YDH- Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'in siyaset ve basın danışmanı Buseyna Şaban, el-Meyadin için kaleme aldığı “Her insan bir kâinattır” başlıklı makalesinde, küresel toplumun, ezilen halkların karşı karşıya kaldığı zulümlerle yüzleşme konusundaki ahlaki sorumluluğunu vurgularken, Batılı güçlerin bu adaletsizliklerin sürdürülmesindeki suç ortaklığını da eleştiriyor. Şaban, direniş ve terörizm arasındaki İsrail gibi soykırımcı çete rejimlerinin eliyle karmaşıklaştıran etkileşimin altını çizerek, bu kavramların kasıtlı olarak birbirine karıştırılmasının, özellikle Filistinlilerin işgale karşı mücadelesi bağlamında, gerçek direniş hareketlerini gayrimeşrulaştırmaya nasıl hizmet ettiğini açıklayarak Batılı entelektüellerin felsefi öğretileri ile genellikle Siyonist yanlısı söylemlerle uyumlu olan siyasi duruşları arasındaki uyumsuzluğu açığa çıkarıyor.
Ahbabım dedi ki:
“Onca çalışmadan, dereceden, araştırmadan ve üniversite koridorlarında okuyarak, öğreterek, kavramları ve fikirleri inceleyerek ve farklı anlatıları değerlendirerek geçirdiğim onca yıldan sonra okumaktan yazmaktan elimi eteğimi çektim. Öğrencilerin zihinlerini şekillendirmede kritik başarılar elde ettiğimi düşünür, zamanla mesajı taşıyacaklarına ve yaşadığımız dünyada önemli bir fark yaratacaklarına inanırdım. Bir yıldan fazla bir süredir acımasız, çok yönlü, ırkçı bir imha savaşının farklı perspektiflerden gerçekliğine tanık olduktan sonra, çocuk ve kadın haklarını savunan entelektüel anlatıların bir hayal kırıklığına dönüştüğüne şahit olduktan sonra tüm bunların kargaşasından sıyrılıp gerçekten neler olup bittiğinin özünü kavramak için kapsamlı karşılaştırmalar yaptıktan sonra anladım ki, bizim çeşitli dillerde elde etmeye çalıştığımız şeyler, hesapları ve kurguları uygarlık ve insanlık ilkeleriyle tamamen çelişen, öğrendiklerimiz ve öğrettiklerimizle temelden zıt bir kana susamışlığın, vahşi sömürge gerçekliğinin karşısında bir seraptır. Seraptan başka bir şey de değildir.”
Walzer'ın ahlak felsefesine hayranlık duyan bizler, onun İsrail'in eylemlerine bu felsefeyi uygulamayı uzun süre ve tekrar tekrar reddetmesi karşısında dehşete düşüyoruz.
Sözlerin, metinlerin, anlatıların, inançların ve eylemlerin önemini hatırlatarak, bugünün acımasız olaylarının karanlığını aşarak ve iyi niyetleri ve asil çabaları onurlandıran sonuçları arzulayarak muhatabımı kararından vazgeçirmeye çalıştım.
“Sonu Olmayan Mitolojiler: Amerika, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması, 1917-2020” kitabının yazarı Profesör Jeremy Slater'ın, National Interest'te 15 Ekim 2024 tarihinde yayımlanan ‘Filistin'de Adil ve Adil Olmayan Savaşlar’ başlıklı makalesini okuyana kadar da iyi iş çıkardığımı düşünüyordum. Bu ilgi çekici makaleyi okumayı bitirir bitirmez, muhatabımın söylediklerini hatırladım ve belki de haklı olduğunu, belki de söylediklerimi ve onu ikna ettiğim şeyleri yeniden gözden geçirmem gerektiğini düşündüm.
Profesör Slater makalesine “Michael Walzer'ın haklı savaş ahlakı felsefesi konusunda önde gelen otorite” olduğunu vurgulayarak başlıyor ve “bu konudaki her ciddi tartışmanın Walzer'ın 1977 tarihli önemli kitabı “Adil ve Adil Olmayan Savaşlar'ı” dikkate almadan geçemeyeceğini” belirtiyor.
Slater şöyle diyor:
“Gelgelelim, birçok ciddi filozofun da belirttiği gibi, Walzer ayrıca kendi analizini İsrail'in özellikle Filistinlilere yönelik eylemlerine, ne yazık ki, tam olarak uygulamak konusunda isteksiz.”
Dr. Slater, Walzer'ın New York Times gazetesindeki “İsrail'in çağrı cihazı bombalarının adil bir savaşta yeri yoktur” başlıklı köşe yazısını ele alıyor ve Walzer'ın İsrail'in Gazze'de Hamas'a karşı yürüttüğü savaş ve bu savaşta sivillerin yeri hakkındaki ifadelerini kategorize ederek Walzer'ın kilit ifadesi olan “iddia edilen savaş suçlarına” ulaşıyor. İsrail'in Gazze'de masum sivilleri öldürerek, yerlerinden ederek ve kasten aç bırakarak büyük bir soykırım gerçekleştirdiğine dair en ufak bir şüphe yoktur ve yine de Walzer İsrail'in tüm bu acımasız suçlarını ‘iddia edilen’ olarak nitelendirmektedir!
Detaylı, ciddi ve kapsamlı bir tartışmanın ardından Prof. Slater şu sonuca varıyor:
“Kısacası, Walzer'ın İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısına yönelik aşırı yumuşak eleştirisi, en azından İsrail'in işlediği büyük suçlar konusunda muğlaklık anlamına gelmektedir. Walzer'ın ahlak felsefesine hayranlık duyan bizler, onun İsrail'in eylemlerine bu felsefeyi uygulamayı uzun süre ve tekrar tekrar reddetmesi karşısında dehşete düşüyoruz.Seçkin bir grup Arap entelektüelin katıldığı 'Batılı Entelektüeller ve Gazze Olayları' başlıklı kolektif kitabın konusu da tam olarak buydu: Dar el-Kutup el-İlmiye tarafından 2024 yılında yayınlanan 'Batılı Entelektüeller ve Gazze Olayları: Batılı Entelektüellerin Filistin Davası Konusundaki Tutumlarına İlişkin Okumalar' başlıklı kolektif kitabın konusu da tam olarak buydu.”
İsrail'in Hamas ve Hizbullah'ı ortadan kaldırmaya yönelik propagandası ve 7 Ekim olaylarını tarihsel bağlamından koparmaya yönelik mevcut girişimi, sadece Filistin'e karşı değil, tüm Arap ulusuna, tarihine, medeniyetine ve geleceğine karşı yürütülen psikolojik, entelektüel ve kavramsal savaşın bir parçasıdır.
Çoğu Batı eğitimi almış ve Batılı filozof ve düşünürleri derinlemesine incelemiş olan bu yazarlar, profesörlerinin ve meslektaşlarının kitaplarında ve yayınlarında belirtilenler ile İsrail tarafından Filistin halkına karşı işlenen mutlak suçlar ve soykırım eylemlerine ilişkin tutumları arasındaki keskin tezattan duydukları hayal kırıklığını dile getirdiler. Batılı yazar, filozof ve düşünürlerin kendi hükümetlerinin Siyonist yanlısı tutumlarıyla uyumlu pozisyonları, onlarca yıldır Arap ve diğer akademisyenlerin zihinlerinde yaymak ve yerleştirmek için çalıştıkları teorik çerçeveleri ve anlatıları yansıtmakta tamamen başarısız oldu.
Medyanın, ideolojinin, anlatıların ve kavramların kamuoyunu şekillendirmede ve hatta ulusların ve Batılı kuruluşların bu savaşa yönelik tutumlarını etkilemede önemli bir rol oynadığı çok yönlü bir savaşta, Batılı entelektüellerin, düşünürlerin ve filozofların 21. yüzyılda tanık olunan en kötü soykırıma ilişkin ifade ettikleri görüşler üzerinde durmak istiyorum.
İsrail'in Hamas ve Hizbullah'ı ortadan kaldırmaya yönelik propagandası ve 7 Ekim olaylarını tarihsel bağlamından koparmaya yönelik mevcut girişimi, sadece Filistin'e karşı değil, tüm Arap ulusuna, tarihine, medeniyetine ve geleceğine karşı yürütülen psikolojik, entelektüel ve kavramsal savaşın bir parçasıdır.
Örneğin, Gazze ve Şeridi'nde İsrail-Amerikan yapımı bombalar ve uçaklar tarafından hedef alınanların, Siyonist terör çeteleri tarafından Akka, Hayfa, Yafa, Eriha ve diğer tüm Filistin şehir ve kasabalarından sürülen 1948 mültecileri olduğunu bir kez bile okumadım. Bu mülteciler, 75 yıldır karadan, denizden ve havadan kuşatma altında, aşağılayıcı ve haksız bir Batı destekli işgalin baskıcı boyunduruğu altında yaşadıkları Gazze'de kamplar kurdular. İsraillilerin bir yılı aşkın süredir her gün bombaladığı Cenin, Cibaliya, Tulkerim, Refah ve diğer tüm kamplarda, 1948'de Filistin'in diğer bölgelerinden zorla göç ettirilen ve bu kamplara sığınmak zorunda bırakılan insanlar yaşamaktadır. Ve şimdi, takip edildikten, öldürüldükten ve aç bırakıldıktan sonra, tekrar kaçabilecekleri bir yer kalmadı. Bu nedenle, beyaz adamın Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve Kanada'nın yerli halklarına yaptığı gibi onları da yok etmek amacıyla her gün bombalanıyorlar.
Kendi teorilerini Filistin'de yaşananlara uygulamaktan kaçınan Batılı elitlerin tutumları, gerçeği söylemeye cesaret eden herkese yönelik Siyonist sindirmenin bir yan ürünüdür.
Ölmeyi yerinden edilmekten, zorunlu göçten ve evlerin çocukların ve kadınların başlarına yıkılmasından daha kolay gösteren, işgal altındaki ulusların tüm tarihinde insanların hayatlarına ağır bir yük bindiren işgali ortadan kaldırmadan önce direniş fikrini ortadan kaldırmaya odaklanılamaz.
İsrail, 1982'de Beyrut'u ve Güney Lübnan'ın bir kısmını işgal ettiğinde Hizbullah henüz yoktu; ancak daha sonra Lübnan'ın özgürlüğünü ve onurunu savunmak ve aşağılayıcı İsrail işgaline karşı koymak için kuruldu. Nitekim Direniş 2000 yılında Güney Lübnan'ın işgaline son vermeyi ve Lübnan topraklarını özgürleştirmeyi başarmıştır.
Filistin'de öldürülen her çocuk, geleceğin bir dünya liderinin, düşünürünün ya da filozofunun kaybı anlamına gelmektedir.
Siyonistlerin Direniş'i terörizmle bir tutması kasıtlıdır ve Direniş hareketlerinin meşruiyetini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Batılı istihbarat örgütlerinin hem Suriye hem de Irak'a ihraç ettiği terörizm, İslamcı teröristlerin İslam'ın imajını ve direnişin imajını çarpıtmak için fetvalar yoluyla gerekçeler yayınladığı bir şeyken, direniş tarihsel ve coğrafi olarak işgal altında acı çeken her halkın toprakları üzerindeki egemenliklerini geri almak, özgür ve onurlu yaşamak için meşru bir hak olmuştur.
Kendi teorilerini Filistin'de yaşananlara uygulamaktan kaçınan Batılı elitlerin tutumları, gerçeği söylemeye cesaret eden herkese yönelik Siyonist sindirmenin bir yan ürünüdür. Ancak tarih, Filistin halkının son bir yıldır maruz kaldığı ve bugün Lübnan halkını da kapsayan soykırımın sorumluluğunun dünyanın tüm düşünürlerine, filozoflarına ve liderlerine ait olduğunu ve bunun kolektif ve insani bir sorumluluk olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kaydetmektedir.
Filistin'de öldürülen her çocuk, geleceğin bir dünya liderinin, düşünürünün ya da filozofunun kaybı anlamına gelmektedir. Batı, Tanrı'nın yarattıklarının en saf ve en kutsal olanına bariz bir saldırı teşkil eden günlük katliamlar karşısında bir bütün olarak sessizliği nasıl kabul edebilir? Bu, Batı kültürünün ve sözde “uygarlığın” olduğu kadar Batılı duruşların da gerçek bir sınavıdır. Kaybedilen her can ve ruh, suçluların, onların destekçilerinin ve bu vahşete sessiz kalanların sorumluluğudur.
Batı bir kez daha, egemenliğini sürdürmek ve ulusların ve halkların kaderi üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak için insanlığı telafisi mümkün olmayan paha biçilmez insani, kültürel ve uygarlık hazinelerinden mahrum bırakmaktadır. Ancak bu kez başarılı olamayacaktır, zira insanlar ödemeleri gereken büyük bedele aldırmaksızın özgürlüklerini ve bütünlüklerini yeniden kazanmaya karar vermişlerdir.
Çeviri: YDH