YDH - El-Ahbar yazarı Bedir el-İbrahim, Aksa Tufanı'nın "maliyetini" eleştirenlerin, teslimiyetin bedelini göz ardı ettiğini vurguluyor. Direniş olmadan, Filistin davasının yok edilmesi, Batı Şeria’daki halkın yavaş yavaş tehcire zorlanması, Mescid-i Aksa’nın Yahudileştirilmesi ve Gazze’nin yıllardır süren ablukası gibi ağır sonuçlar devam edecekti. El-İbrahim, bu duruma karşı sessiz kalmanın kabul edilebilir olmadığına, bilakis, direnişin mecburi olduğuna işaret ediyor.
Direniş eylemi kutsal ve eleştiriden muaf değildir; aksine, direnişi eleştirmek sadece meşru değil, aynı zamanda mevcut açıkları kapatmak ve güçlü yönleri pekiştirmek için bir zorunluluktur.
Direnişe yönelik eleştirinin bazı destekçileri arasında hassasiyetle karşılanmasının iki temel sebebi vardır: Birincisi, eleştirinin dayandığı temel (özellikle direniş karşıtlığı), ikincisi ise eleştirinin zamanlaması ve üslubudur. Savaş durumunda, detaylı bir eleştiri yapmak genelde uygun görülmez, özellikle de savaş sırasında yapılan hatalar konusunda.
Ancak, çatışmanın kaderini etkileyebilecek hatalara karşı uyarıda bulunmak, bu hatalardan kaçınmaya davet etmek ve savaş esnasında mevcut zorluklara çözümler aramak her daim önemlidir.
7 Ekim harekâtının üzerinden bir yıl geçmişken, bu harekâta yönelik eleştirel bir dilin arttığını ve faydası hakkında sorgulamalar yapıldığını görüyoruz.
Bu sorgulamalar, İsrail’in gerçekleştirdiği yoğun katliamlar nedeniyle artan maliyetler üzerinden şekilleniyor.
Bu eleştiriler, harekâtın insan maliyetine odaklanarak, harekâtın destekçilerini insanların hayatlarını önemsememekle suçluyor.
Gerçekçilik kisvesi altında sunulan bu eleştiriler, bu "akılsızca yapılan maceraların" ve felaketle sonuçlanan eylemlerin karşısında aklın sesi gibi konumlandırılıyor.
Fakat, gerçekçilik sadece güç dengelerine teslimiyetin süslü bir adıysa, direniş ve onun tüm eylemleri bu anlayışın tam zıddında durur; zira direniş, güç dengesinde tarihsel bir değişim yaratma çabasıdır.
Ahlak ve sağduyu, mevcut duruma teslim olmaktan ziyade, durumu daha iyiye değiştirme çabasındadır.
Bu da hesapsız bir atılganlık anlamına gelmez; mevcut güç dengelerine teslim olmak, devrimci bir hareketin vizyonu ve hesaplamaları içinde yer almaz.
Aksa Tufanı harekâtına dönük eleştirinin farklı yaklaşımlarını incelemek, bu eleştirilerin kökenlerini anlamak açısından faydalı olacaktır.
Eleştiriyi gerçekçilik temelinde şekillendirenler arasında, özellikle Arap dünyasındaki resmi düzenin liberal temsilcilerini görmekteyiz.
Bu kesim, direniş hareketlerinin her savaşında “maceralardan kaçınmak” ve “barış ve iki devletli çözüm realist seçenektir,” temalı bir medya söylemiyle meydana çıkıyor.
Bu söylemi "barış, istikrar ve ekonomik refah" ile süsleyen ve direnişi "yıkım ve cinayet kültürünü körükleyen" bir olgu olarak niteleyen bu eleştiriler, aslında kendi içinde gerçeklikten uzak bir fanteziden ibarettir.
Oslo Anlaşması’ndan bu yana otuz yılı aşkın bir süre geçmişken, İsrail'in yerleşim politikaları ve acımasızlığı iki devletli çözümün tüm şansını yok etti. Arap liberallerin sürekli tekrarladığı bu boş sloganlar dışında geriye bir şey kalmadı.
Dikkat çekici olan, bazı eleştirmenlerin "gürültü çıkaran kurbanı suçlama" çizgisinden ayrılarak bir adım daha ileri gitmeleri ve İsrail'i yüceltip onun gücüne övgüler yağdırmalarıdır.
Bu kişiler, "Batı teknolojisi" üzerine yeminler ederek yeni bir Arap yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu savunuyorlar. Onlara göre, gerçekçilik, Batı'nın gücüne tapmak demektir ve bu güce karşı çıkmak cehalet ve akılsızlık olarak görülüyor.
Batı kampının kazanacağını ve kendilerinin de onunla birlikte kazanacağını düşünerek iddiaya giriyorlar. Oysa tarih ve gerçeklik bize gösteriyor ki, teknik üstünlük zaferi garanti etmez ve bu türden bahislere daha önce de yenik düşülmüştür.
"Arap Baharı" liberalleri (bu terim, yalnızca Arap devrimlerini destekleyenleri değil; İslamcıları ve liberalleşmiş solcuları da kapsar) benzer bir eleştirel yol izliyor.
Onlar da gerçekçilikten yola çıkarak, Aksa Tufanı'nın yüksek maliyetini sorguluyor ve operasyonun faydası konusunda şüphelerini dile getiriyorlar.
Bu kişilerin Arap dünyasındaki siyasi baskı söz konusu olduğunda devrimci bir tavır takındıklarını hatırlayalım; özellikle de Batı’nın bu baskıcı yönetimlere karşı olumsuz bir duruş sergilediği durumlarda.
Örneğin, Suriye'de silahlanma çağrıları, cihatçı örgütlere yönelik demokrasi övgüleri ve sürekli NATO'dan yardım talepleri eksik olmaz. Bu durumda insan maliyetine önem verilmez, iç savaş karşıtı çağrılar ise "diktatörlüğü desteklemek" olarak yaftalanır; eleştiri ve zararları en aza indirme çabaları burada yoktur.
Fakat, sömürgeci bir işgal ile yüzleşme anı geldiğinde, Arap Baharı liberallerine "bilgelik" ve "pragmatizm" gelir; hemen fayda ve maliyet soruları yükselir, eleştiri zorunlu hale gelir.
Bu liberallerin gerçekçilik anlayışı, doğru savaşları seçmek üzerine kuruludur: Eğer Amerika senin tarafındaysa, o savaş sonuna kadar sürdürmeye değerdir; fakat Amerika karşıdaysa, o savaştan kaçınmak daha akıllıca olur. Burada devrimcilik, Amerikan sınırlarıyla sınırlıdır; öncelik baskıya değil, sömürgeciliğe verilmez.
Ancak, Aksa Tufanı'nı eleştirenler yalnızca Batı kriterlerine göre şekillenen gerçekçilikten yola çıkanlar değil. Bu eleştiriler, çoğunlukla insani tablo, direniş liderleri üzerindeki kayıplar ve soykırım devam ettikçe göç olasılığı gibi etkenlerin baskısından doğuyor.
Büyük bir etki yaratan bir direniş eylemi karşısında fayda ve maliyet üzerine düşünürken, tarihi göz önünde bulundurmak zorunludur. Burada konu tarihsel zorunluluklardan ziyade, sonuç arayışıyla yürünmesi gereken bir yoldur.
Her direniş eylemi, gerçekliği değiştirme ve toprağı, halkı özgürleştirme amacı güden tarihsel birikim sürecine bir katkıdır. Sömürgeden kurtulan tüm halklar, uzun bir zaman diliminde birikmiş pek çok eylemin sonucunda özgürleşmiştir.
Bu eylemlerin bazıları kendi zamanında başarısız gibi görünse de sonrasında gelenlere zemin hazırlamıştır. Özgürlük, bu birikim olmadan mümkün olmazdı. Fayda, bu birikimdedir; Aksa Tufanı gibi büyük çaplı her eylem bu tarihsel süreci güçlendirir ve hızlandırır.
Elbette maliyet yüksek, bu da fayda üzerine soru işaretleri doğuruyor. Sunulan fedakârlıkları küçümsememekle birlikte, tüm insan hayatlarının korunmasına özen gösterilmesi gerektiği halde, direnişin bir mücadele parçası olarak fedakârlık yapması da kaçınılmazdır.
Burada mesele, direnişin insanları her yolla korumaya çalışmaması değildir ama direniş, işgalcinin suçlarının ve vahşetinin sorumluluğunu üstlenemez, özellikle de işgalin bir varlık savaşı yürüttüğü durumda. Böyle bir savaşta teslimiyet, halkı soykırım ve sürgünle yüz yüze getirmek anlamına gelir.
Maliyeti tartışanlar, teslimiyetin maliyetini ve direniş olmaksızın Filistin davasının tasfiye edilmesi, Batı Şeria halkının yavaş yavaş göçe zorlanması, Mescid-i Aksa’nın Yahudileştirilmesi ve Gazze’nin 18 yıldır süren kuşatması karşısında sessiz kalmanın bedelini görmezden geliyor.
Bu kabul edilebilir bir maliyet mi? Sürekli düşük bir tempoyla süren etnik temizlik ve tehcire sessiz kalmak mı yoksa buna direnip engellemeye çalışmak mı daha doğru?
Direniş olmaksızın bu maliyet, Filistinlilerin zorunlu göçü ve davanın yok edilmesi anlamına geliyor; oysa direniş, tüm bu katliamlara rağmen göçü durdurma şansı sunuyor.
İşte, teslimiyetçi olmayan bir "gerçekçilik" tam da bu yüzden Aksa Tufanı gibi bir harekâtın doğmasını mecburi kıldı.
Çeviri: YDH