Dokuz nokta

09 Eylul 2022

Putin’in 7 Eylül’de Vladivostok’ta Doğu Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşma ve sorulara verdiği cevapları geniş bir şekilde çevirmiştim. Ancak çeviri yeterli değil; en dikkat çekici noktaları yorumlamak ve öngörüler çıkarmak gerek.

Putin’in 7 Eylül’de Vladivostok’ta Doğu Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşma ve sorulara verdiği cevapları geniş bir şekilde çevirmiştim. Ancak çeviri yeterli değil; en dikkat çekici noktaları yorumlamak ve öngörüler çıkarmak gerek.

1, “Batılı elitin kendi vatandaşlarından kopuşu derinleşiyor”
Bu, benim bu konuşmada en çok dikkat çekmek istediğim ve daha önceki diskursa göre bir ölçüde yenilik barındıran ilk nokta. İlk defa böylesine belirgin bir şekilde, leninist kavramlarla konuşacak olursak, egemen sınıfların yönetememe krizine gönderme yapıyor. Bunun hem bir genelleme olarak, hem de tek tek ülkeler açısından doğruluğunu tartışmak gerekli. Şundan ötürü: bu görüş, Putin’in ağzından ilk defa bu kadar yalın kelimelerle ifade edilmiş olsa da, aslında son yıllarda solun önemli bölümü tarafından “ABD hegemonyasının krizde, sarsılmakta, hatta sona ermekte olduğu” şeklinde, epey yaygın olarak formüle ediliyor. Bu formülün değişik formlarını savunanlara göre 24 Şubat sonrası ortaya çıkan tablo hegemonya krizini tamamen derinleştirdi.
Ben bu görüşe katılmıyorum.
Kriz nedir? Eğer kriz, ilişkilerin eski biçimiyle sürmesinin artık mümkün olmadığı, çatışmanın yapısal bir nedenle çıktığı, dolayısıyla tarafların yapısal değişiklik yoluyla çözüm aradığı, yani birbirlerini yok etmeye yöneldiği ortamsa, bu anlamda bir kriz 1945’ten beri hiç yaşanmadı. Yok eğer kriz gerilimin belli bir ölçüde artışı anlamına geliyorsa, o zaman bu belli ölçünün ne olduğu tespit edilmelidir. Veya kriz, ilişkilerin çatışmaya vardığı yer değil, ilişkilerin kendisini niteliyor olabilir. Emperyalist sistem zaten kriz üzerine kuruludur, ama bu hiç de troykanın atlarının birbirini boğazlamak için fırsat kolladığı anlamına gelmez. Aslında tam tersidir, troyka metaforunu devam ettirirsek, üç atlı bir kızaktır bu; ama toprak ve çamurda yol alan araba gibi değil başka bir mantıkla işler, çünkü yol kar ve buzdur: troykada yandaki atlar serbest hareket ederler, sağa-sola kaydıkları da olur, ama bunlar kızağın yönünü belirleyemez; şaftı çeken ortadaki attır, dizginler de en çok ona bağlıdır.
Bu yüzden, Putin’in konuşmasının sonlarına doğru ABD yöneticilerine izafen aktardığı sözler, aslında gayet hakkaniyetli bir talep bile sayılabilir: “Evet, biz pahalıya satıyoruz. Alsınlar işte, çünkü onları koruyoruz.”
Avrupa’nın en büyük Amerikan lobisi, yani Avrupa Komisyonu (bu, olabilecek en antidemokratik örgüttür; AB’nin siyasi yapısı gerçek bir diktatörlükten farksızdır) ve AB ülkelerinin yöneticileri, sadece 24 Şubat’tan bu yana değil, yıllardır 1945’ten beri hiç olmadığı kadar kapasitesiz, çapsız ve beceriksiz görünüyorlar. Bunları, özellikle kendi ayağına, kendi göğsüne, hatta kendi beynine kurşun sıkan Rusya yaptırımlarından sonra hasta kabul etmek için her tür sebep var: diplomasi şefi savaş çağrısı yapan bir örgüt, zirve toplantılarında at binme provası yapan liderler, en doğrudan etkisi kendi halkının yoksullaşmasında, hatta düpedüz soğuktan tirtir titremesinde ortaya çıkacak kararları almakta tereddüt etmeyen ve az titresinler diye çalı toplamalarını ve kazak giymelerini salık veren, bunu da “Transatlantik birliğine olan saygılarına” (yani Atlantik’in öte yakasına kölece bağlılıklarına — Litvanya başbakanının sözleri meselenin özüdür aslında) dayandıran yöneticiler... Hakikaten, hastalıktan başka ne olabilir ki bu?
Ama ben gene de pek hasta olduklarını düşünmüyorum. İradesizlik, işbirlikçilik, Amerikan lobisi faaliyeti — bunlar hastalık sendromları değil.
Daha önemlisi de şu: ekonominin askerileştirilmesi, krizin ötelenmesinin, diktatörlüklerin pekiştirilmesinin, savaş durumunun süreğenleştirilmesinin, koyunları gütme kolaylığının biricik vasıtası. Bir hastalık değil ama bilinçli sosyal-siyasi bir tercih bu. Ve Avrupa’da bu tercihin karşısında durabilecek (çağdaş dögolcü muhafazakâr eğilimler dışında) hiçbir ciddi güç yok.
YDH’daki son yazımda, “süreğenleşen kriz ortamının ABD ve Avrupa halklarında yarattığı hoşnutsuzluktan” söz etmiş, ama eklemiştim: “ancak ‘liberal globalizm’ (ve bunun yarattığı Avrupa ‘solculuğu’, yani gerçekte solculuktan başka her şey olan bu ‘şey’) Avrupa’daki halk muhalefetini çoktan şekilsizleştirdi ve etkisizleştirdi.”
Orada bilinçli olarak ABD solundan söz etmedim. ABD’de bir sol olmadığını düşündüğümden değil (sınıflar varsa muhtelif türevleriyle sol ve sağ da vardır; örgütsüz olması varoluşunu ortadan kaldırmaz), ama şundan ötürü: Avrupa’da “solun”, yani aslında sol olmayan bu “şeyin” örgütlü varlığı, muhalefetin yükselişini engelliyor; ABD’de ise sosyal hareketlerin her defasında kendiliğinden yükselişi ABD solunu aslında daha güçlü kılıyor; dolayısıyla bu zincirin en güçlü halkası... Veya eğer troyka analojisinden devam edeceksek ortadaki at, Rusçada “korennik” denir buna, “kök” kelimesinden türetilmiştir; arabanın şaftı ona bağlıdır çünkü... İşte bu “korennik”, kutuplaşmasındaki dengesizlik yüzünden daha kırılgan. Kırılacak değil, sadece kırılgan; elbette kırılmayacak, ama oradaki dalga Avrupa’da olmayanla karşılaştırıldığında sistemin dengesini sarsabilir, arabanın makasını aşındırabilir.

2, “Avrupa’nın dünya pazarındaki yerini ABD işgal ediyor”
Bunda bir sır yok; ama gene de bana göre konuşmanın en önemli ikinci noktası burada yatıyor. Neden önemli? Şundan: Putin, Avrupalı şirketleri kendi elitlerine ve Amerikalı hamilerine karşı kışkırtmaya çalışıyor hiç kuşkusuz, ama bu, bilinçli veya bilinçsiz, gayet somut bir sınıf analizine dayanıyor.
14 Şubat’ta, dönüm noktasına 10 gün kala, savaş bulutlarının iyiden iyiye dağıldığı günlerde, “çatışmanın emperyalist blok açısından kaçınılmaz” olduğunu vurgulamış ve bunu şu temel nedenlere bağlamıştım:
1) “Emperyalist troykada Amerikan hegemonyasını pekiştirmek. Bu, Avrupa’nın kişiliksizleştirilmesi, başta Alman sanayi burjuvazisinin etkisizleştirilmesi sürecinin derinleştirilmesi, Avrupa’nın siyasi karar alıcılarının Washington ve Londra’da (troykanın askeri-siyasi merkezi ve troykanın mali merkezi) alınacak kararlara kayıtsız şartsız uymaya zorlanması için gerekli. ABD hegemonyası, Almanya’da Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi Yeşillerin tayin edici bir koalisyon ortağı olduğu şartlarda savaşı kışkırtmak için en uygun fırsatı buldu.”
2) Demek ki çatışmanın amacı, sadece yeni bir güç odağının ortaya çıkışını boğmak değildir; en az o kadar, emperyalist troyka içinde Avrupa atını hizaya çekmeyi de amaçlıyor. Çin’le ticaret anlaşmasının bile arkasında duramayan Alman sanayi sermayesi buna engel olamaz.
3) Avrupalılar “mazoşist bir ruh haliyle Demokratlar-Yeşiller-İngiliz elitleri ittifakının kuyruğunda amaçsız bir sinek gibi salınıyorlar.”
4) “”Rusya ve Çin arasındaki ilişkiler, gerçek bir ittifak değil ancak bir stratejik ortaklıktır. ... Bu ilişkinin ittifaka dönüşmesi, Çin’in yapısal kırılganlığı nedeniyle, yakın vadede çok olası görünmüyor.”

3, “Avrupa ülkeleri dünya ekonomik sisteminin yüzyıllara dayanan dayanaklarını yerle bir ediyorlar”
Bu, çok önemli gördüğüm üçüncü nokta; zira, “toksik paradan” kurtulmayı ve ABD’nin bu egemenlik aracının alanını daraltmayı hedeflediğini söylerken, aynı zamanda açıkça, dünya kapitalist sistemi içinde kalmayı da öngörüyor. Bunu sosyalizm açısından teorik bir tartışmaya gayri iradi katkı da saymak gerek, zira dünya ekonomik sistemi sosyalizme rağmen ve sosyalizm varken de kapitalistti. Dolayısıyla, her ne kadar bu sistemi fetişleştiriyorsa da, söylediği yanlış sayılmaz. Bununla birlikte vurgu çok güçlü ve kararlılık yansıtıyor, konuşmanın devamında da var bu; ısrarla pazarın kurallarından söz ediyor ve bunu, tamamen kapitalizme dayanan bir mantık örgüsü içinde dile getiriyor. Amerikan iktisadi hegemonyasının en kilit mevzilerinden birine, Amerikan dolarına saldırıyor ve doların, en genelde de “toksik paraların” rezerv para olmaktan çıkma eğilimi gösterdiğini ileri sürüyor. Bu, daha önce de yazdığım gibi, eğer retorik arkasına gizli bir propaganda çağrısı değilse, öngörüsüz bir beklenti: “Çünkü Avrupa ekonomisi stagnasyona sürüklenirken dolar da rezerv para olarak güçlenecektir.” Demek ki burada mesele, bir kez, daha Avrupa’nın durumu; Avrupa siyasi bir güç olmaktan çıktıkça ABD (ve Britanya) daha da güçlenecektir; bu güç, sömürgelerde kuşku ve endişeyle karşılansa, sömürge ülkelerin bir kısmı dolardan uzaklaşmaya çalışsa bile Avrupa’yı dolara daha çok itecektir. Nitekim, aynı yerde yazdığım gibi: “Geçen yıl ABD’ye net para akışının üçte ikisi Avrupa ülkelerinden (AB, İngiltere, Norveç, İsveç ve AB offshoreları) geldi. Bu oran son iki yıl için yüzde 61, son üç yıl için yüzde 50, son dört yıl için yüzde 40’tır. Bu oranlar bize, ABD’nin dünyada yaydığı güvensizliğe rağmen troykanın hegemonluğunu pekiştirdiğini açık seçik gösteriyor.”
Söylemeden geçmemek gerek: Washington-Londra ikilisi yıllardır “korennik”in siyasi-askeri ve mali merkezi rolünü oynadılar; şimdi Britanya yönetiminin nükleer savaş ilan etmekten kaçınmayacak ölçüde saldırganlaştığı bir ortamda, Kanada’nın kırmızı çoraplı başbakanı ile Britanya yönetimi arasında büyük bir aşk yaşanırken roller tersine dönebilir. Daha mayıs ayında Washington’un Ukrayna’ya makul barış dayatması yaparken Londra’nın buna karşı çıktığı ve Kiev’deki Vogue kapağını “ikna” ettiği haberleri boşuna olmasa gerek.

4, “Modern ve ortak projeler”
Böylece dikkat çekmek istediğim dördüncü nokta geliyor: Rusya’nın iktisadi istikrarı, kapitalist bir sistem içinde öngörülüyor ve başka da bir şey öngörülmüyor.
İlk bakışta burada farklı olan şey, Uzak Doğu’da batılı değil de sadece Asya-Pasifik ülkelerinin sermayelerinin yatırım yapmasını istiyormuş gibi görünmesi. Ama bu yanıltıcı olmamalı. Kremlin, Japonya ile yaşanan bütün gerilime rağmen Sahalin-2’nin fiilen devletleştirilmesinin ardından yeni kurulan operatör şirkette Mitsui’nin hisselerinin korunmasını kabul etti. Bu önemli bir göstergedir; birçok büyük projede öz kaynakların yetmeyeceği, iç pazarda ciddi bir sermaye sıkıntısı yaşandığı ve bunun artarak devam edeceği tahmin edilebilir.
Bu yöndeki tahmini güçlendiren diğer bir neden de, Rusya’da mali istikrarın sağlanmış olmasına rağmen mali sermayenin çöküşün eşiğinde olması. Şimdilik gözle görülmeyen, ama Merkez Bankası raporlarına yansıyan bir durum bu; nitekim Banka’nın Başkan yardımcısı D. Tulin 1 Eylül’de RBK’ya verdiği mülakatta, bankacılık sektörünün 24 Şubat’tan o tarihe kadar toplam zararının 1,5 trilyon rublenin üzerinde (neredeyse 25 milyar dolar!) olduğunu açıkladı. Bu, 1998 iflası bir kenara konursa (o zaman Yeltsin’in orman kanunları hâkim olduğu için gerçek durum hiç bilinmeyecek) bankacılık sisteminin çağdaş Rusya tarihi boyunca uğradığı en büyük zarar olmalı. Sektör sadece Kırım krizinden sonraki yıl, 2015’te zarar etmişti ve bu da sadece 164 milyar rubleydi (yaklaşık 3 milyar dolar). Oysa sektör geçen yıl kâr rekoru kırmış, 2,4 trilyon ruble (yılbaşındaki kur itibariyle yaklaşık 34 milyar dolar) kâr yapmıştı. Sektörün sermaye stoku da yılbaşı itibariyle 7 trilyon doların üzerindeydi; demek ki 7 ayda uğradığı zarar, bu stokun yüzde 20’sini aşkın.
Bankalar kredi faizlerini Merkez Bankası’nın politika faizine uygun olarak düşürüyorlar, ama yatırım daralması çok belirgin ve bu krediler, daralmış haliyle bile yatırımları karşılayamaz. Açıkça görülüyor ki yeni yatırımlar, özellikle de devlet garantili veya doğrudan doğruya devlet mülkiyetinde büyük yatırımlar yapılacaksa, bunun için yabancı sermaye şart. Sermaye yıkıcıdır; Kremlin şu anda ancak, daha az yıkıcı sermayeyi teşvik edici önlemleri öngörebilir; vergi yükümlülüklerinin (ve belki başka yükümlülüklerin de) alabildiğine daraltıldığı “gelişmiş kalkınma bölgeleri”, bu kapsamda.
Bu ne anlama gelir? Sadece şu: dünya kapitalist sistemi içinde kalmak, Kremlin için öncelikle fetişleştirilmiş bir tercih, ama sadece tercih de değil; bu aynı zamanda kriz ortamında kaçınılmaz.

5, Rusya ilişkilerini devletler seviyesinde yürütür
Bu, dikkat çekmek istediğim beşinci nokta. Rusya dış siyasetinin gücü, Yalta düzenine bağlılığında yatar. Bu bir devletler düzenidir ve bu düzen, Yalta’dan sonra da Sovyet diplomasisi tarafından ısrarla pekiştirilmiştir. SBKP’nin kuşkusuz Şili’den Cezayir’e, Endonezya’dan Türkiye’ye kadar devlet dışı aktörlerle (komünist partileri, gerilla hareketleri, yasadışı ilan edilmiş burjuva ve küçükburjuva muhalefeti, vb.) ilişkileri de vardı; ama diplomasi, ilişkileri sadece devletler seviyesinde yürütüyordu ve bu, bütün diğer ilişki türlerinin üzerinde, tayin ediciydi. Bu ikili ilişki biçimini sürdürmek için ideolojik bir oryantasyon olmalı; marksizmin olmadığı yerde bu ikili ilişki sürdürülemez, onu sürdürmek için yurtseverlik gibi belirsiz ve herkesin kendine yontacağı bir ideolojik saik yetmez, ideoloji yoksa “ortaklar” sadece iş ortakları olur. Bugün kaçınılmaz olarak yaşanan budur; Sovyet dış siyasetinin dışişleri diplomasisi ve SBKP Uluslararası Dairesi tarafından yürütülen ikili dış siyaset esnekliği hayata geçirilemez, bu yüzden çağdaş Rusya dış siyasetine esneklik sağlayan bir güç olarak Yalta düzeni, aynı zamanda, onu esneklikten de uzaklaştırıyor. Diplomasi, resmi ve gayriresmi ilişkilerini sadece devletler seviyesinde yürütüyor, ama bu onun muhtelif ülkelerde burjuva muhalefetiyle bile ilişki kurmasına engel oluyor. Bu kaçınılmaz durum, eğer dışarıda, dolayısıyla içeride de, solla daha yakın temas noktaları kurulmazsa devam edecek.
Her halükârda ‘sistemik’ değişiklikler ortaya çıkıyor, bu eğilimler daha da derinleşecek. 23 Mayıs’ta yazdığım gibi, bu değişikliklerin istikametini belirleyebilecek sadece üç alternatif ve onların iç içe geçmiş varyasyonları var; Rusya, bunların olası üçüncüsü üzerinde ancak çok dolaylı olarak, belirsiz ve bulanık bir etkide bulunabilir:
“1) Rusya, troyka karşısında ayakta kalacak siyasi ve dahası kalkınmasını sürdürecek iktisadi güçte olduğunu gösterir;
“2) Çin, Si’nin “6 ilke”sine uygun olarak iç talebini genişletme hedefini süratle gerçekleştirir ve böylelikle troykanın fabrikası olma niteliği zayıflar, dolayısıyla bağımsızlığını ve egemenliğini güçlendirir;
“3) Emperyalist-kapitalist sistem açısından kilit önem taşıyan ülkelerden birinde veya bir dizisinde devrimci veya muhafazakâr ancak her halükârda sistem dışı hareketler yükselir ve pekişerek iktidar (hükümet değil) değişikliklerine yol açar.
“Bunların üçü de ‘sistemik’ değişikliklerdir, çünkü sistemin temelini troyka teşkil ediyor. Ancak seçeneklerin hangisinin güç kazanacağı (veya kazanıp kazanamayacağı) değişikliklerin istikametini de belirler: Devletler mi? Halklar mı?”

6, “Doğal kaynaklar: egemenliğin güçlendirilmesi, sınai güvenlik ve gelirlerin yükseltilmesi”
Bu, dikkat çekmek istediğim altıncı nokta. “Rusya...”da doğal kaynakların başrol oynadığı büyüme siyasetini “Sosyalist planlamadan planlı devlet kapitalizmine” başlığı altında incelemiştim. Orada Putin’in doktora tezi üzerinde önemle durmuştum, zira bu tez, intihal tartışmalarının doğruluğu-yanlışlığı bir tarafa, Rusya’nın Putin iktidarındaki ekonomi ve kalkınma siyasetinin çerçevesini oluşturur.
Bu bir abartı değil. Tezin giriş bölümü öyle net bir tablo çizer ki, bu tablonun Putinli 22 yılı neredeyse eksiksiz yansıtması şaşırtıcıdır. Tezde üç temel başlık savunulur. İlki şu (“Rusya...”dan aktarıyorum):
“Stratejik planlama sistemi oluşturmanın temel ilkeleri, stratejik planlamanın küresel hedeflerle ilişkili her tür probleme uygulanabilir olması, geleceğe yönelik olması, ortamda bulunan ve nihai sonuca etki eden kontrol dışı faktörleri hesaba katması, zaman sınırlamasına bağlı bulunmaması ve ekonomik gelişmenin nitel olarak yeni parametrelerine yönelik ekonomik dönüşümlere odaklanmasıdır.”
İkinci başlık:
“Bölgesel mineral-hammadde kaynaklarının yeniden üretimi stratejisi, her şeyden önce, birbiriyle ilişkili, ‘jeoekonomik bir çember’ teşkil eden yeniden üretim süreçlerinin toplamını göz önüne almalıdır.”
Üçüncü başlık da bu üretimin taşınması kompleksleriyle ilişkilidir. (Bu başlık da Putin’in konuşmasında özel bir yer tutuyor; Kuzey-Güney koridoru, Doğu-Batı koridoru, yeni demiryolları ve karayolları üzerinde, en çok da Kuzey Deniz Yolu üzerinde geniş şekilde duruyor. Bu sonuncusu, jeopolitik sonuçlarıyla birlikte ayrı bir yazının konusu olmalı.)
Sonuç bölümüne göre, stratejik planlamanın örgütsel temeli:
“Stratejik planlama sisteminin geliştirilmesi için, ilgili örgütsel organların bu sürece çekilme imkânlarını yaygınlaştırmaya yardım edecek bir planlama mekanizması yaratmak zorunludur.”
Putin bugün de aynen bu çerçevede bir kalkınma stratejisinin arkasında duruyor. Stratejinin zarar gördüğü yerleri 24 Şubat sonrası krizle birlikte “düzeltme” ve stratejiye geri dönüş mesajı veriyor. “Doğal kaynakların stratejik planlaması” doğal ki doğrudan doğruya devlet müdahalesini gerekli kılar; sektör, bütün olarak, içinde özel oyuncular olsa bile, devletin planlamasına bağlı kalmak zorundadır. Sektöre yabancı oyuncuların (dev emperyalist tekellerin) girişi planlamayı anlamsızlaştırır.
24 Şubat öncesinde sektörün tamamında değilse bile belli alanlarındaki son derece önemli projelerde (Sahalin 1 ve 2, Salım, Terneftegaz, vb.) emperyalist petrol tekellerinin bulunması, tam da bu anlama geliyordu. Şimdi, bu tekellerin Rusya pazarından ayrılmasının ardından (bu sektörde şimdilik Japon Mitsubishi dışında Kremlin tarafından ayrılmaya zorlanan bir şirket olmadı, hepsi kendiliğinden ayrıldılar) projelerin sürdürülmesi için sermaye kaynağı olarak Asya-Pasifik ülkeleri görülüyor. Yukarıda gördük ki, Kremlin bunun için özel ayrıcalıklar sunmaya da hazır; o halde soru şu: sektör yeni ve ayrıcalıklı oyuncularla devlet planlamasına bağlı kalmaya zorlanabilir mi? Yabancı yatırımcıların Rusya kanunlarına göre kuracakları şirketlerle bu projelere katılmasının dayatılması sorunu çözer mi? Çözemezse, bunun için başka hangi vasıtalar geliştirecek?

7, “Don, don, kurdun kuyruğu”
Putin’in Kuzey Akım 1’in durumuyla ilgili epey uzun ve yeterince açıklayıcı ifadeleri üzerine, dikkat çekmek istediğim yedinci noktaya geleceğim, zira Kuzey Akım’daki bu son durumdan önceki gelişmelerin nasıl ortaya çıktığını hatırlamak gerek.
Öncelikle, Putin, Yamal-Avrupa hattının kesilmesi konusunda yanılıyor; bu hattın vanalarını Polonya değil 12 Mayıs’ta Rusya kapattı. Bunun nedeni, 3 Mayıs tarihli başkanlık kararnamesiydi. Bu kararname, kimi batılı şirketleri yaptırım listesine alıyordu. Bunlardan biri de Yamal-Avrupa hattının Polonya bölümüne sahip olan, Polonya’nın EuRoPol Gaz işletmesiydi. Polonya yeni bir operatör şirket kurmaya kalkışmadı, kimse Polonya’ya yeni bir operatör şirket kurmasını telkin etmedi; adeta bütün Avrupa, başta da Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi Yeşiller’in hükümette tayin edici rol oynadığı, diğer koalisyon partilerinin Yeşiller’in rol ortağı da değil figüranları, taklitçileri ve tetikçileri olduğu Almanya, bundan hiçbir rahatsızlık duymadı. Neticede Gazprom, vanayı kapatması için kışkırtıldı.
Yamal-Avrupa kesilince geride Kuzey Avrupa’ya uzanan üç hat kaldı: Kuzey Akım 1 ile Ukrayna’dan geçen iki boru hattı (“Bratstvo” ve “Progress”). Ne var ki Ukrayna’dan geçen hatlardan biri de (“Soyuz”), Yamal-Avrupa’nın vanalarının kapatılmasından kısa bir süre önce Kiev rejimi tarafından, kompresörün Lugansk’ta bulunması gerekçe gösterilerek kapatılmıştı.
Demek ki mayıs ayı ortası itibariyle Kuzey Avrupa’ya dört boru hattından sadece ikisi işler durumdaydı: Ukrayna’dan geçen “Progress” ve Kuzey Akım 1.
Gazprom’un yakın tarihli bir haritasına göre proje hacimlerine göre şöyle: Kuzey Akım 1 — 55 milyar metreküp, Yamal-Avrupa — 32,9 milyar metreküp, Ukrayna (toplam) — 142,5 milyar metreküp. Kiev rejiminin vanalarını kapattığı “Soyuz” üzerinden, Ukrayna gaz operatörünün verilerine göre Ukrayna’dan transit geçen gazın yüzde 30’u basılıyordu. Böylece, Soyuz ile Yamal-Avrupa’nın kesilmesi, Kuzey Avrupa’ya basılan toplam gaz kapasitesinin yüzde 33’ünün kullanılabilir durumda olmadığı anlamına geliyordu.
Daha 14 Haziran’da, Gazprom, Kanada’dan gelmek bilmeyen (ayrıntılarını Putin’in anlattığı) türbin hikâyesiyle birlikte Almanya’ya bastığı gaz hacmini günlük 167 milyon metreküpten 100 milyona düşürdü; böylece Kuzey Avrupa’ya basılan toplam gaz kapasitesinin yüzde 47’si devre dışı kalmıştı. Şu anda, Kuzey Akım 1’in tamamen devre dışı kalmasıyla bu kapasitenin yüzde 76’sı işlemez durumda.
Bu durumda, Avrupa’nın motor ekonomisi olarak Almanya açısından biricik aklı başında çözüm, türbin meselesini bir an önce çözmek, bunun için gerekli sözleşme değişikliklerini hazırlayıp sunmak, Kuzey Akım 2’yi de bir an önce açmak olmalı. Ama makul, akıl kökünden türeyen bir kelime; akıl ise bir tane değil, farklı şeyleri hedefleyen farklı akıllar olabilir. Eğer az çok Alman konut tüketicisinin ihtiyaçlarını, geleneksel Alman sanayisinin üretime devam etmesini isteyen bir akıl olsaydı, bunları yapardı. Ama Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı Yeşiller’in aklı, geleneksel Alman sanayisini savaş sanayisine çevirmek için işliyor. Bu nedenle, bu savaş kışkırtıcısı partinin eş başkanı ve Berlin hükümetinin dışişleri bakanı, eşi benzeri görülmemiş bir küstahlıkla, Alman seçmenine “umurumda değilsiniz” diyebiliyor.

8, “Söylemiş ve uyarmıştım, beni dinlemediler”
Putin, büyük burjuvaziyi yurtdışındaki paralarını kaptırabileceklerini söyleyerek uyardığını, ama onların kendisini dinlemediğini vurguluyor. Böylece dikkat çekmek istediğim sekizinci ve sondan bir önceki noktaya geliyoruz. Bu, şundan ibaret:
1) Kremlin, büyük burjuvazinin “aşırı kârına” el koymak için “pazar mekanizmalarını ve enstrümanlarını” kullandıklarını ve kullanmaya devam edeceklerini vurguluyor. Bu, büyük burjuvazinin “mali blok” ile yürüttüğü bütün lobi faaliyetine rağmen başarılı olamadığını gösteriyor.
2) Kremlin, yurtdışında, offshore hesaplarında, veya lüks yatlarda, katlarda, villalarda kaybolan milyarlarla ilgili hiçbir sorumluluk üstlenmiyor. Bu, Kremlin’e göre, iktidarın değil kaybedenlerin sorumluluğu. İlginç, zira kapitalizmin yapısal işleyişiyle çelişiyor; kapitalist devlet burjuvazinin sınıf iktidarıdır ve burjuvazinin çıkarlarını savunur, bu çıkarların nerede yattığına (dağın tepesinde, denizin dibinde, okyanustaki yatta veya İspanya’daki villada) bakmaksızın. Kremlin, büyük burjuvazinin yurtdışındaki servetlerinin soyulmasını da offshore hesaplarının Rusya’ya taşınması için kullanmaya çalışıyor. Bu, açıkça, Kremlin’in büyük burjuvaziden örgütsel bağımsızlığını, dolayısıyla bonapartist eğilimlerini koruyacağına yorulmalı. Nitekim bu eğilim, Putin’in metalurji sektörüyle ilgili soruya verdiği cevapta da ortaya çıkıyor.
Yazıyı daha fazla uzatmamak için ayrıntılarına değinmeyeceğim. İlgilisi, ağustos başında yazdığım uzun bir telegram notuna bakabilir. Mesele, madencilik sektörünün en büyüklerinin vergi yüklerinin azaltılması, fiilen sıfırlanması için, Sanayi ve Ticaret Bakanı D. Manturov aracılığıyla Kremlin’de lobi yapmasıydı. Kremlin o zaman boyun eğmeyi reddetmişti.
3) 24 Şubat’ın ilk haftasında Komsomolskaya Pravda’da yayınlanan bir yazı, “milli kapitalizm” vazederek dönemin ruhunu ele veriyordu. Bu diskurs daha sonra giderek yaygınlaştı, hâkim hale geldi. O zaman diskursun altının nasıl dolacağının belirsiz olduğunu vurgulamış ve bu durumu “altüst oluşun eşiğinde” diye tanımlamıştım. Şöyle demiştim:
“Bana öyle geliyor ki, Kremlin’in önünde iki ana yol ve ikisinin arasında da belirsiz bir patika var.
“Ana yollar şunlar: ya yakın bir zamanda dünya kapitalizmine entegrasyonun kaldığı yerden yeniden başlayacağına kanaat getirecek ve böylece büyük burjuvaziyle uzlaşma arayışına girecek; ya da sınıfsal altüst oluşu sınırlarına kadar zorlayıp ‘azami iktisadi hürriyete’ dayanan, orta burjuvaziyi fiilen tasfiye ederek küçük burjuvazinin yükselmesinin önünü açan, bu arada emekçi kitlelerde ortaya çıkabilecek hoşnutsuzluğu engellemeye yönelik önleyici tedbirler alacak.
“Muhtemelen bir ara patika bulmaya çalışacaktır; ama bu çok ince bir denge siyaseti gütmesini gerektirir. Derin bir kriz ortamında bu dengeyi sürdürmek çok güç. İçeride çatışmalı bir süreç olacaktır; çatışmadan başarıyla çıkmasının yolu da emekçi kitlelerin yoksullaşmasını önlemekten veya sınırlamaktan geçiyor.
“Demek ki bu biçimin başarılı olup olamayacağını söylemek için henüz çok erken. Teorik olarak evet; çünkü Rusya bu altyapıya ve teknoloji birikimine sahip, Sovyet özlemi ve sosyal adalet talepleri canlı. Fiiliyatta ise her şey çatışmanın boyutuna ve büyük burjuvaziye karşı tutuma bağlı.
“Ama eğer başarılı olursa, troykanın keyfiyet hukukundan bıkmış dünyaya 1950-1960’lı yılların “kapitalist olmayan yoluna” benzer muazzam bir etkide bulunabilir. Dolayısıyla, Rusya’nın içinde bulunduğu durum, bir kez daha, dünya çapında bir sarsıntı yaratabilir.”
Halen yeni bir şey yok. Halen bu patikada yürümeye devam ediyor, üstelik daha kendine güvenli.
Bu kendine güveni besleyen birinci neden, karşı tarafın, öncelikle de Avrupa’nın inanılmaz akıl çöküşü. Bu, Rusya’nın yaşadığı krizi daha az hissedilir hale getiriyor.
İkincisi, ekonomi idaresinin sistem içi olmakla birlikte Kremlin’den gelen talimatlara göre benzersiz ustalıkta bir teknokratik kapasitesi olduğunun ortaya çıkması. “Mali bloğun” özellikle Merkez Bankası kanadı, belki de bu teknokratik özelliklere daha fazla sahip olduğundan, krizi ustalıkla hafifletmeyi başardı.
Üçüncüsü, faşist bir rejime karşı kurtuluş savaşı teması öylesine başarılı (ve aynı zamanda maddi olarak da öylesine dolu ve doğru) ki, Kremlin çevresinde benzeri daha önce görülmemiş ölçüde bir siyasi tahkimat ortaya çıktı; sol, Adil Rusya, Komünist Partisi ve bu ikincisinin çevresinde toplanan, ideolojik etkisi güçlü “sol yurtsever güçler” Kiev rejimine karşı antifaşist mücadeleyi öne çıkardılar. Bu, yapabilecekleri tek şey, ve tek doğru şeydi. Böylece deklase olan orta burjuvazi ve Kremlin’in gazabından korkan büyük burjuvaziden başka muhalefet odağı olarak hiç kimse kalmadı.
4) Son nokta, yukarıdaki ikinci madde yüzünden şimdilik çok önemsiz, ama ekonomik krizin derinleşmesi durumunda siyasi söylemin başlıca unsurlarından biri haline gelebilir, bu nedenle not etmek gerekli. Putin bu konuşmasıyla, 24 Şubat öncesi bütün kararların kesin sorumluluğunu da üstlenmiş oldu. Bu kararlar arasında 400 milyar dolara yakın döviz rezervinin batılı merkez bankalarda tutulmaya devam ederek çalınmasına neden olmak da var. Bu durumda içeride siyasi kriz halinde soru şu sorulacaktır ve bu da Putin'in prestijini sarsma potansiyeli taşır: madem elinde istihbarat vardı, o rezervler neden kurtarılmadı?

9, Ukrayna’nın geleceği
Dikkat çekmek istediğim son nokta bu, ve bu, en kısa not olacak. Rusya açısından mevcut Kiev rejimiyle barış olamayacağı, hiç değilse bugünkü durumda, yeterince açık; bu belki de, savaşın belki daha düşük yoğunluklu olarak, ama daha uzun bir süreye yayılacağı anlamına geliyor olabilir.