YDH - İsrail'in Gazze'ye yönelik soykırım harekatında sivil kayıplar artarken, direniş hareketlerinin Siyonist rejimin yalnızca askeri hedeflerini vurması, İsrail yanlısı basın ve uzman camiası tarafından büyük ölçüde göz ardı ediliyor. El-Meyadin televizyonunun internet sitesinde yayımlanan makalesinde Rana Abi Cuma, İsrail'in uluslararası hukuka aykırı eylemleri ve direnişin stratejik yaklaşımının altını çiziyor.
İsrail devletinin kuruluşu, Filistin topraklarının yerli sahiplerine karşı gerçekleştirilen zorla yerinden etme ve katliam eylemleriyle şekillenmiştir. 1948 Nekbe'sş ve sonrasındaki olaylar, bölgeyi yerli halkından arındırma ve sözde "vaat edilmiş topraklar" olarak görülen Bilad'uş Şam'da "Yahudi diasporasını" bir araya getirme amacı taşıyordu. Bu noktadan itibaren, bir halkın yerine başka bir halkı, bir kültürün yerine başka bir kültür ve medeniyeti yerleştirme ideolojisi gelişti. Bu ideoloji, Yahudi olmayanların öldürülmesini "ilahi bir emir" olarak gören Talmudik dini metinlere dayanıyordu.
Talmudik literatüre göre, Yahudi olmayan halkların varlığının iki amacı vardır: Birincisi, İsrailoğulları Tanrı'ya itaat etmediklerinde onları cezalandırmak; ikincisi ise, İsrailoğulları Tanrı'ya itaat ettiklerinde bu halkların yenilgiye uğratılması. Bu ikinci durumda, Yahudiler zaferin meyvelerini toplamaya hak kazanır ve bu zafer genelde öldürme, sürgün etme veya köleleştirme şeklinde gerçekleşir.
Bu bağlamda, İsrail'in her yeni çatışmada sivillerin hayatını hiçe sayarak art arda katliamlar gerçekleştirmesi şaşırtıcı değil. Resmi rakamlara göre, Gazze Şeridi'ndeki ölü sayısı 41 bini aştı, Lübnan'da ise yaralılar ve kayıplarla birlikte 2 binden fazla can kaybı yaşandı.
Her yeni katliam sonrasında, direniş hareketlerine İsrailli sivilleri hedef alma çağrıları daha da yükseliyor. "Neden biz öldürüldüğümüz gibi onlar da öldürülmüyor? Neden bize yaptıkları gibi evlerini başlarına yıkmıyoruz? Neden bizi hastanelerimizi boşaltmaya zorladıkları gibi biz de onların hastanelerini tehdit etmiyoruz?" gibi sorular gündeme geliyor.
Direniş hareketleri arasında İsrailli sivillerin hedef alınması konusunda ortak bir tutum bulunmuyor. Her hareket ve örgüt, kendi ideolojisi ve siyasi yönelimleri doğrultusunda hareket ediyor. Bu örgütler, 1949 Cenevre Sözleşmesi gibi savaş alanlarında sivillerin korunmasını öngören uluslararası anlaşmalara tabi olmasalar da çoğu zaman sivil hedeflere saldırmaktan kaçınıyor.
İsrail'in "devlet" statüsü, sadece Filistin topraklarında kurulması nedeniyle değil, aynı zamanda uluslararası sözleşmelere saygı göstermemesi nedeniyle de tartışmalı hale geliyor. İsrail'in, sivil-asker ayrımı gözetmeksizin şiddet uyguladığı ve ABD önderliğindeki müttefiklerinin bunu "tali zayiat" gibi geniş kavramlarla meşrulaştırdığı gözlemleniyor. Bu durum, uluslararası sözleşmelere taraf olmayan örgütlerin bile bu sözleşmelere saygı gösterirken, taraf olan İsrail'in bunları ihlal etmesi paradoksal bir durum oluşturuyor.
Hizbullah'ın bakış açısına göre, İsrail'de gerçek anlamda siviller bulunmuyor. Çoğu İsrailli, silahlı yerleşimci veya yedek asker statüsünde. 2023 yılında 42 binden fazla İsrailli kadının silah edinme izni için başvurması ve 465 bin yedek askerin varlığı, bu görüşü destekler nitelikte. Savaşta sivil tanımı, çatışmanın her iki tarafı için de savaşta hiçbir değeri olmayan kişi olarak kabul edilirken, bu tanımın İsrail için geçerli olmadığı iddia ediliyor.
Hizbullah'ın ahlaki vizyonu, uluslararası sistemin teorik olarak ürettiği insani ilkelere organik olarak bağlıyken, İsrail'in vizyonu tamamen farklı görünüyor. İsrail Şahak'ın Yahudiliğin Tarihi adlı kitabında aktardığı bir diyalog, bu farklılığı çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bir Siyonist asker, "Silahların saflığını uyguladığımız durumlar var mı?" diye sorarken, bir hahamın "En iyi Yahudi olmayan onu öldürmektir ve en iyi yılan ağzını çıkarmaktır" şeklindeki cevabı, bu farklı yaklaşımı gözler önüne seriyor.
İsrail'in 2006'dan bu yana benimsediği "Dahiye Doktrini", yani yok edilebilecek her şeyi yok etme stratejisi, ağırlıklı olarak sivilleri etkilediği ve direniş hareketlerinin sürekliliğini engellemediği için başarısız olmuş görünüyor.
Hizbullah ise İsrail'e nasıl zarar verilebileceğini iyi biliyor gibi görünüyor. Askeri kompleksleri hedef almanın hem maddi kayıplara yol açtığını hem de operasyonel kapasiteyi düşürdüğünü, askerleri hedef almanın ise İsrail ordusunda insan kaybına neden olarak, birçok İsraillinin cepheye katılma konusundaki isteksizliğini pekiştirdiğini düşünüyor.
İsrailli sivillerin hedef alınması, beklenenden farklı sonuçlar doğurabilir. Bu tür eylemler, İsrail toplumunda dayanışmayı güçlendirme potansiyeli taşırken, aynı zamanda uluslararası kamuoyunda öfke uyandırabilir. Aksa Tufanı Operasyonu örneğinde görüldüğü üzere, operasyonun özünde Kassam'ın askeri hedeflere yönelik saldırıları olmasına rağmen, medya odağı sivil esirlere yöneldi.
Günümüz İsrail'inde, direnişin elindeki esirlerin serbest bırakılması talebiyle düzenlenen gösteriler sürerken, yetkililerden yeterli yanıt alınamamaktadır. Buna karşın, yakın geçmiş, asker ailelerinin eylemlerinin ne denli etkili olabileceğini gösteriyor:
- Sessizliğe Karşı Babalar"Hareketi: 1983'te, İsrail'in Lübnan işgalinden bir yıl sonra ve yaklaşık 500 İsrail askerinin ölümünün ardından ortaya çıkan bu hareket, 1985'te İsrail ordusunun çekilmesine kadar etkili oldu.
- Dört Anne Hareketi: 1997'de 73 İsraillinin öldüğü bir helikopter kazası sonrasında kurulan bu hareket, 2000 yılındaki çekilmeye kadar faaliyetlerini sürdürdü.
- Asraa Hareketi: 2004'te Gazze Şeridi'nde çok sayıda İsrail askerinin ölümünü protesto etmek amacıyla kuruldu.
Bu örnekler, asker kayıplarının İsrail toplumunda barış yanlısı hareketleri tetikleyebileceğini gösteriyor.
Hizbullah, şu ana kadar geniş kitleleri etkileyen kapsamlı bir misilleme stratejisi izlemedi. Fakat çatışmanın şiddetlenmesi ve İsrail'in sivil kayıplara neden olan saldırılarının artması durumunda, sivil ve asker arasındaki ayrımın belirsizleşebileceği öngörülüyor. Bu durumda, çatışmanın mantığı "göze göz, dişe diş" anlayışına dönüşebilir.
Çeviri: YDH