YDH - Hizbullah, Lübnan’daki rakiplerine karşı iki önemli adımla öne geçiyor. İlk olarak, bir yıl boyunca Lübnan’ı Gazze Savaşı sonrası beklenen bir savaştan uzak tutmayı başardı. Eğer Gazze yalnız bırakılmış olsaydı, bu savaşın ne zaman patlak vereceği belirsizdi ve direnişin umutsuzluğa kapılması olasılığı yüksekti. Fakat Hizbullah, savaşı mümkün olduğunca kendi çevresiyle sınırlı tutarak, Lübnan’ın diğer bölgelerini ve halkını bu çatışmadan korudu. İkinci olarak, Hizbullah’ın rakipleri 1559 sayılı BM Kararı doğrultusunda direnişin silahsızlandırılmasını talep ederken, Lübnan halkı ateşkesin öncelikli olduğunu savundu. Bu çağrı, Meclis Başkanı Nebih Berri’nin girişimiyle başladı ve önde gelen Lübnanlı siyasetçiler tarafından da desteklendi. Hizbullah da bu ateşkes çağrısını destekleyerek halkın talepleriyle uyum sağladı. Nasır Kandil'in el-Binaa gazetesinde yer bulan makalesine göre sonuç olarak Hizbullah strateji ve taktiklerde ahlaki üstünlük kuruyor, Arap rakiplerine karşı daha "Arap", Müslüman rakiplerine karşı daha "Müslüman" ve Lübnanlı rakiplerine karşı daha "Lübnanlı" bir duruş sergileyerek onları geride bırakıyor.
Bir yıldır Lübnan’ın güney sınırlarında, Hizbullah’ın liderlik ettiği direniş ile işgalci rejim ordusu arasında süregelen çatışmalarda, gerçekler, yanılsamalar, hayaller ve olgular bir arada yaşanıyor.
Gerçekler ve olgular arasında şu açıkça görülüyor: Hizbullah, elindeki güç fazlalığına rağmen bu çatışmayı çok daha düşük seviyede sürdürdü.
Gazze halkına karşı yapılan katliamı durdurma görevi, dini ve ideolojik açıdan Hizbullah için bir sorumluluk olsa da ve bu güç fazlalığını sahaya koymanın zorunluluğunu dayatsa da Hizbullah, stratejik olarak işgalci ordunun Gazze’deki savaşı bitirir bitirmez Lübnan’a saldıracağını biliyordu.
Bu nedenle bu savaşa önceden caydırıcı bir nitelik kazandırmak için elindeki en güçlü imkânları kullanması gerektiğinin farkındaydı.
Fakat Hizbullah, en üst düzeyde karşılık vermenin Gazze’deki savaşı durdurmayacağını ve Lübnan’a yönelik savaşı engellemeyeceğini, aksine Batı’da işgalci rejimi savunmak için eşi görülmemiş bir seferberliğe yol açacağını ve rejim içinde olağanüstü bir dayanışma yaratacağını öngördü.
Sınırlı ve lokal müdahalelerin yarattığı acılara katlanmak ise, işgalci rejimin vahşi ve suç dolu savaşını gözler önüne serecek, aynı zamanda Hizbullah’ın ve Gazze’deki direnişin benimsediği “Gazze’deki savaşı durdurun,” sloganı rejimin haksız ve vahşi saldırganlığını daha da belirgin kılacaktı.
Bu süreç, Batılı liderlerin ilk günden itibaren işgalci rejime tam destek vermek için seferber olmasıyla şekillenecek küresel savaşı önledi. Bu şekilde Hizbullah, savaşın meşruiyetini kazanırken işgalci rejim bu meşruiyeti kaybetti.
Rejimin işlediği suçlar gün geçtikçe daha fazla açığa çıktıkça ve vahşeti ortaya serildikçe, bu meşruiyet kartopu misali büyümeye başladı. Buna karşılık, direniş güçlerinin savaşı savunma amaçlı sürdürdüğü gerçeği de daha net bir şekilde ortaya çıktı.
Bazıları, Hizbullah’ın elindeki güç fazlasını daha erken kullanarak, tarihindeki ve direniş hareketlerinin tarihinde en önemli liderlerinden birinin suikastıyla sonuçlanan saldırıların önüne geçebileceğini düşünüyor.
Onlara göre bu güç fazlasının kullanılmasındaki gecikme, işgalci rejim tarafından bir zayıflık, yetersizlik ya da korku olarak algılandı ve bu da rejimi daha ileri adımlar atmaya cesaretlendirdi.
Ancak Hizbullah’ın deneyimi, bu tür adımları yalnızca etik ve ahlaki temellere dayandırabileceğini, salt fırsatçı bir biçimde atamayacağını gösteriyor. Elinde, bu güç fazlasını meşru bir şekilde kullanmasını haklı gösterecek yeterince büyük bir mağduriyet durumu yoktu.
Gazze’nin yaşadığı zulüm, toksik bir uluslararası ve bölge atmosferinde öylece katledilmesini isteyen bir dünyada, Lübnan’ı tek başına büyük bir savaşa sürüklemeye yetecek bir meşruiyet sağlamıyordu.
Bu yalnızca savunma amacıyla, işgalci rejim Lübnan’a saldırdıktan sonra meşru hale gelebilirdi. Fakat bu gecikmenin Hizbullah’a ağır bir bedel ödettiği de ortada.
Bugün Hizbullah’tan gördüğümüz şey, bir şokun ardından gelen bir uyanış ya da yapılması gerekenin geç kalınarak fark edilmesi değil, başından beri uyguladığı bir planın parçasıdır.
İşgalci rejim, büyük savaş merdivenlerini tırmanıp vahşi suçlar işleyerek Hizbullah’a güç fazlasını masaya koyma meşruiyetini verdiğinde, Hizbullah bu gücü aşama aşama kullanmaya başlar.
Bu süreç, meşruiyetten ve mağduriyet algısından beslenen ahlaki bir güçle ilerler. Bu tür bir ahlaki üstünlüğün önemini pek çok kişi anlamasa da bu güç Hizbullah’ın her seferinde zafer kazanmasına yardımcı olan gizli silahıdır.
Hizbullah, bir darbeyle yere serilmemeyi, yani ne kadar güçlü olursa olsun nihai bir darbeyle yıkılmamayı öğrenmiş, bu konuda eğitim almış ve kendini bu stratejiyle kurumsallaştırmıştır.
Karşılık olarak ise sürekli puan kazanarak hamlelerini artırır, her aşamada meşruiyetini ve ahlaki üstünlüğünü güçlendirir.
Bu sırada, işgalci rejim ringde neye uğradığını şaşırmış bir şekilde ağzı açık kalır. Zira, Hizbullah’ın mezarında dans etmek ve sonunu kutlamak için sabırsızlanan rejim, kendini bir anda Tevrat’ta anlatılan Samson ya da Yunan mitolojisinde küllerinden doğan Anka kuşuyla karşı karşıya bulur.
İşgalci rejim ne kadar el yükseltmek isterse istesin, daha önce yaptığından daha azını yapmaya mecbur kalırken, Hizbullah ise her seferinde bir önceki hamlesinden çok daha yükseğe çıkar.
Böylece savaşın seyri netleşir: Sahneyi kuran ve etkili darbeler indiren yükselen güç Hizbullah’tır; karmaşık bir şekilde, rastgele saldırılar yapan ve acımasız yumruklar yiyen düşüşteki güç ise işgalci rejimdir.
Bugün Hizbullah ile işgalci rejim arasındaki denkleme baktığımızda, savaşın terazisinde Hizbullah’ın ahlaki üstünlüğü ve değer kazandıran unsurlarla savaşı kazandığını, aynı zamanda elindeki güç fazlasını henüz tüketmediğini görüyoruz.
Öte yandan, işgalci rejim, tufan gününde elde ettiğini düşündüğü küresel sempatiyi bir savaş suçlusuna dönüşerek tamamen kaybetmiştir. Rejim, sahip olduğu tüm ekstra güç fazlasını da harcamış durumdadır.
Bu yüzden Hizbullah, bu savaş aşamasına hem ahlaki değerler hem de devasa bir güç fazlasıyla girerken, işgalci rejim ise sahip olduğu güç ve değerlerin tümünü tüketmiş, onları vahşilik, saldırganlık ve güç zehirlenmesiyle heba etmiştir.
Hizbullah, Arap rakiplerine karşı da hiçbir şey söylemiyor. Ama bu, manalı bir sessizliktir; zira onların söyledikleri ve Hizbullah’ın yaptığı yeterince açıklayıcı.
Yıllardır kendisine yöneltilen suçlamalara göre, o “Filistin’in değil, kendi özel projesinin partisiydi,” “Arapların değil, İran’ın partisiydi,” ve “İslam’ın değil, sadece kendi mezhebinin partisiydi.” Fakat bugün, tam da Filistin, Araplar ve İslam adına mücadele etmenin zamanı olduğu bir zamanda, Hizbullah’ın savaşın tam ortasında olduğunu görüyorlar.
Bu, onların işbirlikçiliklerini ve ihanetlerini açığa çıkarıyor; zihinlerini ve kalplerindeki hastalıkları gözler önüne seriyor. Bu yüzden, içinde bulundukları acınası durumdan ve utançlarından dolayı öfkeyle patlıyorlar, öfkelerini de Hizbullah’a yöneltiyorlar.
İşte bu nedenle Hizbullah sessiz, fakat aynı zamanda alaycı bir şekilde gülümsüyor. “Filistin, Araplar ve İslam için herkesin sahaya çıkması için yer var. Geç de olsa gelmeniz hiç gelmemenizden iyidir,” diyor.
Zafer konuşmasını hazırlıyor; tüm ümmete hitaben bir konuşma olacak bu ve zaferi tüm Araplara ve Müslümanlara armağan etmek istediğini söylüyor. “Bu canavarın, yani işgalci rejimin, serbest bırakıldığında bölgeye hâkim olup sizi köle gibi göreceğini engelledik. Elini de ayağını da öpseniz, o yine de topraklarınıza, paranıza ve namusunuza göz dikecektir,” diye ekliyor.
Hizbullah, Lübnan’daki rakiplerine karşı şunu çok iyi anlıyor: Bazıları ona karşı, zira iktidar arzularına yenik düşmüşler. Hizbullah’a olan düşmanlıklarının, Washington ve Tel Aviv’deki düşmanlarından yeterli destek alarak onları bu hedeflerine yaklaştıracağını düşünüyorlar.
Bir diğer grup ise, Hizbullah’ın Suriye’yi savunmasından dolayı kin besliyor. Zira Suriye’ye karşı düşmanlarının planlarını destekliyorlardı ve Hizbullah olmasaydı bu planlarının gerçekleşmiş olacağına inanıyorlar.
Bir başka grup ise, Hizbullah’a içsel bir kin duyuyor zira Hizbullah onların iktidar projelerini desteklemedi. Örneğin, Hizbullah’ın, General Emil Lahud’u, ardından General Mişel Avn’ı ve nihayetinde Bakan Süleyman Franciye'yi desteklemesi, bu isimlerin çıkarlarıyla örtüşmüyordu.
Ancak Hizbullah, bir yıldır sürdürdüğü bu savaşı, Lübnan'nın milli çıkarları doğrultusunda yürüttüğünün bilincinde. Pek çok insan, bu savaşı daha yüksek ilkelere göre sürdürmesi gerektiğini düşünse de Hizbullah yalnızca ön cepheyi aktif tutmakla yetindi ve şu mesajı verdi: “Gazze’deki savaşı sona erdiren bir anlaşma imzalayın.”
Zira Hizbullah, bu talebin reddedilmesinin, işgalci rejimin Lübnan’a karşı bir savaş hazırlığında olduğunu çok iyi biliyor. Hizbullah’ın aldığı darbeler, bunun önceden planlanmış bir Amerikan-İsrail savaşı olduğunu ortaya çıkardı.
Bu, güney cephesindeki çatışmalara bir misilleme değildi, tıpkı 2006 Temmuz Savaşı’nın, iki İsrail askerinin esir alınmasına karşı bir misilleme olmaması gibi. Daha sonradan belgelerle de kanıtlandığı üzere, bu savaş da önceden planlanmıştı.
O dönemde Hizbullah, gözleri açık, sağlam bir duruşla ve elini tetikte tutarak işgalci rejimi bu savaşı başlatmaya mecbur etti. Böylece savaş, herkesin hazırlıksız yakalandığı bir anda değil, Hizbullah’ın tam anlamıyla tetikte olduğu bir zamanda başladı.
Hizbullah, Lübnanlı rakiplerine karşı iki adım önde gidiyor. İlk adım, bir yıl boyunca Lübnan’ı, Gazze Savaşı biter bitmez gelmesi beklenen büyük bir savaştan uzak tutmayı başarmasıdır. Gazze tek başına bırakılmış olsaydı, bu savaşın ne zaman başlayacağı —daha önce mi yoksa daha sonra mı— sorusu kimse tarafından cevaplanamazdı.
Ayrıca, Gazze yalnız bırakıldığında, direnişin kendini terk edilmiş ve umutsuz hissettiği bir durumda ne kadar dayanabileceği de belirsizdi. Savaşın bir çıkış yolu ya da umut olmadan devam ettirilmesi halinde, Gazze’nin çökmesi an meselesi olabilirdi.
Ama işgalci rejim bu savaşı başlattığında, Hizbullah, savaşın yükünü mümkün olduğunca kendi çevresi, yapısı ve liderleriyle sınırlı tutmayı başardı; Lübnan’ın diğer bölgelerini, kurumlarını, şehirlerini ve köylerini bu savaşın dışında bıraktı.
İkinci adım ise, Hizbullah’ın Lübnan’daki rakipleri, 1559 sayılı Birleşmiş Milletler Kararı doğrultusunda direnişin silahsızlandırılmasını talep ederken, halkın büyük çoğunluğunun öncelikli olarak ateşkes çağrısını desteklemesidir.
Bu çağrı, Meclis Başkanı Nebih Berri tarafından yapılmış ve Başbakan Necib Mikati, Velid Canbolat, Cibran Basil gibi önde gelen siyasetçiler tarafından desteklendi. Şeyh Naim Kasım ise Hizbullah’ın da bu çağrıyı desteklediğini açıkladı. Böylece Hizbullah, halkın taleplerini sahiplendi ve bu noktada rakiplerini geride bıraktı.
Hizbullah, savaşlarını stratejide ve taktikte ahlaki üstünlük kurarak kazanıyor. Arap rakiplerine karşı “onlardan daha Arap,” Müslüman rakiplerine karşı “onlardan daha Müslüman” ve Lübnanlı rakiplerine karşı “onlardan daha Lübnanlı” olmayı başarıyor.
Çeviri: Emre Köse