YDH - Direnişin varlığı, işgal sürdükçe yok olamayacak. El-Ahbar gazetesinin yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, bugünkü köşe yazısında, 'uluslararası toplumun' taleplerine boyun eğip, düşmana güvenlik sağlayacak ve halkı küresel şirketlerin hizmetkârı yapacak bir yönetim hayali kuranların, ülkeyi iç savaşa sürüklemekten başka bir amaca hizmet etmeyecekleri uyarısında bulunuyor. Ayrıca el-Emin, düşmanın ve destekçilerinin işledikleri suçlardan cezasız kalacağını düşünenlerin tarihin gerçeklerinden kopuk olduklarına işaret ediyor.
Lübnan’daki direnişin düşmanları arasında herkes aptal değil. Evet, çoğu sürekli bir gerilim içinde yaşıyor ve İsrail’in direnişi yok etmesi için gece gündüz dua ediyorlar. Ama aralarında, meselenin böyle basit bir şekilde sona ermeyeceğinin ayırdında olanlar da var.
Bu kişiler, şu an süren savaşın seyrine dair bir anlatı inşa etmeye çalışıyorlar ve kendi saflarındaki aptalların susmasını bekliyorlar. Zira Batı büyükelçiliklerinden sızdırılan “Hizbullah’ın sonunun geldiği, yok olmasının an meselesi olduğu” yönündeki dedikoduları tekrar etmenin hiçbir anlamı olmadığını çok iyi biliyorlar.
Ancak aptal olanlar, hayal güçlerine fazlaca kapılarak, ülkenin geleceğini kendi isteklerine göre şekillendireceklerini düşünüyorlar. Dahası, İsrail’in onların adına çalıştığına ve direnişi ile ona destek veren insanları ortadan kaldıracağına inanıyorlar.
Bu kadar safça bir düşünceye kapılmalarının temel sorunu ise Lübnan’ın siyasi, iktisadi, güvenlik ve toplumsal krizlerinin tek bir hamlede çözüleceğine inanmaları. Nihayetinde, her şeyin önündeki engel Hizbullah değil mi?
Akıllı düşmanlar ise daha temkinli düşünüyorlar. Direnişe olan düşmanlıkları daha köklü, direnişin fikrine, insanlarına ve üretim araçlarına dönük. Ama Lübnan’daki ve dünyadaki deneyimleri çok iyi biliyorlar.
Bu yüzden, farklı bir anlatı kurma peşindeler: Lübnan’ın direnişin maliyetini taşıyacak bir ülke olmadığını, İsrail’le karşı karşıya gelmenin sorumluluğunun Lübnan’a ait olmadığını ve ülke, İsrail’le iyi geçinirse daha az saldırıya uğrayacağını savunuyorlar. Bu nedenle halka şu önerileri getiriyorlar:
Birincisi: İsrail’in işlediği tüm suçlar için direnişi şimdiden sorumlu tutmak. İsrail’in gerçekleştirdiği her saldırı, her hava harekâtı ya da bombardımanın suçunu direnişe yıkmak.
Sınırlarda, içeride ya da mültecilere yapılan saldırılar olsun, fark etmez. Hatta bu grup, mülteciler arasında sakal bırakan gençler olduğu gerekçesiyle mültecilere karşı kışkırtma yapmaktan da çekinmiyor.
Düşünebiliyor musunuz, bu kesim Hizbullah’ın sadece silah bırakmasını değil, adamlarının sakallarını da kesmesini istiyor. Belki yakında kadınlardan başörtülerini çıkarmalarını bile talep edecekler.
'Eski güzel günler' diye adlandırdıkları dönemin insanları, bir süre önce, arşivlerden başörtüsü yerine tülbent takan güneyli kadınların fotoğraflarını çıkarmak için didinip duruyordu. Oysa aynı insanlar o dönemde tülbent takan kadınlara 'gerici' derlerdi. Şimdi ise tülbenti modaya uygun bir tarz olarak görüyorlar!
İkincisi: Bu grup, medyada yıkım ve katliam görüntülerini ön plana çıkarmaya ve altyapının yok olmasını düşmanın zaferinin kanıtı olarak göstermeye odaklanıyor.
Aralarında, geçmişte Lübnan’ın iç savaşlarında önemli roller oynamış ya da milis lideri olmuş isimler de var. Sadece binaları ve yolları değil, binlerce sivilin de ölümüne sebep oldular ve bu yaptıklarını 'yabancıya karşı direniş' olarak haklı çıkarmaya çalıştılar. Fakat tüm bu seçeneklerinin başarısız olduğu ortada.
Direnişin düşmanlarının medya platformlarındaki haber merkezlerinden gelen talimatlar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından finanse edilen ve yönetilen kanallarda, sadece 'düşmanın başarılarından' bahsedilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor.
Direnişin eylemlerine ise asla değinilmemesi isteniyor. Haber spikerleri ve program sunucuları, direnişin düşmana acı veren operasyonlarını, fırlattığı füzelerin geniş alanlara ulaşmasını ve işgal güçleri arasında her gün onlarca yaralanmaya sebep olmasını anlattıklarında muhabirlerini sık sık rahatsız edici bir şekilde bölüyorlar.
Muhabirler, işgalcilerin kara harekâtı sırasında karşılaştıkları direnişe değinmeye çalıştığında ise sunucular derhal yayını kesip tekrar 'işgal ordusunun başarılarını' göstermeye dönüyorlar. Yayınlarda, katliam ve yıkım sahnelerinden başka bir şey yok.
Üçüncüsü: Bu grup, tartışmayı tamamen 'ertesi gün' senaryosuna odaklamaya çalışıyor. Sanki savaş bitmiş, direniş çağı sonsuza dek kapanmış gibi bir hava yaratıyorlar. Direnişin, liderlerinin, halkının ve destekçilerinin artık büyük bir hayal kırıklığı içinde olduğunu varsayıyorlar.
Bu, bilhassa bazı Lübnanlıların, Şiilerin sürekli bir felaket yaşaması gerektiğine inanan garip eğilimlerinden kaynaklanıyor olabilir. Belki de bunu, halkın farklı kesimleri arasında adaletin sağlanması olarak görüyorlar.
Ardından, bu grubun içinden, kendilerini uzman olarak sunan ve hayal kırıklığıyla başa çıkma konusunda tavsiyeler veren isimler çıkıyor. Kendilerini, bir pozisyondan diğerine geçme konusunda deneyimli olarak gösteriyorlar. Ayrıca, direnişten kopmak isteyenlere yardım etmeye hazır olduklarını belirtmeyi de ihmal etmiyorlar.
Dördüncüsü: Bu grup, savaşın uluslararası lider ve şehit Seyyid Hasan Nasrullah’ın suikasta uğramasıyla sona ereceğini varsayıyor. Onun adını bile anarken utangaç ve korkak bir tavır sergiliyorlar.
Düşünebiliyor musunuz, bu insanlardan bazıları, Nasrullah’ın konuşmalarının dünya çapındaki sosyal medya platformlarında paylaşılmasını engellemek için bu platformlarla iletişime geçmeyi bile düşündü; zira bu konuşmaların 'nefret söylemi ve antisemitizm içerdiğini' iddia ediyorlar.
Ancak asıl trajedi, bu 'akıllı' düşmanların zaman zaman ani bir saflık nöbetine kapılıp asıl niyetlerini açığa vurduklarında başlıyor. Direnişin kaderini yalnızca Nasrullah’a bağladıklarını açıkça söylüyorlar.
Onların çözümü ise, yeni liderliğin önemini küçümsemek ama bunu yaparken bu liderliğin görevini yerine getiremeyeceğini iddia etmek değil. Aksine, bu örgütün artık liderliğinin ortadan kalktığını ve bu yüzden direnişin yönetimini ABD'nin seçeceği 'aklı başında' bir kişiye teslim etmemiz gerektiğini öne sürüyorlar.
Hatta işi, bu konuyu 14 Mart Koalisyonu’nun eski genel sekreterliğine bağlı bir büroya havale etmeye kadar götürüyorlar!
Lübnan şu sıralar olağanüstü bir saçmalığın içinden geçiyor. Siyasi açıdan faydalı bir söylem neredeyse yok denecek kadar az. Ortalık, yapay zekâ programlarının yönetiminden yemek ve moda sanatlarına kadar her şeyi bildiğini iddia eden 'uzmanlarla' dolu. Hava durumunu tartışmaktan bile çekinmiyorlar.
Aklında biraz olsun sağduyu kalmış olanlara bir tavsiye: Bir anlığına düşünün; direnişin varlığı yok olmaya dirençli bir olgudur. Bu yalnızca ahlaki ve insani bir meşruiyete sahip olduğu için değil, aynı zamanda varlık sebebi, yani işgal hâlâ sürdüğü için böyledir.
Eğer birileri, uluslararası toplumun isteklerine boyun eğerek düşmana güvenlik sağlamak ve halkı küresel şirketlerin kölesi yapmak isteyen bir yönetim kurabileceğini düşünüyorsa, bu kişi basit anlamda bir iç savaş kışkırtıcısıdır.
Düşmanın ve onun destekçilerinin işledikleri suçlardan cezasız kurtulacağını düşünenler, tarihin gerçeklerinden bihaberdir. ABD büyükelçisinin sözlerine kulak verenler ise yalnızca maceracıdır; zira büyükelçinin asıl görevi, Lübnan’ı dipsiz bir uçuruma sürüklemekten başka bir şey değildir!
Çeviri: YDH