YDH - Katar tarafından finanse edilen Middle East Eye (MEE) portalının genel yayın yönetmeni David Hearst, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah'ın şehit edilmesi, Siyonist rejimin Lübnan'a yönelik 'sınırlı kara harekâtını' ve bölgedeki görünümü değerlendiriyor. Rejimin saldırgan politikaları, Orta Doğu'da derin bölünmelere ve Filistin meselesinin yeniden gündeme gelmesine neden oluyor. Hearst'e göre Nasrullah'ın şehadeti, onu bölgede bir efsaneye dönüştürebilir, bu da bölge üzerindeki stratejik sonuçları daha da karmaşık hale getirebilir.
İsrail her yeni savaş başlattığında, beyaz fosfor bombalarının düşmesinden, sivillerin evlerinden kaçışından ve yıkılan binaların enkazını karıştıran şok halindeki hayatta kalanların görüntülerinden önce değişmez bir ritüel gerçekleşir.
Bu ritüele 'ateşkes diplomasisi' denir, kamuoyuna yönelik bir göstermelik çabadır. Dışarıda, sanki bu cehennemin başlamasını engellemek için her türlü diplomatik girişimi deneyen, tüm imkanları zorlayan dürüst diplomatlar varmış gibi bir yanılsama yaratılır.
Bunun büyük kısmı önceden planlanmış bir koreografi, geri kalanı ise doğaçlamadır. Ancak kesin olan bir şey var: Bu sadece bir oyun. Gerçeklikle bağı yok.
İsrail'in Lübnan'a kara harekâtını başlatacağını duyurmasından saatler önce, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot, Beyrut'taki basın toplantısında 21 günlük ateşkes önerisinin 'hala geçerli' olduğunu boş yere vurguluyordu.
O bunu söylerken, girişimin diğer ortağı ABD, basın mensuplarına ateşkes görüşmelerinin askıya alındığını bildiriyordu. Gün ilerledikçe bu çelişkili açıklamalar artarak devam etti.
ABD bir yandan diplomatik çözüm arayışından bahsederken, diğer yandan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah'ın öldürülmesini 'tam anlamıyla olumlu bir gelişme' olarak nitelendiriyordu. İsrail'in sınırdaki operasyonunu 'sınırlı' olarak tanımlarken, aynı anda insani boyuttaki kaygılarını dile getiriyordu. Üstelik İsrail'in egemen bir devlet olarak kendi kararlarını alabileceğini kabul ederken, gerilimi azaltma çabalarını sürdüreceğine dair söz veriyordu.
Eğer bu maskaralık kulağa son derece tanıdık geliyorsa, bunun nedeni budur.
Laf kalabalığını bir kenara bırakırsak, Pentagon'un da teyit ettiği üzere, ABD'nin Lübnan'ın karadan işgalini desteklediğini ve ateşkes planlarının askıda kalabileceğini söyleyebiliriz.
Aynı şey bir yıl önce Gazze'de de oldu. İsrail'in 'kendini savunma hakkı', yanı başında yaşayacak kadar talihsiz olan her mahalleyi dümdüz etmenin kısaltmasıdır.
Bu ürkütücü dans bir amaca hizmet ediyor; salı günü Batı dünyasındaki hemen her medya kuruluşu Lübnan'daki operasyonu 'hedefli' ya da 'sınırlı' olarak tanımladı; bu, tıpkı Gazze savaşının ilk aşamasında yaptıkları gibi, içeri girip geri çıkan hassas komando baskınları gibiydi.
Washington Post'a konuşan bir ABD'li yetkili “2006'daki gibi olmasını beklemiyoruz,” dedi.
Bu arada İsrailli diplomatlar ve generaller de gerçeği açıklamaktan kendilerini alamadılar. İsrail'in ABD Büyükelçisi Mike Herzog şöyle dedi: “Amerikan yönetimi bizi zamanında sınırlamadı. Onlar da Nasrullah'ın öldürülmesinin ardından Lübnan'da yeni bir durum oluştuğunu ve yeniden şekillenme şansı olduğunu anladılar.”
Lübnan'ın 'yeniden şekillendirilmesi' sınırla sınırlı hedefli bir operasyon anlamına gelmiyor. Bir İsrail ordu komutanının düşüncelerinde de sınırlama söz konusu değildi: "Gazze'de olduğu gibi burada da kuzeyde tarih yazmak gibi büyük bir ayrıcalığa sahibiz."
İsrail'de öfke ve nefret söylemi psikotik boyutlara ulaştı. Gazze halkına yönelik intikam arzusu hızla yeni bir hedef buldu: Lübnan halkı.
Kanal 12'den Nir Dvori, Hizbullah liderinin öldürüldüğü yönündeki haberler üzerine "Nasrullah azap içinde öldü," diye sevinç çığlıkları attı. Şlomi belediye meclisi başkanı kara harekâtını memnuniyetle karşılayarak şunları söyledi: "Bölgeyi temizlemek için bu gerekli."
Siyasi yorumcu Ben Caspit böyle bir temizlik operasyonunun 'ertesi gününü' hayal ederek, Hizbullah'ın seçkin Rıdvan Birliği'nden Litani Nehri'ni geri geçen herhangi bir savaşçının büyükannesinin bile 'o anda ölmesi' gerektiğini öne sürdü.
İsrail'in Hizbullah füzelerinden temizlemek istediği güney Lübnan'ın üst sınırı olarak sık sık adı geçen Litani Nehri'nden bahsetmesi komik, zira o da bir efsaneye dönüşüyor. Bu operasyonun askeri hedefleri Lübnan'ın çok daha derinlerine uzanıyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın İsrail'in operasyonunu sınırlandırdığını açıklamasından sadece 12 saat sonra İsrail ordusu güney Lübnan'daki 20'den fazla kasaba ve köye tahliye emri gönderdi. Ordu sözcüsü Avichay Adraee, X (eski adıyla Twitter) üzerinden yaptığı açıklamada Sidon yakınlarındaki "Derhal el-Avali Nehri'nin kuzeyine gitmelisiniz," ifadesini kullandı.
İsrail'in bu hamlesi, Güney Lübnan'ın tamamını -ülkenin yaklaşık üçte birlik kısmını- operasyon alanı olarak belirlediğini gösteriyor. Böylece İsrail, tek bir kararla harekât bölgesini iki katına çıkarmış oldu.
Bu gelişme, Başbakan Benyamin Netanyahu'nun bir yıl önce, Hamas saldırısının hemen ardından verdiği sözle örtüşüyor. Netanyahu, 7 Ekim 2023'teki saldırının ardından ülkenin güneyinden Kudüs'e gelen yetkililere "Orta Doğu'yu değiştireceğiz," demişti.
ABD'nin eski Başkanı Donald Trump'ın damadı ve gayrimenkul yatırımcısı, Hizbullah konusunda kapsamlı çalışmalar yaptığı anlaşılan ve kendisini bu alanda uzman olarak konumlandıran Jared Kushner, X platformunda şu değerlendirmeyi paylaştı: "27 Eylül [Nasrullah'ın öldürüldüğü tarih], İbrahim Anlaşması'nın imzalanmasından bu yana Orta Doğu'daki en önemli gündür... Kuzeyde ateşkes çağrısı yapanlar yanılıyor. İsrail için artık geri dönüş yok. Kendilerine yöneltilen tehdidi tamamen ortadan kaldırmamayı göze alamazlar. Bir daha böyle bir fırsat yakalamaları mümkün olmayabilir."
Netanyahu ve Amerikalı destekçileri, Lübnan'ı işgal ederek Orta Doğu'yu değiştirecekler; bu kesin. Ancak bu değişim, muhtemelen öngördükleri şekilde gerçekleşmeyecek.
Nasrullah, Güney Lübnan'ın 18 yıllık işgalden kurtarılmasına önderlik etmiş ve 2006'da İsrail'e karşı yürütülen savaşı Hizbullah açısından başarıyla yönetmişti. Bu başarının ardından kuzey sınırı yaklaşık yirmi yıl boyunca sessizliğini korudu.
Nasrullah'ın liderliğinde Hizbullah, bambaşka bir çatışmanın içine çekildi: Suriye savaşı. Bu durumun çeşitli sonuçları oldu. Öncelikle, Filistin'in kurtarılması mücadelesi arka plana itildi. Hizbullah'ın etki alanı ve siyasi ağırlığı artarken, İsrail istihbarat servisi Mossad'ın örgüte sızması da kolaylaştı.
Geçtiğimiz ay ortaya çıkan bubi tuzaklı telsiz ve çağrı cihazlarının tedariki gibi bazı büyük operasyonlar, yıllar öncesinden planlanmıştı. Hizbullah'ın sığınaklarının tam konumları ve hedeflerin sığınaklar arasındaki hareketleri de uzun süreli istihbarat çalışmalarının ürünüydü.
İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırıları titizlikle planlanmıştı; bu durum, İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı verdiği mücadelede yaşadığı zorluklarla keskin bir tezat oluşturuyor.
Ancak Hizbullah ve İran’ın 'stratejik sabır' politikası, yani komutanlarına ve liderlerine yönelik artan saldırılara karşılık vermemeleri, İsrail’in elini güçlendirdi. Örneğin, Hizbullah, askeri kanadının lideri İmad Muğniyye'nin 2008’de öldürülmesinin intikamını hiçbir zaman almadı. Aynı şekilde, Hamas’ın üst düzey yetkililerinden Salih el-Aruri’nin bu yılın başlarında Beyrut’un Dahiye bölgesinde öldürülmesine de yanıt vermedi.
İran ve Hizbullah'ın bu pasif tepkisi, İsrail’e Lübnan ve Suriye’ye yönelik saldırılarını iki katına çıkarma cesareti verdi. Her seferinde hem Hizbullah hem de İran, İsrail’le savaşa girmek istemediklerini, yalnızca Gazze’deki Hamas ile dayanışma içinde olduklarını ve bir ateşkes sağlanır sağlanmaz saldırıların duracağını açıkladılar.
Saldırılar gerçekleştiğinde de genelde İsrail askeri hedeflerini vurdular, fakat bu hamleler sembolikti; Hizbullah’ın roketleri ve propaganda videoları, gerçek bir saldırıdan ziyade gücünü göstermek için tasarlanmıştı.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, bu stratejinin bir hata olduğu ortaya çıkıyor. İsrail, bu tutumdan cesaret alarak şu anda Lübnan’a daha yoğun saldırılar gerçekleştiriyor. İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırıları, örgütün yanıtlarından yaklaşık beşte bir oranında daha fazla.
Bu, yalnızca Lübnan ve İran’da sık sık şahin olarak bilinenlerin değil, İran’ın reformist Cumhurbaşkanı Mesud Pizişkiyan'ın da yanlış hesaplamasıydı. Pizişkiyan, İran’ın Hamas lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da öldürülmesine karşılık vermekten kaçınması halinde, Gazze’de ateşkes sözü veren Amerikalılar tarafından kandırıldığını ifade etti.
Salı gecesi İsrail’e yönelik 180’den fazla füze saldırısı, İran’ın stratejik sabır politikasının iflasını gösterdi. Saldırının ardından Pizişkiyan, İran’ın hala İsrail ile bir savaş peşinde olmadığını savunsa da bu itidal politikası açıkça terk edilmiş durumda. Önümüzdeki süreçte Hizbullah ve Yemen ile Irak’taki diğer silahlı grupların daha aktif olması bekleniyor.
Fakat daha büyük bir yanlış hesaplama, İsrail tarafından şu an gerçekleşiyor; bu süreçte İsrail, fırsatı kaçırmamak adına demiri tavında dövmek istiyor.
İsrail, Filistin meselesi çözümsüz kaldıkça, Orta Doğu'yu kendisinden daha da nefret eder hale getirmek için adeta yeniden tasarlıyor. Oslo Anlaşmaları'ndan bu yana geçen otuz yıllık süreçte, Filistin sorununun Arap dünyasındaki üstünlüğü ve merkeziliği kaybolmuştu, ancak İsrail bu durumu tersine çevirmeye çalışıyor.
Arap Baharı’nın yarattığı bölünmeleri derinleştiren olayın izlerini silmek için, İsrail’in saldırgan politikalarından daha etkili bir şey olamazdı. Nasrullah'ı öldürmek için 80 ton patlayıcı kullanarak 300 kişiyi de öldürdüğünüzde, onu bir direniş sembolü olmaktan çıkarıp efsaneye dönüştürmüş olursunuz.
Lübnan’ın önde gelen Maruni ailelerinden gelen siyasetçi Süleyman Franciye, bu durumu şöyle özetliyor: "Sembol gitti, efsane doğdu ve direniş devam ediyor."
Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen el-Ahbar gazetesinin yayın yönetmeni İbrahim el-Emin de Nasrullah’ı Şii İslam'da üçüncü imam olan Hüseyin'e benzetiyor. Gazete şöyle yazdı: “Seyyid Hasan Nasrullah şehit düştüğünde kendisini Hüseyin’in suretinde hayal etmedi. Dünya ona sırtını döndüğünde Hüseyin’in konumunda değildi. Fakat, tıpkı Hüseyin gibi, bedeli ne olursa olsun haklı bir davayı savunmak için ayağa kalktı ve savaştı... [Nasrullah] adaletsizliğe karşı her isyancı için ebedi bir sembol haline geldi ve Kudüs ile Filistin'i savunurken şehit oldu."
Nasrullah, tıpkı Cemal Abdül Nasır’ın Arap milliyetçi hareketine yaptığı gibi, Şii seçmenleri ve Filistin yanlısı kitleleri etkileme yeteneğine sahip karizmatik bir hatip olarak öne çıkıyor. Ve Nasrullah, ölürken de bu etkisini sürdüreceğini vaat ediyor.
Elbette bu bakış açısı, kariyerlerinin büyük kısmını ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kurmaya adamış olan Arap elitlerine ait değil. Fakat onlar bile halkları arasında yayılan bu güçlü duyguları kabul etmek zorunda kalıyorlar.
Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Washington tarafından ciddiye alınmak için İsrail’i bir araç olarak kullandı. Fakat o bile bir lider olarak sınırlarının farkında ve bu konuda son derece açık sözlü.
Bu yılın başlarında, 39 yaşındaki Prens’in ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’a “Nüfusumun yüzde yetmişi benden daha genç. Çoğunun Filistin meselesi hakkında fazla bilgisi yok. Ancak bu çatışma sayesinde ilk kez bu konuyla tanışıyorlar. Bu çok büyük bir sorun. Filistin meselesi benim kişisel olarak umurumda mı? Umursamıyorum ama halkım umursuyor, bu yüzden bunun anlamlı olduğundan emin olmam gerekiyor,” dediği bildiriliyor.
Bir Suudi yetkili, bu ifadeleri resmi olarak yalanlasa da bunların gerçeği yansıttığı düşünülüyor.
Bölge, İsrail’in dizginlenmemiş saldırganlığıyla yeniden şekilleniyor. İsrail’in şu anda izlediği politika, Arap komşularını, İsrail’in kendileriyle barış içinde yaşayamayacağına ikna etmekten başka bir işe yaramıyor. Bu yol, Hıristiyanları, Müslümanları, Şiileri ve Sünnileri aynı şekilde hedef alıyor ve tehdit ediyor.
Başbakan Benyamin Netanyahu, diğerlerinden daha fazla, İsrail’in bu şekilde davranmasının, bölgenin bir parçası olarak kabul edilemeyeceğini kanıtlıyor. Bu durum, gelecekte derin stratejik sonuçlar doğuracak.
Peki, Nasrullah'ın ölümü gerçekten bölge için 'katıksız bir iyilik' olabilir mi? Ne dilediğinize dikkat edin, çünkü gerçekleşebilir.
Çeviri: YDH