp genelleştirmesi önemli. Böylelikle Rusya’yı küresel cepheleşmede diğer yaptırım kurbanlarıyla aynı saflara koyuyor. Putin, 21’inci yüzyılda “devletlerin ve halkların eşitsizliğine, ayrımcılığına yer olmaması gerektiğini” söylüyor; Rusya’nın ise bu çok kutuplu ilişkileri “ilgilenen herkesle geliştirdiğini”, bu kapsamda BM, G20, BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve diğer birliklerle işbirliğine büyük önem verdiğini söylüyor.
Arkasından “stratejik istikrarın temini, kitle imha silahlarının yaygınlaşmaması düzenlemelerinin korunması, silah kontrol alanında durumun düzeltilmesi” konularında diyaloğa açık olduklarını belirtiyor. Keza: “İklim ajandası, açlıkla mücadele, gıda ve enerji pazarlarının istikrarının temini, uluslararası ticaret ve rekabette adil kurallar gibi hayati önem taşıyan konularda çabalarımızı birleştirmeyi hedefliyoruz” diyor.
Putin’e göre ancak bütün bu alanlarda “uygun ve esnek hukuki düzenlemeler” yapıldıktan sonra “bugün Donbass’ta yaşayanları soykırım karşısında savunma amacıyla ortaya çıkmış olana benzer krizlerin” doğmaması beklenebilir.
Ancak bunu yerel değil evrensel bir çözümün parçası olarak öngörüyor: “Rusya bundan sonra da daha demokratik ve adil, bütün hakların haklarının ve insanlığın kültür ve uygarlık alanında çok biçimliliğinin garanti edileceği bir dünyanın şekillendirilmesini hedeflemeye devam edecek.”
Rusya Dış İstihbarat Konuşması
Putin aynı gün Rusya Dış İstihbarat Hizmetleri çalışan ve emeklileri nezdinde “yasadışı istihbaratın 100’üncü yılını” kutladı. “Yasadışı” başka ülkelerde ikinci veya üçüncü ülke uyruğu kimliğiyle (sahte biyografilerle) yaşayan istihbaratçıları niteliyor.
Dış İstihbarat kuruluşunu, 28 Haziran 1922’de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti İçişleri Halk Komiserliği Baş Siyasi İdaresi’nin (bütün istihbarat işlerinden sorumlu olan ünlü GPU) Dış Departmanı Yurtdışı Dairesi’nin ihdas edilmesine dayandırıyor. Kendisi de istihbarat kökenli olan Putin’in istihbaratçı toplantılarında yaptığı rutin konuşmalar bile genellikle önem taşır.
Aklıma ilk gelen bu türden konuşmalardan birini 20 Şubat 2020’de FSB personeli önünde yapmış orada “milliyetçilik ve dini düşmanlığa” karşı operasyonel çalışma yapılmasını istemişti. Putin’in bu son konuşması da devlet meselesine bakışı açısından karakteristik.
Benim devamlı altını çizdiğim süreklilik vurgusuna dikkat çekmek isterim: [1922’de yasadışı istihbaratın kuruluşuyla birlikte] “Olanca devrimci çalkantılara rağmen devletimiz için, ülkenin güvenliği ve egemenliği için hayati önem taşıyan bir alanda süreklilik sağlanmıştır.”
Bu, devlette değil, devlet-oluşta bir devamlılık haline işaret ediyor. Siyasi elitin devlet fetişizmi (sadece temelleri Sovyet döneminde atılmakla kalmayıp tamamen Sovyet döneminde inşa edilen bir fetişizmdir bu) burada yatıyor.
Putin sözlerinin devamında, yasadışı istihbaratın savaş öncesi, savaş yılları ve savaştan sonra Sovyetler Birliği’nin “stratejik dengeye” ulaşmasında katkılarını hatırlatıyor. Bunu, hatırladığım kadarıyla, ilk defa somutluyor; ilk defa askeri çerçevenin dışına çıkarıyor ve “yerli sanayi ve bilimin gelişmesinde paha biçilmez katkılarından” söz ediyor.
Gene de burada temel bir yaklaşım farkına dikkat çekmek gerek: Gerçekte Sovyetler Birliği’nin dış istihbaratı en azından 1950’lerin başına kadar sadece Sovyetler Birliği’nin dış istihbaratı değildi; bu esas itibariyle emperyalizme karşı dünya komünist hareketinin ortak istihbaratıydı.
Bu yüzden Sovyetler Birliği’nin istihbarat kahramanları arasında, özellikle iki savaş arası dönemde, sadece Sovyet vatandaşları değil, dünya komünist hareketinin farklı uyruklardan önderleri ve çalışanları da vardır.
Bu durum, istihbarat faaliyetine tamamen ideolojik bir renk katıyordu; ancak bu renk Putin’in konuşmasında (doğal ki) yok. Gene de bu “renksizliği” konuşmanın asli unsuru saymamak gerek. Putin’in konuşması kapitalizm kararlılığına, muhafazakâr devlet anlayışına, “sistem-içi” oluşuna rağmen bir ideolojik esneklik de içeriyor ve “çubuğu diğer tarafa büküyor”.
Esneklik, istihbaratın Rusya’nın çıkarlarını korumakla görevlendirilmesinden başka, bu çıkarların “çok kutuplu dünya” tasavvuru nedeniyle “yeni sömürgeciliğe” karşı ortak bir menfaat alanını temsil ediyor olduğunun ileri sürülmesinde: “Hakikatin yerine arzu edileni koymamak gerek. Kolektif Batı pek çok noktada böyle bir kapana düştü, kendisini böyle bir kapana itti; eylemlerinde liberal küreselleşme modellerinin bir alternatifi olmadığından hareket ediyor.
Bu model ise, şeyleri isimleriyle anacağız, yeni sömürgeciliğin yeni bir edisyonundan ibaret; Amerikan usulü bir dünyadan, bütün diğerlerinin haklarının ayaklar altına alındığı seçkinler dünyasından başka bir şey değil.”
Putin’in bunun arkasından verdiği örnekler de aynı ölçüde dikkat çekici; sadece “Batı’nın sinik bir şekilde jeopolitik oyunlarda, Rusya’yı ‘dizginleme’ teşebbüslerinde harcanacak malzeme olarak kullandığı Ukrayna’daki milyonlarca insandan” değil, “Orta Doğu’nun, dünyanın diğer bölgelerinin pek çok ülkesinin ve halkının kaderinden” de söz ediyor.
Putin’e göre “Batı, hoşuna gitmeyen gerçekliği görmezden gelmeye çalışıyor.” Ancak bunu da tamamen yapamıyor; çünkü gerçek orta yerde. Dolayısıyla: “Bu dogmatizm, geçmişin yükü, gözlerinin önündeki hakikate bakmaktaki isteksizliği, Batı’dan gelecek, düşünülmemiş, refleks kabilinden eylemler riskini daha da artırıyor. Ama bu durum aynı zamanda Rusya ve fikirdaşlarımız için dünyada yeni imkânlar açıyor; biliyorsunuz, fikirdaşlarımız da pek çok. Doğru, kimileri başını kaldırmaktan ve yüksek sesle söylemekten korkuyorlar; ama bizimle aşağı yukarı aynı şekilde düşünüyorlar, aslında bizim gibi düşünüyorlar. Bunlar, bu fikirdaşlarımız, gerçek anlamda çok yönlülük ilkeleri temelinde kendi yollarında yürümek isteyen ülkeler ve insanlar, halklar çok, pek çok.”
Putin, çok kutupluluğunun “her şeyden önce hürriyet” olduğunu söylüyor; bu, ülkelerin ve halkların hürriyeti, kendi kalkınma yollarını, kendi varlık ve özgüllüklerini korumaya yönelik doğal hakları. Dünyada bu köklü dönüşümler yaşanırken “pek çok şeyin” yasadışı istihbarata bağlı olduğunu ekliyor; ancak ona göre bu çalışma sadece “ülke güvenliğine doğrudan tehdit teşkil eden askeri ve jeopolitik” istihbarattan değil, aynı zamanda “küresel ekonomi ve mali sektördeki” çalışmalarına da bağlı.
Böylece Putin, “Dış İstihbarat Hizmetleri’nin çalışmasındaki önceliklerden birinin ülkemizin sınai ve teknolojik olarak gelişmesine, savunma potansiyelinin güçlendirilmesine katkıda bulunmak” olduğunu ilan ediyor.
Her iki konuşmada da devletler ve halklar vurgusunun aynı anda yapılmakta olduğuna dikkat çekmek gerek. Devletler vurgusu, aynı zamanda Rusya’nın siyasi çizgisidir; Yalta dışında bir uluslararası düzen tasavvuru olmayan, Yalta’yı reddeden her tür uluslararası düzen tasavvurunu kökten reddeden Rusya, devleti fetişleştiren Rusya, doğal ki, yeni bir düzenin kurulması sürecini de devletlere bırakıyor.
Bunda yeni bir şey yok; bu, birçokları gibi benim de defalarca vurguladığım bir temel yaklaşım. Ancak Putin’in konuşmasında “halklar” vurgusunun artmakta oluşu önemli. Bu ister istemez Kırım ve Donbass’taki bütün gelişmelerin “devletler” değil “halklardan” çıkmış olmasının sonucu; ama bundan ibaret değil; bu, bana öyle geliyor ki, dolaylı olarak, kendi eyleminin “halkların” yükselişine etkide bulunabileceğinin de kabulü.
Rusya’nın dış siyasetinde halklar ve devletler arasındaki bu açı giderek daralabilir; ama devletler tayin edici olmaya devam edecektir.
Yorum ve Düşünceler
Benim Rusya çalışmalarına başladığımdan beri, çalışmanın ve olayların her bir adımında pekişen kanaatim şöyle: Meseleye jeopolitik değil sınıflar mücadelesi açısından bakmak gerekir. Jeopolitik yalancı bir bilimdir. Anlamsız değil, sadece yalancı; çünkü bilim değil, hatta disiplin bile değil.
Bazı jeopolitik teorileri büyük devletlerin hareketlerini modellemek açısından yardımcı olabilir; ama bu hareketlerin gerçek nedenlerini ortaya koymadığı gibi, küçük devletleri modellemeye kalktığında tamamen yanıltıcı sonuçlar verir.
Yalancı bir bilim olarak jeopolitik küçük ülkeleri siyasi olarak tamamen öngörüsüzlüğe sürükler, zira bir “büyükler” modellemesi olmaktan başka aslında her şeyin temelini, çatışmaların altındaki temel determinantı, sınıflar mücadelesini, dolayısıyla halkları görmezden gelir.
Bana göre Rusya, sınıflar mücadelesi ve en genel anlamda da dünya çapında antiemperyalist mücadele alanında muazzam önem taşıyor. Birincisi, yerel seviyede, Rusya son derece özgün bir durumu temsil ediyor: Kendini sürekli kılmaya çalışan bonapartist (bu kavramı şartlı kullanıyorum) bir iktidar yapısının diğer sınıflarla ilişkileri, aynı zamanda muazzam bir teorik sorun ortaya koyuyor.
Bu sorun şu: Sosyalizmde yerleşen devlet fetişizmi üzerine kurulan post-sosyalist iktidarlar bağımsızlıklarını koruyabilirler mi, ne kadar ve ne derece koruyabilirler? Bu, Marksizm açısından pek az incelenmiş bir alan. Geleneksel Marksist analiz, Rusya’yı bir sınıf diktatörlüğü olarak görmekle yetiniyor.
Kuşkusuz öyle, ama bu durum onun özgül niteliklerini silikleştirmeye, belirsizleştirmeye, onları başkalarıyla aynılaştırmaya neden olmamalı. Eğer Rusya’daki sınıf diktatörlüğü en genel anlamda, özgül niteliklerini incelemeye ve ayırt etmeye değmeyecek veya daha doğru bir ifadeyle diğerleriyle benzerliği farklılığından çok olan bir sınıf diktatörlüğüyse, Rusya’ya karşı da ve Rusya içinde de tıpkı diğer sınıf diktatörlüklerine karşı mücadele edildiği gibi mücadele etmek gerekir.
Oysa, Rusya’ya karşı ne yapacağımız bizim sübjektif tercihimiz ise de, Rusya içindeki sınıf mücadelesi hiç de bu genel klişenin beklentilerine uygun cereyan etmiyor. Bu durum, ikinci (küresel) seviyede sorunu daha da karmaşıklaştırıyor.
Rusya emperyalist troyka için bakir niteliğini koruduğu sürece şiddetli bir gerilim odağı olarak kalıyor. Troyka, herhangi bir ülkede sadece iktisadi sömürüyle yetinemez. Troyka orada siyasi, entelektüel, ideolojik, sosyal egemenliğini de kurmak zorundadır.
Eğer siyasi vd. egemenliklerini kuramazsa iktisadi egemenliği oradaki mevcut rejimin gelecek tasavvuruna feda edilmiş olur. İkinci seviyenin ikinci unsuru olarak emperyalizmin Rusya’daki siyasi egemenlik eksikliği, troyka içindeki gerilimi de artırıyor; çünkü ülkenin bakir niteliği burayı paylaşma arzusunu kaçınılmaz olarak şiddetlendiriyor.
Troykanın kendi içindeki hegemonya mücadelesini de öyle. Dolayısıyla, gerilimi sürdürmek, hegemon gücün, ABD’nin de şimdilik işine geliyor; zira böylelikle diğer rakiplerini dize getirebiliyor. Rakipleri piyonlaşırsa, kimseyle paylaşması gerekmez.
Rakipleri piyonlaşırsa, Rusya sömürgeleşmese bile, piyonların ellerindeki payları daha kolay koparıp alabilir. ABD bu çabasında hiç de başarısız değil; Biden yönetiminin bütün beceriksizliğine, hatta düpedüz budalalığına rağmen refleksler doğru işliyor.
İşleyişin sonuçları, sadece Avrupa’yı baştan ayağa Amerikan lobisi olan AB Komisyonu (bu, üye ülkelerin iradelerini düpedüz ayaklar altına alan, olabilecek en antidemokratik organdır) tarafından ve Almanya’daki savaş kışkırtıcısı Yeşiller vb. aracılığıyla piyonlaştırmakla kalmıyor; başta ABD olmak üzere Avrupa’da da savaş sanayisinin çarklarını hızlandırıyor.
İkinci bir doğal sonuç, bu süreğenleşen kriz ortamının ABD ve Avrupa halklarında yarattığı hoşnutsuzluk; ancak “liberal globalizm” (ve bunun yarattığı Avrupa “solculuğu”, yani gerçekte solculuktan başka her şey olan bu “şey”) Avrupa’daki halk muhalefetini çoktan şekilsizleştirdi ve etkisizleştirdi.
Bu muhalefet yeniden doğmazsa (yakın zamanda mümkün görünmüyor) ABD’nin çizdiğinin aksi yöndeki gelişmelere Avrupa’daki muhafazakâr muhalefet, yani bir tür güncel ‘De Gaulle’cülük damgasını vurmaya devam edecek. Bu iki seviye, diğer çevre ülkelerini de alternatif arayışlarına zorluyor: Eğer Rusya için periferik bağımlılık devam ederken siyasi egemenliği korumak ve tahkim etmek yoluyla bağımlılığı azaltmak mümkünse, kendileri için neden mümkün olmasın?
Ben, bunun mümkün olduğu kanısında değilim; zira Rusya’nın siyasi bağımsızlığını sağlayan, post-sosyalist yapısından başka bir şey değil. Nitekim kendi durumumuzda periferinin siyasi bağımlılığının azalmak şöyle dursun daha da artacağı çok açık görülüyor. Ama gene de etki, etkidir.
Bu etki, mevcut devlet yapılarını bir yandan kırarken diğer yandan güçlendiriyor. Bu gerilimden dolaysız bir kurtuluş çıkmaz, ama Rusya ayakta kaldığı sürece gerilim de ortadan kalkmaz. Ancak eğer bir yeniden doğuş mümkün olacaksa da, bu ancak Rusya’nın ayakta kalmasıyla şiddetlenen gerilimin içinde gerçekleşebilir.