Fadlullah’ın “El-Mecelle” Röportajı

01 Ocak 1970

SAAF-Dayana Sukeynî’nin Beyrut’ta yayınlanan “El-Mecelle” dergisi adına Lübnan’ın önemli dini-siyasi

SAAF-Dayana Sukeynî’nin Beyrut’ta yayınlanan “El-Mecelle” dergisi adına Lübnan’ın önemli dini-siyasi liderlerinden Allame Muhammed Hüseyin Fadlullah ile yaptığı röportajı arkadaşımız Furkan TORLAK çevirdi.

 

Size göre tekfircilerin yeniden İslamî toplumunun içine sızmasına yol açan neden nedir?

 

İslam’ı, nasların ufkunu yakalamaksızın donuk lafızlarla harfî olarak yorumlamaya çalışan sert kültürlerin İslam’ı ve küfrü açıklama gayreti İslam ve küfür kavramlarıyla ilgili kriterlerin belirlenmesi noktasında birçok insanın kafasını karıştırmıştır. Bu doğrultuda birileri İslam’ın bir esası olmadığı halde kendilerinin İslam’ın bir esası olarak gördükleri şeyleri kabul etmeyen Müslümanları kâfir olarak görmüşlerdir.

 

Bu sözlerimize ilişkin bir örnek vermek istersek Hadis-i Nebevi’yi değerlendirmeye ilişkin bir örnek zikredebiliriz. Bizler sünnete uymakla yükümlü olsak bile âlimler çeşitli hadislerin doğruluğu noktasında ihtilaflar yaşayabilmektedir; bu hadisi gerçekten Peygamberimiz (s.a.a.) söyledi mi, yoksa söylemedi mi? Buna binaen kimileri bir hadisi sahih görebilir, kimileri de görmeyebilir. Buna gerekçe olarak senedinin ravinin güvenilirliği açısından zayıf olduğunu yahut Kuran’a ters düştüğünü vb. öne sürebilir. Bu noktada birisi çıkıyor, diğer grubun kendi kabul ettiği bir hadise uymamasını bahane ederek onu tekfir ediyor. Dolayısıyla biz küfür ve İslam meselesinin ilmi olarak incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

 

İkinci olarak; tafsili anlamda küfür gerçekleştiği düşünülse bile bu bir Müslüman’ın kanını mubah kılmaz. Resulullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Her Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı mahremdir” Biz İslam’ın “kelime-i şehadet” merkezli olduğunu ve itikadi esaslara dayalı olduğunu biliyoruz. Bu noktayı nazarı itibara almayarak birileri Allah’a ve Resulüne muhalefet etmekte; Müslümanların kanını mubah görmektedir. İtikad konularının bazı ayrıntılarında ihtilafa düşmek bir Müslüman hakkında tekfir hükmünü vermeyi caiz kılmamaktadır. Özellikle de bir insanın kanının helal kılınmasının kâfir değil de muharip olması şartına bağlarsak!

 

Peki, uluslar arası istihbarat örgütlerinin bu fenomeni beslediğine ilişkin varsayımları benimsiyor musunuz?

 

İslam dünyasında sorun çıkarılabilecek unsurlar var olduğu sürece doğal olarak uluslar arası istihbarat kuruluşları bunları fırsat bilecek ve fırsatları değerlendireceklerdir. Öyleyse bu noktada dikkat edilmesi gereken uluslar arası istihbarat kuruluşlarının İslam’a ve Müslümanlara karşı entrikalar çevirmesine imkân tanıyan tekfirci düşüncedir. Nitekim fiilî olarak söz konusu kuruluşlar, tüm İslam toplumunu zayıflatmak için bu atmosferden yararlanmaktadır.

 

İslam âlimlerinin buna karşın aldıkları önlemi yeterli görüyor musunuz? Size göre alınan önlemler bu fenomene karşı koyacak nitelikte midir?

 

İslam âlimlerinin tekfirci çizgiye karşı duruşunu olumlu buluyorum. Ancak mesele “küfür nedir, İslam nedir” gibi kültürel bir durum değildir. Müslümanlar arasında İslamî bir birlikteliğin gerçekleşmemesini isteyen yabancı güçlerin müdahaleleri de söz konusudur.

 

Diğer yandan Müslümanların toplumsal durumlarındaki düşünsel gerilik de bu fenomeni uyaran faktördür. Özellikle birçok insan geçmiş, sorunlarıyla, savaşlarıyla ve kinleriyle yeniden canlandırmaya çalışmaktadır ki bu durum Allah-u Teala’nın şimdiye ve geleceğe dönük hareket etmemizi belirten sözüne aykırıdır: “O ümmet geçmişte kaldı. Onun yaptığı ona sizin yaptığınız sizedir. Siz onların yaptıklarından sorulacak da değilsiniz” (Bakara, 134)

 

Bugün Irak’ta yaşananların mezhep savaşı olduğunu düşünüyor musunuz?

 

Irak’ta mezhep savaşı yaşandığını düşünmüyorum. Eğer mezhep savaşı yaşansaydı sadece mezhep farklılığından ötürü bir Iraklının diğerini öldürmesi gerekirdi. Oysa Irak’ta yaşanan bu değildir. Irak’ta belirli bir durum vardır. Bu durum İslam dünyasının tamamında yaşanan tekfirci akımı temsil etmektedir. Buna göre Sünni Müslümanların olduğu gibi Şii Müslümanların kanı mubah görülmektedir. Tıpkı Suudi Arabistan’da olduğu gibi! Dar’ul Beyza’da olduğu gibi!

 

Bu kimseler katliam yapmakta, bazen karşı tarafı tekfir ederek eylemlerine meşruiyet aramakta bazen de işgalciyle işbirliği yapıldığını öne sürerek kendilerine meşruiyet aramaktadır. Doğal olarak buna karşı reaksiyonlar da yaşanacaktır. Ancak bu durum oldukça sınırlıdır.

 

Öte yandan orada burada bu gibi reaksiyonların sayısını şişirmeye çalışanlar da vardır. Ancak Necef’teki Şii merceiyet karşı saldırılarda bulunmayı kesinlikle yasaklamakta, herhangi bir mezhebe müntesip olması dolayısıyla bir insanın öldürülmesine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Belki de bu merceiyetler ve mezhep savaşına karşı olan siyasi liderlerin varlığı Irak'ta mezhep savaşını önlemiştir. Bu kimseler bu savaşı gelecekte de önlemeye devam edecektir. Binaenaleyh Irak’ta bir mezhep savaşından bahsedenlerin ifadelerini doğru bulmuyorum.

 

Bu eylemlerdeki tırmanış arttığı sürece merceiyetler sokağı nereye kadar kontrol edebilir ki?

 

Belki mutlak suretle kontrol edemeyebilirler. Ancak şu ana kadar kontrolü sağladıkları kadarıyla kontrolü ellerinde tutup ani refleksleri engelleyebilirler.

 

Size göre Şii merceiyetin ABD işgali karşısında takındığı tavır Sünni-Şii ayrımını derinleştirmemiş midir?

 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Şii merceiyet işgalin yanında değildir. Bunun açık kanıtı Necef’teki üst düzey merci olan Seyyid Ali Sistani’nin hiçbir ABD’li yetkiliyle görüşmemesi; görüşmeyi reddetmesidir. Medya bile Başkan Bush’un kendisine mektup gönderdiğini, ancak Sistani’nin mektuba okumak bir yana elini bile sürmediğini gündeme taşıdı.

 

Merceiyet, tüm vekilleri ve bağlılarıyla birlikte bu işgali tasvip etmedi. Ancak ortada bir diktatör yönetim sorunu vardı ve bu rejimin yıkılmasına yönelik bir karar alınmıştı. Bu kararın uygulaması da Şii merceiyetlerin onayıyla gerçekleşmedi. ABD bu kararı noktasında hiç kimseyi dinlemedi. Hatta Irak’a saldırırken BM’nin yasal onayı dahi almaya gerek duymadı. Dolayısıyla Şiileri işgalle birlikte olma ithamıyla suçlamak doğru değildir. İşgalciler gülle karşılanacaklarını umuyorlardı. Ancak Basra’ya girerken kurşunlarla karşılaştılar.

 

Irak’ın tarihi ve siyasi özelliklerinin Şiilerin yönetimine izin vereceğini düşünüyor musunuz?

 

Öncelikle Dünya’nın neresinde olursa olsun Şiilerin vatanlarından ayrı projeleri ve ilişkileri olmadığından emin olmamız gerekir. Örneğin Lübnan’da Şiiler diğer Lübnanlılardan ayrı olarak bir Şii devleti kurma düşüncesinde değillerdir. Bilakis Şiiler diğer vatandaşlar gibi hak ve görevlere sahip olmak istiyorlar. Irak’taki Şiilerin isteği de demokratik olarak diğer siyasi gruplarla eşit haklara sahip olmaktan başka bir şey değildir.

 

Sizce İran, Arap ülkelerinde yaşayan Şii nüfusunu kullanarak bölgedeki nüfuzunu güçlendirmeye yahut onları siyasi amaçları doğrultusunda örgütlemeye çalışmıyor mu?

 

İster Irak’ta isterse de diğer körfez ülkelerinde yaşayan Şiiler olsun, bunlar İran’ın siyasi anlamda nüfuzunu güçlendirmek için çalışmamaktadırlar. Şiilerin diğer gruplar gibi kendileriyle ortak hedefleri ve ortak sloganları bulunan ülkelere açıldıklarına rastlayabiliriz. Ancak Şiilerin İran için çalıştıklarını söylemek gerçekçi olmaz. Nitekim Saddam Kuveyt’i işgal ettiği zaman bu işgale ilk Şiiler karşı durdu. Ayrıca Saddam tarafından öldürülen esirlerin çoğunluğunun Şii olduğu bilinen bir gerçektir.

 

Acaba İran, Kuveyt’teki tecrübesini tekrarlamaya çalışmıyor mu?

 

Hizbullah meselesinde; Hizbullah’ın Lübnan’a bağlı bir grup olduğunu düşünüyorum. Bu sebepten ötürü Hizbullah da diğer Lübnanlı gruplar gibi tüm kurumlarda yer alıyor. İran’ın Hizbullah’a maddî manevî desteği ise herhangi bir devletin müttefik olduğu bir gruba yardımı gibidir. Ancak Hizbullah’ın Lübnan’da İran’ın siyasi temsilciliğini yaptığı ve Lübnan’ın değil İran’ın planlarıyla hareket ettiğine dair iddiaları olanlar bir kanıt bile sunamıyorlar.

 

Şer’i ve siyasî sorumluluğum açısından konuşmam gerekirse Körfez ülkelerindeki Şiilerin ülkelerinin çıkarlarına karşın İran’ın maslahatı için siyasî, ekonomik ve güvenlie ilişkin krizler çıkarmaya çalışmadığını söyleyebilirim. Bu sözümü ciddi bir biçimde savunuyorum. Nitekim reel veriler de bu sözlerimi desteklemektedir. Şayet sol yahut başka siyasi bağlantılara sahip olan bazı Şii grupçuklar var da ülkelerinin maslahatına aykırı çalışıyorlarsa bu genelleştirilemez özel bir durumu ifade eder.

 

Irak’ın ABD işgali yerine BM’nin gözetimine girmesini teklif ettiniz. Acaba bu uluslar arası kuruluşa güveniyor musunuz?

 

BM Genel Sekreterine güveniyoruz. Dünya’daki İslamî siyasî birçok konuya ilişkin kendisiyle yazışıyoruz. Nitekim kendisine gönderdiğim mektupların cevaplarını alıyorum. Bunlarda birisi de dinlere düşmanlığı yasaklamak üzere BM’ye sunduğum projeydi. Bu projeyi bazı Avrupa gazetelerinde Resul-ü Ekrem’in (s.a.a.) şahsiyetine hakaret eden resimlerin yayınlanması sonrası sunmuştum. Bana proje doğrultusunda çalıştığına dair cevap verdi. Kendisi bu projeyi BM’ye sunma planı yapıyor.

 

Irak meselesine gelince, ben sorunun ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Irak’ta terörle suçlanan kimselerin öne sürdükleri tek kanıt da ABD işgalinin varlığıdır. Eğer Irak’taki siyasi ve güvenlik durumu BM ve çok uluslu güce bırakılırsa BM’yi işgal eden taraf olarak görmediklerinden BM’ye savaş açma gibi bir gaye güdülemeyecektir.