YDH - Pulitzer ödüllü gazeteci Chris Hedges, Amerika’daki mevcut toplumsal ve siyasi çöküşü ele alarak, toplumun çürümüşlüğünü ve umutsuzluk sarmalını derinlemesine inceliyor. Hedges, sanayisizleşme, kitlesel işsizlik ve neoliberal politikaların yarattığı güvencesizliğin, Amerikan toplumunda yaygın bir umutsuzluğa yol açtığını belirtiyor. Bu umutsuzluk, opioid bağımlılığı, toplu katliamlar ve kitlesel bir nihilizme yönelişle kendini gösteriyor. Toplumun bir kesiminin, şeytanlaştırılmış gruplara karşı nefret ve şiddet dolu bir intikam arayışı içinde olduğunu vurguluyor. Hedges, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin toplumsal sorunları görmezden geldiğini, şirketlerin ve oligarkların çıkarlarını halkın iyiliğinin önüne koyduğunu ifade ediyor. Trump gibi figürleri bir semptom olarak gören Hedges, liderlerin halkı kurtarma vaatlerinin aslında onları istismara ve bağımlılığa sürüklediğini belirtiyor.
Bizi öldüren şey, umutsuzluk. Bu umutsuzluk, Roger Lancaster’ın “zehirli dayanışma” dediği olguyu; korku, kıskançlık, nefret ve şiddet arzusundan doğan bir sarhoşluk halini besliyor.
Nihayetinde, bu seçim umutsuzlukla ilgiliydi. Sanayisizleşmeyle buharlaşan geleceklere duyulan umutsuzluk. Kitlesel işten çıkarmalarla yok olan 30 milyon işin kaybına duyulan umutsuzluk.
Aşağıdan alınıp açgözlü oligarşinin ellerine aktarılan servetler ve kemer sıkma programları karşısındaki umutsuzluk. Neoliberalizm altında yönettiği acıyı kabul etmeyen, bu acıyı hafifletecek Yeni Düzen (New Deal) benzeri programlara yanaşmayan liberal zümreye karşı duyulan umutsuzluk.
Hesap vermeyen generallerin ve politikacıların gölgesinde, sonu gelmeyen savaşların ve Gazze’deki soykırımın yarattığı umutsuzluk. Demokratik sistemin şirketlerin ve oligarkların eline geçmesi karşısındaki umutsuzluk...
Bu umutsuzluk, dışlanmışların bedenleri üzerinden kendini gösteriyor; opioid ve alkol bağımlılığı, kumar, kitlesel silahlı saldırılar, özellikle orta yaşlı beyaz erkekler arasındaki intiharlar, aşırı obezite ve duygusal ve zihinsel hayatımızı ucuz şovlara kaptırmamızla kendini belli ediyor.
İster Hristiyan sağının absürt vaatleri olsun, ister Oprah gibi “gerçeklik isteklerimize engel değildir,” inancı, sihirli düşüncelerin çekiciliğine kapılmamız. Bunlar, Friedrich Nietzsche’nin “agresif, ruhsuz bir nihilizm” olarak tanımladığı derin bir kültürel hastalığın patolojileridir.
Donald Trump, hasta toplumumuzun mesulü değil, bir semptomudur. O, çürümüş bir toplumun kusup ortaya çıkardığı bir figür.
İçinde her şeye gücü yeten bir tanrı olma arzusunu barındırıyor. Bu arzu, kendilerine insan çöplüğü muamelesi yapıldığını hisseden Amerikalılarla yankı buluyor.
Fakat, Ernest Becker’ın yazdığı gibi, tanrı olmanın imkansızlığı, onun karanlık bir alternatifine yol açıyor: Tanrı gibi yok etmek. Sonraki adım işte bu kendini yok etme olacak.
Kamala Harris ve Demokrat Parti, onu tahkim eden Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel kanadıyla birlikte, gerçeklikle bağını koparmış bir inanç sisteminde yaşıyor.
Parti elitleri tarafından başa getirilmiş ve bir tek ön seçim oyu bile almamış olan Harris, görevi bırakırken yalnızca yüzde 13 onay oranına sahip Dick Cheney’nin desteğini büyük bir gururla öne çıkardı.
Trump’a karşı yürüttükleri kibirli, kendini haklı gören “ahlaki” savaş, gazeteciliğin ve siyasetin yerini almış bir reality show’u körüklüyor.
Toplumsal, iktisadi ve siyasi bir krizi Trump’ın kişiliğine indirgemekten başka bir işe yaramıyor. Bu yaklaşım, demokrasimizin çöküşünden sorumlu olan kurumsal güçlerle yüzleşmeyi ve onları adlarıyla anmayı reddediyor.
Bu tavır, Demokrat politikacıların kendi tabanlarını görmezden gelmelerine de kapı aralıyor; Demokratların yüzde 77’si ve bağımsızların yüzde 62’si İsrail’e yönelik bir silah ambargosunu desteklerken, bu seslere kulak tıkıyorlar.
Müesses nizamın baskısıyla alenen iş birliği yapmak ve seçmenin istek ve ihtiyaçlarını hiçe saymak, basını ve Trump eleştirmenlerini etkisiz hale getiriyor.
Bu kurumsal kuklalar, kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi savunmuyor. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) gibi programlarla işçi sınıfına söyledikleri yalanlar, Trump’ın söylediklerinden çok daha büyük zararlar veriyor.
Oswald Spengler, Batı'nın Çöküşü adlı eserinde Batı demokrasilerinin katılaşıp öldükçe, Trump gibi "paralı zorbalardan" oluşan bir sınıfın geleneksel siyasi elitlerin yerini alacağını öngörmüştü.
Demokrasi bir yanılsamaya dönüşecekti. Kitlelerin kendi kendilerini parçalamalarını teşvik etmek için nefret beslenecek ve kışkırtılacaktı.
Amerikan rüyası, artık Amerikan kabusuna dönüştü.
Çalışan Amerikalılara bir amaç ve istikrar duygusu veren sosyal bağlar –işlerinden, ailelerinden aldıkları anlam ve umut– parçalanmış durumda.
On milyonlarca insanın yaşamı durakladı; çocukları için daha iyi bir gelecek umudunun yok olduğunu görüyorlar. Eğitim, sağlık sistemi ve hapishaneler dahil olmak üzere kurumlarımızın yırtıcı yapısı, umutsuzluğun yanında güçsüzlük ve aşağılanmışlık hissini de besliyor.
Bu durum yalnızlık, öfke, değersizlik duygusu ve yılgınlık yaratıyor.
“Hayat yaşamaya değer olmadığında, ondan kurtulmak için her şey bir bahaneye dönüşür…” diye yazar Émile Durkheim: “Ulusları hüzne meylettiren kolektif bir ruh hali vardır, tıpkı bireysel ruh halleri gibi. […] Bireyler, toplumun hayatına öylesine iç içe geçmişlerdir ki, toplum hasta olduğunda onlardan etkilenmemeleri mümkün değildir. Toplumun acısı, kaçınılmaz olarak onların acısı olur.”
Siyasi, sosyal ve iktisadi gücünden yoksun bırakılmış toplumlar, içgüdüsel olarak kült liderlerine sarılırlar.
Eski Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde bunu gözlemlemiştim. Kült liderleri, tıpkı Trump’ın yaptığı gibi, efsanevi bir altın çağa dönüş vaat eder ve insanların mutsuzluğundan sorumlu tutulan, şeytanlaştırılmış grupları ezme sözü verir.
Kült liderleri ne kadar aykırı davranır, yasaları ve toplumsal normları ne kadar umursamazsa, o kadar popüler hale gelirler.
Bu liderler, yerleşik toplumun kurallarına karşı bağışıktırlar. Bu özellikleri, onları çekici kılar. Kült liderleri mutlak güç arayışındadır ve onları takip edenler, liderlerin kendilerini kurtaracağı umuduyla onlara bu gücü teslim eder.
Bütün kültler, aslında kişilik kültleridir. Kült liderleri narsisttir. Övgü dolu, körü körüne bağlılık ve tam itaat talep ederler. Liyakati değil, sadakati yüceltirler. Mutlak kontrol sahibi olmak isterler. Eleştiriye tahammül etmezler. Derin bir güvensizlik içindedirler ve bunu gösterişli bir kendini beğenmişlikle örtmeye çalışırlar.
Ahlak yoksunudurlar, duygusal ve fiziksel olarak istismarcıdırlar. Etraflarındaki insanları, kendi güç kazanımları, eğlenceleri ve bazen sadist zevkleri için manipüle edilecek nesneler olarak görürler.
Kült dışındakiler ise şeytanlığın temsilcileri olarak damgalanır, böylece nihai ifadesi şiddet olan epik bir savaş başlar.
Aklını bir kült liderine teslim etmiş ve sihirli düşünceye kapılmış insanları rasyonel argümanlarla ikna edemeyiz.
Onları boyun eğmeye zorlayamayız. Ne kendileri için ne de kendimiz için kurtuluşu Demokrat Parti’de bulamayız.
Amerikan toplumunun geniş bir kesimi artık kendini yok etmeye yönelmiş durumda. Bu dünyayı ve onlara yaptıklarını küçümsüyorlar. Kişisel ve siyasi davranışları bile isteye intihara meyilli. Yok etmek istiyorlar, bu yok edişin şiddet ve ölüme yol açacağını bilseler bile. İnsani ilerleme illüzyonuna artık tutunamıyorlar, ki bu, nihilizme karşı tek panzehirdi.
1981’de Papa II. John Paul, Laborem Exercens adlı bir genelge çıkarmıştı. Kapitalizmin temelindeki, işin yalnızca emeğe karşılık para değiş tokuşu olduğu fikrine karşı çıkmıştı. İş, yalnızca maaşla insanları metalaştırmakla sınırlanmamalıydı. Çalışanlar, kârı artırmak için cansız nesneler gibi manipüle edilecek kişiliksiz araçlar değildi.
İş, insan onuru ve kendini gerçekleştirme açısından hayatiydi. Bize güçlenme ve kimlik duygusu veriyordu. Topluma katkı sağlayarak toplumsal uyum ve dayanışma hissi oluşturabileceğimiz bir ilişki kurmamıza olanak tanıyordu.
Papa, işsizlik, eksik istihdam, yetersiz ücretler, otomasyon ve iş güvencesi eksikliğini insan onuruna karşı birer ihlal olarak nitelendirdi.
Bu koşullar, özsaygıyı, kişisel tatmini, sorumluluk ve yaratıcılığı yok eden güçlerdi. Makineye tapınmanın insanları köle konumuna indirgediğini vurguladı.
Tam istihdam, bir aileyi geçindirecek kadar yüksek bir asgari ücret, ebeveynin çocuklarla evde kalma hakkı, engellilere iş ve geçim sağlayacak ücretler talep etti.
Güçlü aileleri desteklemek için evrensel sağlık sigortası, emeklilik, kaza sigortası ve boş vakit ile tatil olanağı sağlayacak iş düzenlemelerini savundu. Tüm işçilerin grev yapma hakkına sahip sendikalar kurma hakkı olduğunu belirtti.
Kurumsal devleti devirmek için enerjimizi kitlesel sivil itaatsizlik eylemleriyle örgütlenen kitlesel hareketlere yatırmalıyız.
Bu, sahip olduğumuz en güçlü silah olan grevi de kapsıyor. Öfkemizi kurumsal devlete yönelterek, gerçek güç ve istismar kaynaklarının adını koyuyoruz.
Çöküşümüzün sebebini belirsiz gruplar, örneğin yasa dışı göçmenler, Müslümanlar veya siyahiler gibi şeytanlaştırılmış kesimlere yüklemenin saçmalığını ifşa ediyoruz.
Yeniden yapılamaz hale gelmiş, kurumsal çıkarların güdümündeki Demokrat Parti’ye bir alternatif sunuyoruz. Ortak faydayı, kurumsal kârdan üstün tutan, açık bir toplumun yeniden inşasını mümkün kılıyoruz.
Tam istihdam, garanti edilen asgari gelir, evrensel sağlık sigortası, her seviyede ücretsiz eğitim, doğal çevrenin güçlü korunması ve militarizm ile emperyalizmin sona ermesi talep edilmelidir.
İnsanlara onurlu, anlamlı ve özsaygı dolu bir yaşam olanağı yaratmalıyız. Aksi takdirde, Hristiyanlaştırılmış bir faşizmi ve hızla ilerleyen ekolojik yıkımla birlikte kendi yok oluşumuzu kaçınılmaz kılacağız.
Çeviri: YDH