YDH - Suudi Arabistan, İsrail ile normalleşme sürecini yeniden değerlendirmek zorunda kaldı. 7 Ekim saldırılarının ardından, Riyad yönetimi Filistin devleti kurulmasını normalleşmenin bir şartı olarak tekrar gündeme getirdi. Veliaht Prens’e yakın isimler, ABD’nin İsrail üzerinde etkisiz kaldığını ve İsraillilerin Filistin devleti konusunda isteksiz olduğunu belirtiyor. El-Ahbar yazarı Hüseyin İbrahim'e göre Suudi Arabistan, İsrail’in talep ettiği bedava bir normalleşmenin hem iç hem de bölgesel riskler taşıdığı kanaatine vardı. Ancak bu, normalleşmeden tamamen vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Suudi rejimi, uygun koşullar oluştuğunda bu sürece geri dönmeyi planlıyor. Medya politikası ise İsrail’in direnişe karşı yürüttüğü savaştan Riyad’ın çıkar sağladığını düşünüyor ve genel hatlarıyla aynı çizgide devam ediyor.
Suudi Arabistan’ın, Filistin, Lübnan ve İran’daki direniş sembollerine hakaret eden MBC kanalındaki haberi geri çekmesi ve konu hakkında bir soruşturma başlatması, ardından da bazı rejim destekçilerinin benzer yöndeki paylaşımlarını silmesi, Suudi liderliğinin İsrail ile ilişkileri normalleştirmenin kendileri için henüz faydalı olmadığını düşündüğüne dair bir başka işaret oldu.
İsrail’in, direnişi zayıflatma yönündeki bazı "başarıları" doğrultusunda düşündüğü gibi, bu süreçten kazançlı çıkılacağına dair bir beklenti varken, Suudi Arabistan’ın medya organlarının ve dijital ordusunun aceleci adımları ters tepti.
Asıl amaçları efendilerini memnun etmek olan ve direnişe karşı daha fazla düşmanlık gösterip liderlerinin şehit olmasını küçümseyerek öne çıkmak isteyen bu aceleciler, Suudi hükümetinin bu çapta bir politika değişikliğine gitmenin karmaşıklıklarını ve bunun geri tepebileceğini anlayamadı.
Burada kesin olan bir şey varsa, Suudi Arabistan'ın meseleyi ilkesel değil, tamamen rejim çıkarları açısından ele aldığıdır.
Aksi takdirde Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Amerikan medyasına sızan haberlere göre, Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile yaptığı bir toplantıda Filistin davasıyla ilgilenmediğini söylemezdi.
Ayrıca, bin Selman’ın tabanını oluşturan ve çoğu 2000’li yıllarda doğan gençlerin büyük bir kısmının bu meseleden haberdar olmadığını da vurgulaması, bu yaklaşımın göstergesidir.
Suudi Arabistan’ın sergilediği bu yeni tutum, 7 Ekim operasyonunun, şu anki güç dengelerinden bağımsız olarak –ister Gazze’de ister Lübnan’da olsun– Suudilerin İsrail ile normalleşme sürecini tamamlama girişimlerinin altını oymayı başardığını gösteriyor.
Şu anda, bu normalleşme her zamankinden daha uzak görünüyor. Suudi liderliği, İsrail ile ilişkileri normalleştirme konusunda üç ana unsuru dikkate alıyor: Birincisi, bu sürecin rejimin güvenliğine sağlayacağı katkı. Bu, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer bazı Arap ülkeleriyle birlikte, İsrail ve ABD’nin de dahil olduğu bir ittifakla gerçekleşmesi umuluyordu.
İkincisi, halkın bu normalleşmeye olan tepkisi. Bu destek şu an en dip noktada. Üçüncüsü ise, bu adımın İran’a karşı Suudi Arabistan’ı nasıl bir cepheye sokacağı.
İran ve müttefikleri, Körfez’in kendilerine yönelik bir saldırı için bir üs ya da geçit olmasını kabul etmeyeceklerdir.
Bu yüzden Suudi Arabistan, resmi olarak tam tersi bir yöne ilerledi. Nitekim, Körfez İş birliği Konseyi dışişleri bakanlarının ay başında İranlı mevkidaşları Abbas Arakçi ile yaptıkları toplu görüşme, İran’ın endişelerini dinleme yönünde bir adımdı.
Bu görüşme, İran’ın İsrail’e yönelik füze saldırısının hemen ardından gerçekleşti ve Körfez ülkelerinin, İsrail’in İran’a olası bir saldırısına geçit vermeyeceğine dair Tahran’ı rahatlatmayı amaçlıyordu.
Bu, Arakçi’nin bölgedeki geniş çaplı turunun –Mısır, Ürdün ve Türkiye’yi de kapsayan– asıl anlamıydı.
Bu karmaşıklıklar sonucunda Riyad, 7 Ekim öncesinde Washington ile yapılan tüm müzakereleri, belki de İsrail ile olanları yeniden değerlendirmek zorunda kaldı.
Bu süreç, Suudi Arabistan'ın Filistin devleti kurulmasını normalleşmenin bir şartı olarak tekrar gündeme getirmesiyle sonuçlandı. Oysa Suudi Arabistan, Aksa Tufanı öncesinde bu şart üzerinde ısrarcı değildi.
Veliaht Prens’in çevresine yakın bazı isimler de bu düşünceyi saklamıyorlar. Örneğin, Ali Şihabi, "Suudi Arabistan’ın gördüğü şey, ABD’nin İsrail üzerinde artık yetkisinin ya da etkisinin olmadığını, üstelik aşağılayıcı bir seviyede olduğunu" söylüyor.
Şihabi, New York Times gazetesine yaptığı açıklamada, İsraillilerin Filistin devleti kurulmasına izin verme niyetinde olmadığını belirtiyor ve "İbrahim Anlaşmaları yalnızca şekli bir nitelik taşıyor; gerçek ve kalıcı bir barış söz konusu olduğunda, bu anlaşmalarda hiçbir esaslı şey yok. Bu anlaşmaları imzalayan ülkelerin birçoğu, İsrail’i Washington üzerinde nüfuz kazanmanın bir yolu olarak gördükleri için bu adımı attılar," diyor.
Suudi rejiminin vardığı sonuç ise şu: İsrail'in istediği, neredeyse bedava bir normalleşme, ülke için hem içerden hem de çevreden büyük riskler barındırıyor.
Fakat bu, Suudi Arabistan’ın normalleşme seçeneğini tamamen terk ettiği anlamına gelmiyor. Zira bu adım olmadan ABD'nin rejimin güvenliğini garanti altına alması mümkün olmayabilir.
Mesele sadece, Suudi Arabistan’ın geri dönmek için uygun şartların oluşmasını beklediği bu yolun hala müzakereye açık olması.
MBC haberinin zirve noktasını oluşturduğu gayri resmi medya politikası da aynı şekilde devam ediyor; haber yalnızca yol açtığı geniş çaplı tepkiler nedeniyle geri çekildi.
Bir şekilde, Riyad normalleşmeden bağımsız olarak, İsrail’in direnişe –her ne kimlikte olursa olsun– karşı yürüttüğü savaştan fayda sağladığını düşünüyor. Zira Suudi yöneticileri, bu direnişe hiçbir zaman sempati beslememişti.
Çeviri: YDH