Hizbullah'a doğrultulan Suudi bıçakları

17 Ekim 2024

"Bir zamanlar istihbarat operasyonlarında ölüme hazır savaşçılar ve katiller yetiştiren Suudiler, şimdi sosyal medya kullanıcıları ve medya mensuplarından oluşan bir orduya dönüşmüş durumda."

YDH - Suudiler, medya yoluyla Filistin direnişini Lübnan'daki İslami direnişten ayırmaya çalıştılar; ama bu çabalar başarısız oldu. El-Ahbar yazarı Musa es-Sada, Hizbullah’ın ve Filistin direnişinin ortak kaderi üzerinden, Suudi Arabistan’ın bu denkleme hayali bir ağırlık katmaya çalıştığını ancak özünde direnişin yeni bir doğuş yaşadığını vurguluyor.

Arapların güzel bir sözü vardır: "Deve yere düştüğünde, bıçaklar çoğalır." Yani deve yere serildiğinde, kanına girip kesmek kolaylaşır ve her köşeden hainler etrafını sarar. Ama işin aslı şu ki, Hizbullah henüz düşmedi, darbe ne kadar şiddetli olsa da...

Suudi hainler ve onlarla iş birliği yapan Arap istilacıları bunu kabullenemiyorlar. Bu yüzden, bıçaklarını keyifle ve coşkuyla havada sallamaya başladılar. Üstelik ellerindeki bıçaklar da pek keskin değil. Suudi Arabistan, hain prensler döneminde, bölgedeki nüfuzunun en zayıf olduğu dönemini yaşıyor.

1950’lerden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgedeki rolünü ve ardı ardına gelen petrol rafinerisi patlamalarının Araplar ve Müslümanlar üzerindeki yıkıcı etkisini bilenler, bugün Suudi Arabistan’ın hem nicelik hem de nitelik olarak nasıl zayıfladığını rahatlıkla görebilirler.

Bir zamanlar Suudi Arabistan, uluslararası ilişkilerde mali güç ve dini ideoloji gibi bir dizi araçla bölgesel bir aktördü. Fakat bugün, bu tarihsel alet çantasını kullanmakta çekindiği gibi, bu alanda ciddi bir gerileme yaşıyor.

Doğru, Suudiler küreselleşmeyi, tüketimi ve eğlenceyi yeni bir tür "yumuşak güç" olarak kullanmak için gayretle çalışıyorlar. Bu da özellikle Arap dünyasındaki zengin ve tüketim bağımlısı kesimlere hitap ediyor; yani en zayıf ve kırılgan kitleye. Ama bu yolla tarihte bir aktör olmayı hedefleseler de esasında bu kesim onları tarihten dışarı itiyor.

Zira bu insanlar, Ebu Ubeyde’nin deyimiyle, tarihte "edilgen" bir rolü oynuyorlar, hiçbir zaman "etken" olamıyorlar.

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse: Riyad’daki bir hapishanede, 2000'lerin başından beri el-Kaide bağlantılı bir mahkûm var, yirmi yılı aşkın bir süredir hapiste. Bu süre zarfında, mahkûmlar değişip duruyor.

Bu adam, koğuş arkadaşına sinirli ve alaycı bir şekilde şöyle diyor: "Bizim nesil hapishaneye 'bomba yüklü araç' ile girerdi, ama şimdi etrafımız sadece sosyal medya kullanıcılarıyla dolu." İşte bu, Suudi Arabistan’ın tarihsel rolündeki köklü değişimi eksiksiz bir şekilde özetliyor.

Bir zamanlar istihbarat operasyonlarında ölüme hazır savaşçılar ve katiller yetiştiren Suudiler, şimdi sosyal medya kullanıcıları ve medya mensuplarından oluşan bir orduya dönüşmüş durumda.

Suudiler bu durumu çok iyi biliyorlar ve zayıflıklarını derinden hissediyorlar. Küreselleşme ve tüketim kültürünü bir tür "yumuşak güç" olarak benimsemeye çalıştılar. Fakat Arapların dediği gibi, “Hacca gittiler ama insanlar dönüyordu.”

Yani, neoliberal sarhoşlukla çıktıkları bu yolculuk, "tufan" öncesi başarılı olamamışken, şimdi sonrasında başarılı olmasını beklemek hayalcilik. İşte bu zayıflık hissiyatı, Suudilerin eylemlerini, tepkilerini ve medya söylemlerini şekillendiren temel unsur.

Üstelik, ne zaman Arap dünyasında erkeklerin cesaret, savaş ve silahlarla verdiği amansız mücadelelerin yaşandığını ve Suudilerin ise dans, ziyafetler ve eğlence dünyasında kaybolduklarını fark etseler, eski alet çantalarını tekrar açıyorlar.

O kutudan, Vahhabi ideolojisinin zirveye çıktığı dönemden bir şeyler ödünç almaya çalışıyorlar. Sanki bir zamanlar yıkıcı ve ölümcül bir aktör olduklarını hatırlatmak ister gibi.

Buradaki mesele, yalnızca bir karşıtlık yaratma çabası değil, objektif bir analiz yapma isteğiyle ifade edilmeli. Suudiler bugün uluslararası ilişkilerde tuhaf bir rol oynuyorlar. Ne bir "sert güç" unsurları var, ne de medya makinaları "yumuşak güç" olacak kadar güçlü.

Özellikle komşuları Katar gibi bu işin en sinsi ve profesyonel aktörüyle kıyaslandığında, durum daha da bariz hale geliyor. Belki de ilk kez, zorbalık, çocukça davranışlar ve tahrik, bölgesel bir rol oynamanın ve uluslararası ilişkilerde yer edinmenin aracı haline geldi.

Suudiler bu yolla hem kendilerine bir ağırlık, bir pay çıkarmaya çalışıyorlar, hem de eksiklik duygularını örtbas etmeye çalışıyorlar. Bunun yanında, Amerikalılara ve İsraillilere “Bizim hâlâ bir rolümüz ve değerimiz var,” mesajı vermek istiyorlar.

Nasıl ki Şabak (İsrail İç İstihbarat Teşkilatı) ve Mossad’a kaynak sağlayan tek ülke biz değiliz, biz de Hizbullah’a ve direniş çevresine karşı bir tür "algı savaşı" yürütmeyi başardık, diyerek kendilerini avutuyorlar. Ancak bu, sadece gülünç bir şovdan ibaret.

Suudiler ve onların izinden giden iş birlikçiler, havada bıçak sallayarak tarihe geçmeye çalışıyorlar ama deve yere serilmedi ve serilmeyecek de.

Suudilerin kendilerini tarihin bir parçası olarak göstermeye çalışmaları, sadece İslami direnişin ve Hizbullah’ın karşısında olduklarını düşünmeleriyle anlam kazanıyor.

Hizbullah’ı yenmeye çalıştıklarını sanıyorlar. Ama işin aslı şu ki, Suudilere ve onların finanse ettiği Lübnanlı medya kanallarına tepki vermek, onlara gereğinden fazla değer atfetmektir.

Onları tarihe sokmayın. Direnişi destekleyenlerin Suudilerin eylemlerine öfkelenmesi ya da rahatsız olması, Suudilerin, savaşın bir parçası olduklarını hissetmelerine yol açar.

Üstelik bunu sadece ekranların arkasından, evlerinde oturdukları yerden yapıyorlar. Elbette bu, Suudi ve Körfez medyasının direnişe karşı yürüttüğü saldırgan kampanyaya karşı koymamamız gerektiği anlamına gelmiyor.

Fakat bunu yaparken pasif bir şekilde değil, aktif bir oyuncu olarak yapmalıyız. Biz tarihin kendisiyiz ve onu yazanlarız. Suudi prensler ve onların sosyal medya kullanıcıları değil.

Suudilerin aptallığının bir diğer boyutu, sahiden Hizbullah’ın düştüğünü zannetmeleri ve hemen bıçaklarına sarılmalarıdır.

Bu, aslında onların, toprakla derin bağlara sahip olan toplumsal hareketlerin tarihini bilmemelerinden kaynaklanıyor. Zira bu İslami varlık, istilacılara karşı mücadele eden bir direnişten doğdu.

Oysa Suudiler, tarihsel olarak İngilizlerin ve Amerikalıların etkisi altında şekillenen, güven arayışında olan ve Siyonist koloniyle ittifak kuran bir yapıdan geldiler. İşte tam da bu noktada, onların Dahiye’ye duyduğu öfkenin kaynağı yatıyor.

Asıl fark, herhangi bir yüzeysel karşılaştırmadan ziyade, Hizbullah’ın Siyonist sömürgeciliğin doğrudan etkisi altında olmayan kurtuluşçu bir siyasi yapı olmasıdır. Bu yüzden Hizbullah, işgal şartı olmaksızın diğer Arap toplumlarına bulaşabilecek devrimci bir örnek teşkil ediyor.

Bu doğrudan tehdit, Arap rejimlerinin Lübnan’daki direnişle kurduğu ilişkiyi, Filistin direnişiyle olan ilişkilerinden farklı kılıyor. Filistin davasının tarihsel ve manevi yüküyle gelen bu farkı, bugün Arap ve Körfez medyasında Lübnan ve Filistin cepheleri arasındaki örtülü haber farkında doğrudan görebiliyoruz.

Arap medyasının, özellikle Suudi yanlısı medya ve sosyal medya hesaplarının, Filistin direnişini İslami direnişten ayırmaya çalıştığı bu girişim, özünde her iki cephenin ortak kaderi nedeniyle başarısız olmaya mahkûm.

Bu başarısızlık, Birleşik Arap Emirlikleri’nin direnişe karşı verdiği mücadeleye benzer şekilde, Suudilerin Filistin direnişiyle çarpışıp onun meşruiyeti karşısında ne yapacaklarını bilememesinden kaynaklanıyor.

Hizbullah ile Filistin arasındaki bu güçlü bağ ve doğrudan düşmanla yaşanan çatışma, Aksa Tufanı adı verilen büyük bir tarihi destanla birleşerek, deveyi düştü sanma yanılsamasına geri dönmemizi sağlıyor.

Aslında şu an tanık olduğumuz şey –ki Suudiler bunu fark edemeyecek kadar basiretsizdir– bir yaranın iyileşmesi değil, direnişin yeniden doğuşudur. Üstelik bu, tarihteki en anlamlı zamanlardan birinde gerçekleşiyor.

Tıpkı İran İslam Devrimi’nin ardından gelen bölgesel sarsıntı, Siyonist işgalle doğrudan çarpışma ve büyük tarihî lider İmam Humeyni’nin şahsında doğan ilk direniş hareketi gibi, şimdi de aynı kimya, yeni bir direniş doğuşunu müjdeliyor.

Direnişin bu nesil değişimi, aynı 40 yıl önce olduğu gibi bir bölgesel sarsıntı, Siyonizm'le doğrudan savaşma ve şehit liderimiz Seyyid Hasan Nasrullah’ın şahsında gerçekleşiyor. Bu kimya, direnişin yeni doğuşu için gereken tüm nesnel koşulların tamamlandığını gösteriyor ve bu güven verici bir işaret.

Esas korku, Amerikan projelerinin ve Suudi parasıyla beslenen katil ordularının geçmiş on yıllarda herhangi bir planında başarılı olmasıydı. Ancak bugün biz, Arap dünyasının doğusunu değiştirebilecek toplumsal bir güçle tarihi yazıyoruz.

Ve bu noktada, eğlence ve şatafat içinde yaşayan saray mensuplarının bizimle aynı seviyede görülmesi her zamankinden daha büyük bir utanç olur. Tarih bizi Suudilerle aynı cümlede anılacak kadar alçaltmamalıdır. Zira biz, düşmana haddini bildirip onu mağlup ederken, Suudilerin bu denkleme hayali bir ağırlık katmasına izin vermemeliyiz.

Çeviri: YDH