YDH - El-Ahbar yazarı Velid Şerara, İsrail’in Hizbullah ve bölgedeki direniş hareketlerine yönelik saldırılarını tarihsel ve ideolojik bir bağlamda değerlendiriyor. Netanyahu yönetimindeki aşırı sağcı koalisyon hükümetinin Siyonizm'in yeni bir aşamasını temsil ettiğini belirten Şerara'ya göre Batı’nın İsrail’e tam desteği ve savaş politikalarına dönüş eğilimi, İsrail’in bu hedefleri gerçekleştirmek için uygun koşulları bulmasını sağlıyor.
Acaba, Hizbullah Filistin halkını, Gazze’de kendilerine karşı yürütülen soykırım savaşında desteklememiş olsaydı, İsrail Lübnan'a saldırır mıydı?
Bu soruyu fazlasıyla masum bir şekilde soran bazı kişiler aslında gece gündüz İsrail'in bir an önce Hizbullah’a saldırması ve mümkünse onu tamamen ortadan kaldırması için dua ediyorlar.
Savaşın gidişatı, bu kişilerin hayallerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini belirleyecek. Ancak iyi niyetle bu soruyu soranlara ilk dikkat etmeleri gereken şeyin, güç sahibi devletlerin savaş kararı aldıklarında öne sürdükleri "bahanelere" gereğinden fazla önem verdiklerini hatırlatmak gerekiyor.
Geçtiğimiz iki yüzyılın uluslararası ilişkiler tarihi ve İsrail'le aramızdaki savaş geçmişi, böyle güçlü devletlerin saldırılarını haklı göstermek için bahane üretmekten çekinmediğini gösteren örneklerle dolu.
Bu soruları iyi niyetle soranlar, İsrail’in 1982’de Lübnan’a karşı başlattığı savaşı hatırlamıyor mu? İsrail, o dönemde Menahem Begin hükümetinin Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) karşı saldırıya geçmesini sağlamak için, FKÖ karşıtı Ebu Nidal grubunun Londra’daki İsrail büyükelçisine düzenlediği suikast girişimini bahane olarak kullanmıştı.
Benzer şekilde, ABD’nin Vietnam’a savaş açarken ileri sürdüğü bahaneler de akıllarda.
Tonkin Körfezi’nde Amerikan savaş gemilerine ateş açıldığı iddiası, sonradan bunun asılsız olduğu ortaya çıkmasına rağmen, ABD’ye Vietnam Savaşı’nı başlatmak için bir gerekçe sağlamıştı.
Yine, 2003’te Irak’a yönelik işgali haklı göstermek için kullanılan "kitle imha silahları" bahanesi... İşgalin ardından bu gerekçenin tamamen uydurma olduğu çabucak anlaşıldı.
Esasında, gerçekten sorulması gereken iki ana soru var: İsrail, 2006’dan bu yana -yani 18 yıldır- Hizbullah’ı tamamen yok etmeyi veya en azından en fazla derecede zayıflatmayı hedefleyen bir intikam savaşı için hazırlık yapıyor muydu? Ve mevcut uluslararası koşullar bu hedefin gerçekleşmesi için uygun muydu?
İsrail’in bu geniş çaplı askerî harekât için hummalı bir hazırlık içinde olduğu, basın ve çeşitli araştırma merkezlerinin haber ve raporlarıyla doğrulanan pek çok veri ve bilgiyle gözler önüne seriliyor.
İsrail'in bu büyük askeri operasyon için gösterdiği yoğun hazırlık, silahlanma, istihbarat ve teknoloji geliştirme düzeyinde kendini gösteriyor.
Aynı zamanda, İsrail güçleri, güney Lübnan’a benzer ortamlarda, tünellerde, dağlarda ve vadilerde savaşmak için eğitim aldı. Bu eğitimler Kıbrıs, Yunanistan ve Güney İtalya'da gerçekleştirildi.
Aksa Tufanı operasyonunun ardından Batı'nın İsrail’e verdiği histerik destek, askeri filolarını ve kuvvetlerini bölgeye sevk etmesi, ABD, Almanya ve İngiltere’nin daimî bir hava köprüsüyle İsrail’e askeri yardım akıtması, "uluslararası koşulların" yani Batı'nın İsrail'e tam ve koşulsuz desteğinin, Netanyahu ve faşist hükümetinin planlarını hayata geçirmek için uygun olduğunu teyit etti.
Fakat, bu iki faktörün yanı sıra, İsrail hükümetinin Lübnan'la savaşa yönelmesinde başka bir etken daha var: Siyonist yapının faşist bir aşamaya geçmiş olması.
Arap-İsrail savaşları tarihini az çok bilen herkes, İsrail'in Gazze’de yürüttüğü soykırım savaşı ve Lübnan halkına ve direnişine karşı başlatmaya hazırlandığı savaşın, Aksa Tufanı operasyonuna tepki olarak yapıldığı savunmasının ne kadar yüzeysel olduğunu görebilir.
İsrail, bu operasyonu “varoluşsal bir tehdit” olarak değerlendirdiğini iddia ediyor. Ancak “varoluşsal tehdit” söylemi, İsrail'in bölgedeki ülkelere, halklara ve direniş hareketlerine yönelik saldırılarını ve şiddetli müdahalelerini haklı göstermek için her gelen hükümet tarafından sürekli tekrarlanarak klişeleşmiş bir gerekçeye dönüştü.
Bu söylem, uluslararası açıklamalarda "orantısız şiddet" olarak tanımlanan aşırı şiddeti meşrulaştırmak ve İsrail’in kısa vadeli ve uzun vadeli hedeflerine ulaşmasını sağlamak için kullanılıyor.
Fakat bu kez, İsrail'in sistematik bir soykırım politikası benimsemesi, uyguladığı şiddet seviyesinde niteliksel bir dönüşüme işaret ediyor. Bu durum, son on yıllarda İsrail’in yaşadığı derin dönüşümleri ve faşistleşme sürecini gözler önüne seriyor.
İsrail’de aşırı sağcı milliyetçi ve dinci akımların yükselmesi ve Netanyahu liderliğinde bu grupların bir koalisyon hükümeti kurması, İsrail içindeki pek çok kesim ile Batı’daki dostları arasında "demokrasinin geleceği" konusunda ciddi endişelere yol açtı.
Bu endişeler, koalisyonun yargı ve siyasi sistemi "reforme etme" projelerini açıklamasıyla daha da derinleşti.
Ancak, liberal Siyonistler ve onların Batılı destekçileri, Siyonizm'in faşist kanadının iktidara gelmesinin savaş ve saldırganlık politikaları açısından ne anlama geldiğini görmezden geliyorlar.
Faşist ideolojilerde ister Siyonist ister başka bir faşist akım olsun, savaş merkezi bir konuma sahiptir ve başkalarına yönelik politikaları, büyük ölçüde ideolojik inançlarının bir yansıması olarak şekillenir.
Faşistlerin ve Nazilerin bakış açısına göre tarihin motoru, milletler ve halklar arasındaki ebedi çatışma ve mücadeledir; bazı halklar "uygar" ve "üstün" olarak görülürken, diğerleri "barbar" olarak sınıflandırılır.
Bu bakış açısı, Prusyalı General Clausewitz’in “savaş, siyasetin daha şiddetli araçlarla devamıdır,” şeklindeki tanımının tam tersine, savaşın ve siyasetin yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Faşistlerin "siyaset" anlayışına göre, siyaset, savaşın bir aşamasıdır ve tamamen onun gereksinimlerine göre şekillenmelidir; zira onların siyasetinin nihai amacı, kendi milletleri için mutlak ve kalıcı bir hakimiyet sağlamaktır.
Faşistlerin ve Nazilerin savaş ve siyaset anlayışını en iyi açıklayanlardan biri, Alman General Erich Ludendorff’un 1935’te basılan Total Savaş (Der Totale Krieg) adlı kitabıdır. Bu kitap, Adolf Hitler ve Nazi askeri doktrini için bir başvuru kaynağı olmuştur.
Netanyahu, Orta Doğu'yu yeniden şekillendirmekten bahsederken, esasında Nazi ideolojisindeki "yaşam alanı" (Lebensraum) kavramının İsrail’e uyarlanmış bir versiyonunu sunuyor.
Bu düşünceler, Ariel Şaron’un danışmanı Oded Yinon’un, Şubat 1982’de Kivunim dergisinde yayımlanan 80’lerde İsrail’in Stratejisi başlıklı makalesinde önerilen fikirlere dayanıyor.
Yinon, Çad’dan Pakistan’a kadar olan geniş bir coğrafyadaki ülkelerin etnik ve mezhepsel küçük devletlere bölünmesini önererek, bu bölgenin İsrail’in “yaşam alanı” haline gelmesini savunuyor.
Netanyahu ve hükümeti, Aksa Tufanı operasyonunun ardından bu tehdidi bir fırsata dönüştürebileceklerini düşündüler ve Filistin, Lübnan ve bölgeye yönelik ideolojik ve politik inançlarını hayata geçirme planlarını devreye soktular.
Aynı zamanda, Batı’nın küresel hegemonya mücadelesinde vahşete ve savaş politikalarına geri dönme eğiliminden de destek alıyorlar.
Batı’nın bu eğilimi, liberal Batılı elitlerin bir kısmının Netanyahu’nun arkasında hizalanmasına ve onun soykırım politikasını, "terörle mücadelede etkin bir yöntem" olarak savunmasına yol açıyor.
Örneğin, The Economist dergisinin 26 Ekim tarihli ve imzasız yayımlanan Bir Fikri Yok Etmek başlıklı makalesinde İsrail’in, liderlerini ve mensuplarını öldürerek Hamas ve Hizbullah gibi hareketleri yok edemeyeceğini düşünenlerin yanıldığını savunuyor.
Makalede, bu tür örgütlerin, şiddetin aşırı kullanımı ve sosyal dayanaklarının yok edilmesi yoluyla ortadan kaldırılabileceği öne sürülüyor.
Bu jeopolitik, ideolojik ve sosyo-politik bağlamlar, İsrail’in Lübnan’a ve onun direnişine yönelik savaşının sadece bir zaman meselesi olduğunu gösteriyor.
Bahaneler üzerindeki tartışmak ise vakit kaybından ibaret. Çivi çiviyi söker.
Çeviri: YDH