YDH - Amerika ve İsrail, direnişi zayıflatmak için katliamın ve yıkımın caydırıcı olacağına inanıyor, ancak direnişin gücünü ve kararlılığını hafife alıyor. Batı ve İsrail, direnişin kayıplarla sınırlanacağını düşünerek, savaşın sonuçlarını abartarak halkı korkutmaya çalışıyor. Buna rağmen, direnişin destekçileri, kaybedecek çok şeye sahip olmalarına rağmen fedakârlık yapmaya ve bedel ödemeye hazır. Son yirmi yılda direnişin insan gücü ve imkanları ciddi şekilde güçlenmiş olsa da bu, direnişin kararlarını etkilemedi. El-Ahbar gazetesinin yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Amerika ve İsrail'in, henüz savaşın içine tam anlamıyla dahil olmamış on binlerce direnişçiyi ve gelecekteki olası büyük mücadeleyi anlamadıklarını vurguluyor.
Lübnan’daki bölünmüşlüğün gerçekliğini anlamanın basit yollarından biri, doğrudan bir soruya verilen cevaptan geçer: Uluslararası direniş lideri Seyyid Hasan Nasrullah’ın şehit edilmesiyle kim sevindi, kim öfkelendi?
Takiye yapmaya gerek yok; bu, Lübnanlılar arasında tartışmalı konularda konuşurken sıkça başvurulan bir yöntem. Ve tabii ki sıradan insanların kalplerinde her zaman var olan insani yönü bir kenara bırakalım. Şimdi işlerin seyrini etkileyenlere ve referans noktalarının performansını yönlendiren akla bakalım.
Direnişin tüm düşmanları, Lübnan’da ve bölgede, İsrail'in elinden bir yenilgi alırsa hiç de üzülmeyeceklerdir. Zaten bu insanlar daha önce farklı yöntemlerle şanslarını denemişlerdi ama istediklerine ulaşamadılar.
Şimdi hepsi bir arada, bu savaşın İsrail'in ölüm makinesi ve Amerika'nın liderliğindeki bir düşman koalisyonu tarafından yürütüldüğü bir noktadayız (Bu çıkarları kesişen bir küme değil, sıkı bir ittifaktır). Bu koalisyonun hedefi sadece direnişi silahsızlandırmak değil, mümkünse direnişin ruhunu da yok etmektir.
Savaş bu kadar açık bir şekilde ortadayken, artık Amerika Birleşik Devletleri'nden düşman olarak söz etmekten başka bir yol kalmamıştır.
Biz düşman Amerika derken, bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyoruz. Zira artık Amerika’yı Lübnan’ın dostu olarak görmek gibi bir yanılgıya kapılmayacağız.
Kim bu durumu kabul edip Amerika ile iş birliği yapmak isterse, bu kendi inancı ve tercihidir. Fakat bu kişi, Amerika’nın Lübnan’da süregiden savaşın tam ortağında olduğu hakikatini de gizleyemez.
Gazze’de, Filistinlilerin yaşamlarını yok eden soykırım gibi bir yandan tamamen imha operasyonlarına destek verirken, diğer yandan Lübnan’da siyasi, askeri ve güvenlik alanındaki doğrudan rolüyle kan dökülmesine neden olan Amerika’nın sorumluluğunu inkâr etmek mümkün değil.
Eğer biri, Amerika’nın bu savaştaki rolünden bahsetmeyi ABD'nin çıkarlarına dönük bir provokasyon olarak yorumlamak istiyorsa (Marsel Ganem’in yaptığı gibi), bu onların tercihi. İstediklerini söyleyebilirler.
Ancak önce Amerikan Büyükelçiliği’nin Beyrut’taki tüm departmanları ve ekiplerinin rolünü sorgulamalılar. Ayrıca, Lübnan'daki her kurum, özellikle de askeri ve güvenlik kurumları üzerinde Amerika’nın müdahalelerini bizzat bildiklerini göz ardı etmemeliler.
Aynı şekilde, ABD'nin Lübnan'daki eylemlerini kolaylaştıran, bunlara örtü sağlayan ya da gizleyen herkes, zamanla bu suça ortak olur. Buradaki mesele, yalnızca bir görüş belirtmekten ibaret değil.
Bahsettiğimiz şey, devam eden bir savaş, akan kan ve yüzleri açıkça görülen katiller. Biz, Lübnan ve Filistin'e karşı yürütülen Amerikan-İsrail saldırısına karşı direnişimizden kaynaklanan bedeli ödemeye hazırken, bu insanların da kendi eylemlerinin sorumluluğunu almaları gerekiyor.
Herkes açık ve net konuşmaya meyilli olduğuna göre, hepimiz çekinmeden, dolambaçlı yollara başvurmadan ne düşündüğümüzü söylemeliyiz. Zira bu savaş devam ediyor ve zorlu geçecek.
Ayrıca, hepimiz bazı gençlerin yanlış bir değerlendirme anında düşüncesizce eylemlerde bulunmaya ne kadar hevesli olduklarını biliyoruz. Bu insanlar gizlendiklerini sanabilirler ama onları yönlendirenler, yüzlerinin, isimlerinin ve kullandıkları araçların her zaman açıkta olduğunu biliyorlar.
Düşman, istihbarat açısından büyük başarılar elde ettiyse, bunu hâlâ süren lojistik ve teknik destek sayesinde yaptı. Bu destek, Batı istihbarat teşkilatları ve Lübnan'daki bazı Arap istihbarat teşkilatları tarafından sağlanmaya devam ediyor.
Bu yardım, bugün hâlâ mevcut ve kentler, köyler bombalanırken bile durmadı. Lübnan’da aceleyle casusluk görevleri için gönderilen onlarca ajan var; bunlar savaş esnasında "göz" olmak üzere yerleştirildiler.
Dünyadaki pek çok ordu, özellikle güçlü nüfuz alanlarına sahip oldukları ülkelerde, bu tür istihbarat ekiplerini kullanır. Bu gibi durumlarda o ülkenin havaalanları, limanları ve sınır kapıları kullanılabilir hale gelir.
Hele ki Amerika’nın Beyrut’taki büyükelçiliği gibi bir büyükelçilik söz konusu olduğunda, istediklerini Lübnan'a getirip çıkarma konusunda hiç zorlanmadıkları aşikâr.
Hatta çoğu zaman izin istemeye veya önceden haber vermeye bile ihtiyaç duymuyorlar. Kıbrıs'taki üslerle kurulan hava hattı gece gündüz açık ve şimdiye kadar bu uçuşlar ya da deniz yoluyla yapılan seyahatler için bir izin alındığını ya da bilgi verildiğini görmedik.
Küresel direniş liderini hedef alan suikast, süregiden savaşın seyrinde dönüm noktası oldu. Ona "en yüce ve en kıymetli şehit" olarak atıfta bulunulması, sadece şahsi olarak onun insanları derinden etkileyen konumundan kaynaklanmıyor.
Bu sıfat, her insanın eti, kanı, aklı ve kalbi olan biri olarak ona duyduğu sevgiden daha fazlasını ifade ediyor. Onu bu kadar önemli kılan, tüm dünya despotlarının, başta ABD olmak üzere, onu hedef almak için planlar yapmış olmasıdır.
Sahadaki tüm belirtiler ve eldeki somut veriler, Amerika'nın, İsrail’in bir uzantısı olarak tarihteki en büyük suikastlardan birini gerçekleştirmedeki rolüne dair kuşkuları teyit ediyor.
Bu suikast, sıradan bir genel sekreteri katletme girişimi değildi; bildiğimiz gibi, diğer partilerdeki meslektaşlarına benzemiyordu. Onun farkı, sadece liderlik kabiliyetlerinde değil, rolünün Hizbullah’ın ötesine geçmesinde yatıyordu.
O, Direniş Ekseni'nin gerçek ve fiili lideriydi ve bu eksenin karar masasında en başta oturuyordu. İran, Humeyni’den bu yana hiçbir liderle, şehit liderle olduğu kadar yakın bir karar ortaklığı kurmamıştı.
Bu, İran’da idare koltuğuna geçen herkesin bildiği bir hakikatti. Irak, Suriye, Yemen, Filistin ve Lübnan’daki karar merciileri de onu bu şekilde tanıyordu.
Direniş Ekseni'nin güçleri ve halkı için o, en önemli ağırlık merkeziydi. Bu da onu pek çok güç açısından sürekli bir suikast hedefi haline getirmişti. İşte bu sebeple Amerika, İsrail ile ortaklık yaparak suikastı planlama, hazırlama ve gerçekleştirme sürecinde kilit bir rol oynadı.
Güvenliği için alınan tedbirler, uzun bir süre suikastı engelledi ama düşmanlar böylesine büyük bir hamleden çekiniyordu. Fakat bugün küresel bir delilik döneminden geçiyoruz; Amerikan ve İsrail karar merkezlerinde fanatikler ve gözü kara insanlar oturuyor.
Bu insanlar, siyasi suikastı, savaş doktrinlerinin merkezinde görüyorlar. İşte bu durum, Washington ve Tel Aviv'i büyük bir istihbarat çabası harcayarak düşmanı ona ulaştırmaya itti. Düşmanlar, suikastı büyük bir savaşın ortasında gerçekleştirmeyi seçtiler, böylece muhtemel bir misillemeye karşı kendilerine manevra alanı bırakmış oldular.
Buna rağmen, düşman liderleri –hem siyasi hem de güvenlik kademeleri– şehit liderin kanının intikamının, devam eden savaşın seyrine bağlı olacağını biliyorlar.
Fakat intikamın özel bir boyutu daha var ki, dünya bunu ancak özel örgütler, bu suçu tertip eden, gerçekleştiren ya da buna katılan herkesi –ister bir devlet, ordu, güç ya da şahıs olsun– doğrudan hedef aldığında fark edecek.
Büyük şehidin mirasıyla henüz tanışmamış olanlar, uzun zamandır alışık olmadıkları yeni yüzleriyle tanışma fırsatı bulacaklar. Çünkü bu intikam, sadece tek bir örgüte has bir görev değil; pek çoklarının hiç hesaba katmadığı başka güçlere de düşen bir görev olacak.
Dünyadaki düşmanlarımızın temel sorunu, direnişin fıtratını anlamadan olayları yanlış bir şekilde değerlendirmeleridir. Zorba rejimler, katletmenin caydırıcı bir yöntem olduğuna inanıyorlar.
Oysa İsrail'e karşı 75 yıldır süren direnişin derslerinden hiçbir şey öğrenmemişler. Hatta bu savaşta bile, bu savaşa dahil olmanın ne anlama geldiğini kavrayamıyorlar.
Olayları, "gerçekçilik", "akılcılık" ve "doğrudan hesaplamalar" gibi modası geçmiş ifadelerle tanımlayan çevrelerin tahminlerine göre değerlendiriyorlar.
Batı –sadece İsrail değil– direnişin direnme gücünün, kaybedebileceği şeylerle sınırlı olduğunu düşünüyor. Yıkım felsefesine dayanarak, direnenlerin her şeylerini kaybedecekleri hissine kapılmasını sağlamaya çalışıyorlar.
Düşman Amerika (ve yanında İsrail) varsayıyor ki, Lübnan'daki herkes kaybedecek bir şeyi varsa savaşmayacak. Bu yüzden şu anda propaganda kampanyalarında, savaşın sonuçlarını abartarak büyütmeye odaklanıyorlar.
Bunu basit güç gösterisi için değil, insanları direniş seçimi yüzünden çok şey kaybedecekleri hissine kapılmaya zorlamak için yapıyorlar. Ancak her seferinde olduğu gibi, yine farkına varacaklar ki, insanlar kaybedecek çok şeye sahipler ama yine de söylemle değil, hakikaten, en değerli varlıklarını feda etmeye hazırlar.
Biliyorlar ki, Lübnan’da son yirmi yılda, direnişin maddi gerçekliği –yani gücü, çevresi ve toplumu– çok yüksek seviyelere ulaştı. Direnişin, insan gücü, imkanları, enerjisi ve yaşam araçları açısından elinde çok şey var.
Fakat bu, ne Gazze'deki direnişe ateş desteği sağlama kararını, ne de Lübnan'a yönelik geniş çaplı saldırıya karşı koyma kararını etkiledi. Direniş, büyük bedeller ödediği bir savaşı tereddüt etmeden ve korkusuzca yürütüyor.
Sınırdaki günlük çatışmalarda onlarca şehit veriyor, halkından yüzlercesi evlerinde veya göç ettikleri yerlerde hayatını kaybediyor. Buna rağmen, düşman ders almamakta ısrarcı.
Düşman Amerika ve İsrail, meselenin özünü kavrayamıyor. Peki, yalnızca birkaç bin direnişçinin bugün bu savaşı yönettiği ve on binlercesinin henüz çatışmalara dahil olmadığı hakikatiyle nasıl başa çıkacaklar? Bu insanların karar verildiği an yerine getirecekleri çok sayıda görevleri var.
Bizim bu savaşın anlamını derinlemesine kavrayışımız, direnişin ve meydan okumanın maliyetini hesaplamayı kolaylaştırıyor. Bu hesaplama, direniş ile teslimiyet arasında bir seçim yapmak için değil, bu savaşın çok fazla fedakârlık gerektirdiğini öğrenmek için yapılıyor. Aynı zamanda, bu fedakarlıkların yanında, çokça akıl ve cesaret gerektiğini de biliyoruz.
Çeviri: YDH