YDH - Halil Fazl Osman, el-Ahbar gazetesinde yer bulan köşe yazısında, Güney Beyrut’taki Dahiye ve Filistin arasındaki derin ve tarihsel ilişkiyi anlatıyor. 1948’deki Filistin Nekbe'sinden sonra Dahiye, tehcire tabi tutulan Filistinlileri ağırladı ve Burc el-Baracne, Sabra ve Şatila gibi mülteci kamplarının kurulmasına tanık oldu. Yıllar boyunca, Dahiye ahalisi ile Filistinli misafirler arasında güçlü sosyal ve kültürel bağlar gelişti. Her iki halk da ortak bir zulme karşı savaşıyor ve adalet ile özgürlük umudunu paylaşıyor. Dahiye'de yaşayanlar için Filistin sevgisi ve mücadelesi, damarlarında akan kan gibi, hayatlarının ayrılmaz bir parçası.
"Bağdat, tüm şehirlerin en huzurlusu iken, insanların az olduğu, korku, açlık ve sefalet içinde olduğu bir harabeye döndü." — Hafız İbn Kesir, El-Bidaye ve'n-Nihaye, 13. Cilt
Kalbin nasıl sızlamaz? İçin nasıl burkulmaz, Beyrut'un güneyindeki mahallelerde ölüm ve yıkım makinelerinin sebep olduğu manzaralar karşısında?
Bu barbarların, seni ve aileni hedef alan delice yıkımlarını görüp, demire demirle karşı koymanın gerektiğine dair inancın nasıl artmaz?
Çocukluğunu ve gençliğini geçirdiğin “Saha el-Menşiyye”deki evlerin, Burc el-Baracne'de artık yaşanmaz hale getirilmek istendiğini görüp de anıların canlanıp hür ve haysiyetli bir yaşam için direnme isteği nasıl uyanmaz?
Bu delilik ortamında, Şilili şair Pablo Neruda'nın (1904-1973) sesi kulağına gelir: “Gelin, sokaklarımızda akan kanları görün.”
Güney Beyrut'un binaları, barbar savaşın ateşi altında yıkılırken, gözlerin harabeye dönmüş sokakları tarar. Fakat bu enkazın altında, geçmişin anıları, yaşam öyküleri yeniden canlanır ve tarih boyunca bu bölgenin direniş ve isyanla yoğrulmuş hafızayı harekete geçer.
Güney sahilinin temelini direniş ve karşı duruşla atan bu hafıza, hâlâ canlıdır.
Günümüz barbarlarının anlamadığı, onların saldırılarını örtbas eden, bu vahşete araç sağlayan ya da sessizlikleriyle suça ortak olanların göz ardı ettiği bir hakikate var: Onlar ne kadar çok suç işlerse, Güney Beyrut’un, yani Dahiye'nin direnci o kadar güçlenir.
Her bomba, bu bölgenin tarihi direnişle ve onurla yoğrulmuş mirasını daha da kuvvetlendirir. Bugün Dahiye, barbarların bombalarına göğüs geriyor; binaları enkaz yığınına dönüyor, kan, gözyaşı ve can kayıplarıyla doluyor. Fakat şuuru, bu saldırılara rağmen dimdik ayakta kalıyor ve direnişin tarihinden aldığı gücü kaybetmiyor.
Aklıma, Burc el-Baracne halkının, Emir Fahreddin II. el-Maani'nin (980-1044 H/1572-1635 M) ordusuna karşı verdiği direniş geliyor.
Rivayete göre, köyün mezarlığından at sırtında geçen bir Emir'in kölesi, bir kadının tepkisine karşılık olarak ona tokat atar.
Kadının çığlığına karşılık köylüler köleyi öldürüp cesedini bir kuyuya atar ve o günden sonra o kuyu, Bir el-Abd (Köle Kuyusu) olarak anılmaya başlanır.
Emir, köylüleri kuşatarak onları şimdiki Burc el-Baracne olarak bilinen bölgeye sürer. Tarihi kaynaklar bu olayın detaylarını tam anlamıyla aktaramıyor.
Bu çatışma, bir köylü ayaklanmasının sonucu mu, yoksa sadece onura bir saldırıya verilen tepki mi, bilemiyoruz. Fakat her ne sebeple olursa olsun, bu hadise, bölgenin tarihinde direnişin ve otoriteye başkaldırının simgesi olarak kaldı.
Burc el-Baracne halkının zalim Emir'e karşı direnişi, tıpkı Anton Saade'nin dediği gibi, onurlu bir duruştur ve bu duruş olmadan gerçek bir hayat mümkün değildir.
Güney Beyrut’un tarihine baktığınızda, isyan ve direniş anlamları pek çok dönüm noktasında karşınıza çıkar.
1982 yılında Halde ve havaalanı civarında, İsrail işgaline karşı savaşan Lübnanlı ve Filistinli direnişçiler, aralarında Dahiye’den (Güney Beyrut) gelenlerin de bulunduğu cesur bir grup, Beyrut’un kapısında haftalarca süren bir direniş sergilemişlerdi.
İşte bu çatışmalar, Lübnan İslami Direnişi'nin ilk çekirdek kadrosunun doğmasına da katkıda bulundu. Güney Beyrut'un her mahallesi ve kasabasının tarihi, direnişin bu anlamlarını içinde barındırır.
Örneğin, Burc el-Baracne’deki Saha el-Menşiyye mahallesini ele alalım. Bu mahalle, geçtiğimiz günlerde barbarca bir hava saldırısına uğradı ve bir mahalle neredeyse tamamen yok edildi, etrafındaki yüzlerce metre alanda büyük bir yıkım meydana geldi.
İşte ben de burada, bu mahallede doğdum ve büyüdüm. Burada, 1884’te doğan ve Arap milliyetçiliği hareketinin öncülerinden olan şehit Abdülkerim el-Halil’in çocukluk evinin hemen yanında, annesi Fıdda Hazım’ın satıp parasını oğluna silah alması için verdiği toprak da bulunur.
Abdülkerim, o dönemde bir silahlı ayaklanma hazırlığındaydı ve bunu Sayda'dan başlatmayı planlıyordu. Yine bu mahalledeki Menşiyye Camii'nde (bugünkü adıyla Emirü'l-Müminin Camii) Abdülkerim, bir gün 100'den fazla köylüyü toplayarak onlara silahlanmalarını ve Beyrut, Şiyyah ve Gubeyri'deki kardeşlerinin de silahlanmaya hazır olduğunu müjdelemişti.
Yıllar sonra, 1970'lerin ortasında, bu camide devrimci vaazlarıyla tanınan Şeyh Muhammed Sadıki Tahrani (1926-2011), Cuma hutbelerinde Filistin, silahlı mücadele ve devrim ruhuyla vaazlar verirken, elinde bir kalaşnikof tüfeği tutardı.
Şeyh Sadıki’nin müritlerinden biri olan ve aynı zamanda Irak Baas rejiminden kaçarak Lübnan'a gelen devrimci Muhammed Salih el-Hüseyni'nin (1940-1981) çabalarıyla, ilk kez Lübnan'da Humeynici bir yapılanma olan “İslami Çalışma Komiteleri” şekillenmişti.
Bu yapı, Filistin’in silahlı mücadele yoluyla kurtarılmasını ve milli egemenliği savunurken, henüz kimsenin adını bile duymadığı Ruhullah Humeyni'yi (1902-1989) lider ve devrimci bir önder olarak kabul ediyordu. İran'da devrim güçlendikçe, Humeyni'nin adı daha fazla duyulacak ve dünyanın dört bir yanında yankı bulacaktı.
Aynı mahalleden, geçtiğimiz günlerde yerle bir olan binadan, şehit Abdülhafız Allame, Temmuz 1949'da Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’nin düzenlediği ilk devrimci ayaklanmaya katılmak için çıkmıştı.
Bu ayaklanma, “Birinci Sosyal Milliyetçi Devrim” olarak bilinir ve Abdülhafız, bu isyanın ardından idam edilerek adı Anton Saade ile birlikte anılmaya başlamıştır.
Tüm bu örnekler ve daha fazlası, Güney Beyrut'un ne kadar zengin bir direniş ve mücadele ruhuna sahip olduğunu gösterir.
Buradaki ideolojik ve fikri çerçeveler ne kadar farklı olursa olsun, bir ortak nokta vardır: Sykes-Picot Anlaşması’nın çizdiği sınırların reddi, sahte devletçiklerin reddi, adalet ve hürriyeti esas alan bir istikbal arayışı.
Bu ideolojiler ne kadar farklı sloganlar üretse de özünde sosyal adalet ve bağımsızlık arzusu vardı.
Şahsen, bu devrimci havayı ve ideolojiler arasındaki tartışmaları Burc el-Baracne Lisesi'nde okuduğum yıllarda yakından yaşamıştım.
O dönemlerde, okulun adı bugünkü Hüseyin Ali Nasır Lisesi idi ve biz öğrencilerin ağzı hiçbir zaman susmazdı.
Birlik, özgürlük, sosyal adalet ve devrim sloganlarını sürekli atar, yorulmaz, usanmadan gösteriler yapardık. Kimi zaman Cemal Abdülnasır ve onun üç hayırına bağlı kalırdık, kimi zaman Che Guevara'ya ve halk savaşına övgüler yağdırırdık.
Kimimiz, Mûsâ Sadr’ın savunduğu ezilmişlerin davasına sarılırken, kimimiz Humeyni’nin devrimini yürekten desteklerdik. Ama en büyük ortak paydamız, Filistin’e olan inancımızdı. Filistin, direnişin, mücadelenin ve hürriyetin kıblesiydi.
1948 Nekbe'sinin ardından, Dahiye kollarını açtı ve evlerini zorla topraklarından sürülen Filistinli kardeşlerine açtı. Burc el-Baracne, Sabra ve Şatila'da üç Filistinli mülteci kampı kuruldu.
Yıllar boyunca ve nesiller boyu, Dahiye’nin ahalisi ile Filistinli misafirleri arasındaki ilişki, çoğu zaman siyasi, bölgesel ve fraksiyonel rekabetlerin doğurduğu gerginliklere rağmen, ortak yaşamın gereklilikleriyle şekillendi.
Bu ortak yaşam içinde, Dahiye sakinleri ile Filistinli misafirleri arasında derin bağlar gelişti: Evlilikler, çocukların birlikte oyun oynaması ve aynı sıralarda eğitim görmesiyle başlayan bu ilişkiler, nihayetinde siyasi mücadele ve direniş meydanlarında omuz omuza silah taşımaya kadar uzandı.
Filistinli misafirler, ev sahiplerine büyük katkılar sundular. Doktorlar hastalarımızı iyileştirdi (Burc el-Baracne’de yaşayan benim kuşağımdan kimler merhum Dr. Hanna Huri ve Dr. Abdullah Lama’nın reçeteleriyle şifa bulmadı ya da hemşire Sabri’nin iğnesini hissetmedi ki?).
Öğretmenler bizlere ilim kapılarını açtı (bana ders veren Filistinli öğretmenlerden bazıları hala hafızamda: Hala Miyassi, Ali İsa ve Semih Şahin). Fakat belki de en önemli olanı, siyasi partilerdeki etkileşim ve karşılıklı fikir alışverişiydi.
Pek çok Filistinli, Dahiye'deki yaşamları boyunca Lübnan siyasi partilerine katıldılar ve özellikle Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi saflarında belirgin bir varlık gösterdiler. Öte yandan Filistinli direniş örgütleri, bölgedeki pek çok genci, Filistin meselesine, kurtuluş umutlarına ve silahlı mücadele romantizmine çekti.
Bugün Dahiye’de, ölüm ve yıkım makineleri bizi Filistin’deki kardeşlerimiz gibi hedef alırken, ekmeğimizi ve ortak mağduriyetimizi Filistinlilerle paylaşıyoruz. Burada, Filistin için savaş vermiş bir şehit, bir yaralı olmayan bir aile, mahalle ya da sokak bulmak zordur.
Dahiye'de büyüdüğünüzde, Filistin sevgisi size adeta miras kalır; her gün Filistin kalbinizde yaşar, damarlarınızda akan kan gibi hissedersiniz. Acı birdir, zulüm birdir, kan birdir ve adaletin, hürriyetin ve işgalin sonunun geleceği günün birliği birdir. İşte bu yüzden, sel birdir, tufan birdir.
Bu yazıyı, ölüm ve baskı makinelerinin çılgınlığı içinde Dahiye üzerine yazarken, aslında devrim ve devrimcilerden, mücadele ve direnişten, silahlarına sıkıca sarılan direnişçilerden bahsediyorum.
Zulme, açlığa ve yoksulluğa karşı koyan ezilmişlerin ve mazlumların yüreklerinden çıkmayan meydan okuma ve isyan ruhunu yazıyorum. Şehitlerimizin bedenlerine kefen ettiğimiz onur ve kurtuluş umudunu yazıyorum.
Bu yüzden kalemimi ve gözyaşlarıyla dolu mürekkebimi kuşanıyorum ve kelimelerimi, barbarları yakacak birer ateş gibi yazıyorum. Şair Muzaffer el-Nevvab’ın (1934-2022) sözlerini tekrar ediyorum: "Nabzımız attıkça korku yoktur ve en iyilerimiz silah taşır."
Çeviri: Emre Köse