YDH- Sol eğilimli web sitesi CounterPunch'ta ''Beyond Two State Solution – Why Recognizing State of Palestine is Important'' başlığıyla yayınlanan makalenin yazarı gazeteci editör Remzi Barut, İrlanda, İspanya ve Norveç'in Filistin devletini tanıma yönündeki son kararının tarihi olaylar bağlamında anlaşılması gerektiğini savunuyor.
Siyasette bağlam çok önemlidir.
İrlanda, İspanya ve Norveç'in Filistin devletini tanıma yönündeki son kararını doğru değerlendirebilmek için konuyu doğru bir bağlama oturtmak gerekir.
15 Kasım 1988 tarihinde, dönemin Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Yaser Arafat, Filistin'i bağımsız bir devlet olarak ilan etti.
Bu ilan önemli ve benzersiz bağlamlar içinde gerçekleşti:
Birincisi, Filistin halkına uluslararası destek ve sempatiyi ateşleyen Aralık 1987'deki Filistin intifadası.
İki, Filistin liderliğinin, intifadanın sağladığı küresel ilgiyi heba etmemek için işgal altındaki topraklardaki popüler intifadayı siyasi bir programla eşleştirmesi gerektiğine dair artan beklentiler.
Filistin mücadelesinin ana siyasi cephesi olarak FKÖ'nün giderek marjinalleşmesi de dahil olmak üzere, üzerinde durmaya değer başka konular da vardı.
Bu ilgisizlik, FKÖ liderliğinin 1982'de Lübnan'dan Cezayir'e sürgüne zorlanmasının doğal siyasi sonucuydu ve bu liderlik ile etkili bir Filistinli seçmen kitlesi arasındaki bağı büyük ölçüde kopardı.
Arafat'ın açıklamasının Cezayir'de yapılmasına rağmen, işgal altındaki Filistin'deki ve dünyanın dört bir yanındaki Filistinliler sevinç duydu. Liderlerinin bir kez daha mücadelelerine doğrudan dahil olduğunu ve o zamana kadar yüzlerce değerli cana mal olan İntifada'larının nihayet bir tür siyasi ufuk kazandığını hissettiler.
Filistin devletini neredeyse anında tanıyan ülkeler, o dönemdeki jeopolitik oluşumu yansıtıyordu: Arap ve Müslüman ülkeler, doğmakta olan devleti tamamen ve kayıtsız şartsız tanıdılar. Buna ek olarak, Küresel Güney'de Filistin halkıyla tarihi dayanışmalarını ifade eden ülkeler de vardı.
Yine büyük önem taşıyan üçüncü bir kategori ise, Sovyet alanı içerisinde yer alan ve Amerikan hegemonyası ile Batı militarizmi ve yayılmacılığına doğrudan meydan okuyan Asya ve Doğu Avrupa'daki -Rusya'nın kendisi de dahil olmak üzere- ülkeler tarafından temsil ediliyordu.
Cezayir Deklarasyonu'ndan kısa bir süre sonra, dünya jeopolitiği İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en büyük şokunu yaşadı: 1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve ardından Sovyet yanlısı devletlerin parçalanması, dolayısıyla Küresel Güney'in artan Batı hegemonyası karşısında yalnızlaşması.
Bunun da Filistin üzerinde doğrudan bir etkisi oldu. Arafat ve FKÖ, Oslo Anlaşmaları'na, Filistin Otoritesi'nin kurulmasına ve Filistin cephesinin parçalanmasına yol açan hatalardan ve siyasi yanlış hesaplamalardan kendi paylarına düşeni yapmış olsalar da, Filistin liderliğinin seçenekleri, katı bir jeopolitik analiz açısından oldukça sınırlıydı.
O dönemde FKÖ'nün önünde iki seçenek vardı: ya ulusal kurtuluş modeline dayalı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine devam etmek ya da müzakerelere ve sözde 'acı verici uzlaşmalara' dayalı tamamen siyasi bir yaklaşım benimsemek. İkincisini seçtiler ve bunun ölümcül bir hata olduğu ortaya çıktı.
Siyasi müzakereler, müzakere eden taraflar kaldıraç gücüne sahip olduğunda ödüllendirici olabilir. İsrail işgalci güç olmanın ve ABD ile Batılı müttefiklerinden koşulsuz destek almanın avantajına sahipken, Filistinlilerin elinde çok az koz vardı.
Dolayısıyla sonuç tahmin edilebilir olduğu kadar açıktı da. FKÖ, yeni bir siyasi oluşum olan Filistin Yönetimi lehine kenara itildi ve bu da siyasi kaldıraç kavramını tamamen yeniden tanımlayarak, esasen İsrail onaylı bir yönetici sınıfa doğrudan mali fayda sağlamak anlamına geldi.
1988'den bu yana daha fazla ülke Filistin devletini tanıdı, ancak bu tanıma büyük ölçüde tarihin her evresindeki jeopolitik oluşumlarla sınırlı kaldı.
Örneğin 2008 ve 2011 yılları arasında daha fazla Güney Amerika ülkesi Filistin'i tanımıştır ki bu da dünyanın o bölgesinde elde edilen yeni ve iddialı siyasi bağımsızlığın doğrudan bir sonucudur.
2012 yılında Filistin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından üye olmayan gözlemci devlet olarak oylandı ve tüm siyasi amaçlar için resmi olarak 'Filistin Devleti' adını kullanmasına izin verildi.
O tarihten bu yana Filistin'in tüm çabaları, BM'de varlığını sürdüren ve BM Genel Kurulu ile Güvenlik Konseyi'nde veto yetkisine sahip olanları birbirinden ayıran güç paradigmasının üstesinden gelmeyi başaramadı.
Ancak 7 Ekim olayları ve bunu takip eden soykırım savaşı, Filistin'e ilişkin önceden var olan jeopolitik paradigmaya meydan okuyan büyük bir küresel hareket başlatmıştır.
Ancak savaş örneğin on yıl önce gerçekleşmiş olsaydı, Filistinlilerin dayanışma çağrısına verilen küresel tepki farklı olabilirdi. Ancak durum böyle değil, çünkü dünyanın kendisi büyük bir değişim yaşıyor. Yükselen yeni küresel güçler yıllardır dünyanın statükocu jeopolitiğine cesurca meydan okuyor ve onu değiştiriyor.
Rusya'nın Ukrayna'da NATO ile doğrudan karşı karşıya gelmesi, Çin'in küresel güç statüsüne yükselmesi, BRICS'in artan etkisi ve daha iddialı Afrika ve Güney Amerika siyasi gündemleri de buna dahildir.
Gazze savaşı aynı zamanda kalıcı hakimiyetin garantörü olarak askeri güç kavramına da meydan okudu. Bu durum artık hem Ortadoğu'da hem de küresel ölçekte açıkça görülmektedir.
Bu son farkındalık nihayet Batı Avrupa ülkelerinin Filistin'in bir devlet olmayı hak ettiği, Filistinlilerin isteklerinin yerine getirilmesi ve uluslararası hukuka saygı duyulması gerektiği gerçeğini kabul etmelerini sağlayan yeni ve önemli marjların ortaya çıkmasına imkan vermiştir.
Şimdi Filistinlilerin önündeki zorluk, bu tarihi anı sonuna kadar kullanıp kullanamayacaklarıdır. O Gazze'de dökülen kıymetli kan, küçük bir grup siyasetçinin elde edeceği sınırlı maddi kazançtan daha kutsal olur, dilerim.
Çeviri: YDH