YDH - Lübnanlı araştırmacı ve yazar Sadullah Mezrani’nin el-Ahbar gazetesinde kaleme aldığı makaleye göre, Gazze'deki savaşın odak noktası Lübnan'a kayarken, bölgedeki güç dengeleri yeniden şekilleniyor. Lübnan'ın İsrail'le olan mücadelesi, özellikle 2006'dan bu yana beklenmedik bir şekilde büyüdü. Filistin davasına verdiği destek ve kendi topraklarını savunma çabası, bölgedeki güç dengelerini değiştirdi. Lübnan direnişi, Filistin mücadelesine destek verirken, aynı zamanda bölgesel Siyonist-Amerikan projelerine karşı da bir set oluşturuyor.
Geçen hafta başından itibaren Siyonistlerin terör kampanyasının ana merkezi Gazze'den Lübnan'a kaydı. Buna, yanıltma, aldatma, kuşku uyandırma, moral bozma ve teslimiyete çağrı amaçlı şüpheli ve paralı (çoğunlukla Suudi) bir medya tırmanışı eşlik etti.
Bu değişim, Siyonist düşmanın Gazze ve Batı Şeria'daki soykırım ve etnik temizlik savaşını sürdürmesini engellemedi. Peki ya ‘Kuzey Cephesi’ ve onun mevcut şiddetli çatışmadaki konumu, beklenen sonuçlar ve yapılması gerekenler neler?
Bu sorular, bizi başa dönmeye zorluyor: En büyük ve en tehlikeli olay, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın (Temmuz 2017'de meşru hükümdar Muhammed bin Nayif'i devirmişti) Suudi Arabistan'ın Siyonist varlıkla normalleşmesinin uzun bir yol kat ettiğini açıklamasıydı. Bu açıklama, Aksa Tufanı operasyonundan yaklaşık iki hafta önce, Amerikan Fox News kanalında büyük bir gürültüyle duyuruldu. Aksa Tufanı’nın zamanlamasının Suudi veliaht prensin açıklamasıyla yakından ilgili olduğu tereddütsüz söylenebilir. Zira bu operasyon, esasen Filistin halkı ile anayurtlarını gasp eden Siyonistler ve onların sömürgeci Batı'daki destekçileri arasındaki uzun mücadelenin en önemli dönüm noktalarından biriydi.
Hamas operasyonu, düşmanın planını, koruyucularını ve Arap devletlerindeki işbirlikçilerini alt üst etti. Operasyonun radikalliği, her zaman olduğu gibi muhalif ve hakem olmak için arabulucu’ rolünü tekeline alan Washington’un himayesinde kendinden emin ve kışkırtıcı bir şekilde ilerleyen söz konusu tasfiye sürecinin dayattığı düzeydeydi! Washington, Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı faşist hükümet tarafından benimsenen imha savaşını desteklemekte gecikmedi: Gereken tüm siyasi gerekçelerle (’meşru müdafaa’ savaşı) ve maddi, askeri, mali ve istihbarat desteğiyle (on milyarlarca dolar) ve bu destek yaklaşık bir yıl öncesinden bugüne kadar sürekli olarak devam etti.
İsrail'in çılgınca ve acımasız reaksiyonuna verilen karşılık, düşmanın destekçilerinin ve normalleşme yanlılarının, İsrail'in imha savaşına doğrudan ya da dolaylı destek vererek genel olarak tutumlarındaki kararlılıklarını ortaya koydu. Benzersizliklerini ve isyanlarını ilk ilan edenler Lübnan'daki direniş ve ardından Ensarullah liderliğindeki Sanaa yönetiminin savaşa katılımı oldu... Onları teşvik eden, destekleyen ve finanse eden İran hükümetinin liderliğindeki Direniş Ekseni bünyesindeki Halk Seferberlik Güçlerinin Iraklı örgütleriydi.
Esasında Lübnanlıların direniş aracılığıyla verdiği yanıt, erken katılım ve devam eden ‘destek’ açısından tüm beklentileri aşan bir olgu oluşturdu... Geçtiğimiz hafta, ana güçlerini Lübnan cephesinden harekete geçirmeye karar veren düşmanın açık ve gergin açıklamasıyla ‘resmen’ çatışmanın ilk arenası haline geldi.
Lübnan'ın düşmanla olan ‘hikayesinin’, özellikle 2006'dan bu yana kimsenin tahmin edemeyeceği ya da öngöremeyeceği bir şekilde kendine özgü olduğunu söylemek gerekir. Lübnan, düşmanla çatışmanın tüm aşamalarında yer aldı. Bu süreç, Filistin halkı için bir zafer olarak görülen kuruluş aşamalarından ve bunun ‘yedi’ köyün işgali ve ilhakıyla sonuçlanmasından, 1948'de Hula kasabasında yaşanan katliamlara (85 şehit) kadar uzanır. Ayrıca, Filistin direnişinin ‘Lübnan Milli Hareketi’ tarafından kucaklanması ve desteklenmesi de bu sürecin bir parçasıdır.
1982'de Lübnan'ın ve Beyrut'un işgaline direnmek, işgale karşı direniş başlatmak ve işgalci düşman ordusuna karşı benzeri görülmemiş bir zafer kazanmak, 2000 yılındaki son aşamaya kadar art arda geri çekilmeye zorlamak, 2006 savaşında ordusunun Hizbullah tarafından sürdürülen direniş darbelerinin ağırlığı altında yenilmesi, bu hikâyenin önemli dönüm noktalarıdır.
Bir yandan işgalci, diğer yandan zaferlerle dolu bu sicile ve Lübnan direnişinin düşmana ve onun destekçilerine en büyük yenilgileri tattırmadaki benzersizliğine dayanarak, Aksa Tufanı’ndan sonraki ilk günden itibaren Lübnan cephesinin ikinci bir emre kadar ana cephe haline geldiği bugüne kadar ‘destek’ kararı alındı.
Bu ‘destek’ kararı, bahsettiğimiz acıların ve dikkate değer sonuçların bir özetidir. Bu haliyle direnişin tarihine, eşsizliğine ve zaferlerine en sadık ve vefalı duruşu temsil etmektedir. Aynı zamanda, düşmanla iş birliği yapan, gizlice onun suçlarına ortak olan ya da bağımlı güçleri ve şüpheli ilişkileri uğruna sessiz kalanların rolünü de ifşa etmektedir.
Lübnanlıların katılımı, genelde cesur duruşlar sergilediği, fedakarlıklara katlandığı ve iki hedefe yönelik başarılar elde ettiği ölçüde asil olmuştur: Birincisi, Filistin halkının haklı mücadelesini desteklemek. İkincisi, Siyonistlerin ve destekçilerinin bölgedeki tüm halkların çıkarlarına karşı ve egemenliklerini tahakküm altına almak, yağmalamak ve ihlal etmek için yaptıkları planlara karşı koymak.
Öte yandan, Lübnan'daki direniş ve Yemen'den gelen inanılmaz desteğin yanı sıra Irak direnişinin ve diğerlerinin katkıları, ilerici Arap güçlerinin ciddi bir varlık göstermelerini gerektiriyor. Bu güçlerin radikalliği, seyirci kalmakla, geri çekilmekle ya da açıklamalarla değil, pratikle sınanıyor ve teyit ediliyor. Bu da onların, çatışmanın ortakları olmak için konumlarını ve pratiklerini geliştirmelerini mecburi kılıyor.
Üçüncü faktör, Filistin halkının tecrit edilmesinin önlenmesinde kendini gösterdi. Özellikle de düşmanın, destekçilerinin ve normalleşme yanlılarının bölgeye hâkim olma, zenginliklerini yağmalama ve halklarını köleleştirme yönündeki Siyonist-Amerikan projelerine karşı çıkmaya cesaret eden herkesi terörize etme teşebbüsünün tersine çevrilmesinde bu faktör önem kazandı.
Çeviri: YDH