YDH - Lübnan'daki direniş güçleri, düşmanla yaşanan sert çatışmaların ardından dikkat çekici bir zafer elde etti. Düşman, direnişin beklenmedik hamleleri karşısında sarsılırken, halkın köylerine dönme çağrısı büyük yankı uyandırdı. İsrail tarafında yerleşimcilerin kuzeye dönmeyi reddetmesi ve hükümetin Hizbullah’ın şartlarına boyun eğdiği eleştirileri dikkat çekti. El-Ahbar gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin'e göre ABD ve uluslararası güçlerin müdahalesine rağmen direniş, esirlerin kurtarılması ve işgal edilen toprakların boşaltılması konusunda taviz vermeyeceğini net bir şekilde ifade etti. Direniş liderleri, her türlü saldırıya karşı meşru müdafaa haklarını kullanacaklarını vurguladı.
Sabaha karşı saat dört. Direniş, düşmanla yaşanan en sert çatışmalardan birinin ardından yeni bir sayfa açıyordu.
Pek çok kişi, savaşın sonuna yaklaşıldığını belirten bir dizi füze atışı beklerken, direnişin cevabı düşmanın ve müttefiklerinin hayal edebileceğinden çok daha ağır oldu.
Direnişin halkı ve destekçileri, güneyden Bekaa Vadisi’ne ve Dahiye’ye doğru büyük bir akın başlattı. Bu durum, düşmanın yerli işbirlikçileri için tam bir hayal kırıklığı yaratırken, işgalci rejim için ise şok etkisi yarattı.
Akşamüstüne kadar düşman, sınır köylerine geri dönen on binlerce insan için bir çözüm bulmaya çalıştı. Ellerinde direniş bayrakları taşıyan bu insanlar, enkazın arasından çıkan, zaferle gülümseyen direnişçileri kucaklıyordu.
Düşman ve işbirlikçileri cephesinde kimse, dün yaşananları beklemiyordu. Bu yüzden düşman, ön hat köyleri çevresinde hareket eden herkesi tehdit eden açıklamalar yaparak durumu kontrol altına almaya çalıştı.
Aynı zamanda, halkın evlerine dönmesini engellemek için ABD’den Lübnan ordusuna baskı yapmasını talep etti. Fakat düşman, daha birkaç saat önce ilan edilen anlaşmayı ihlal etmekte gecikmedi. Gazetecilere ve sivillere ateş açarak açık bir ihlalde bulundu.
Bununla da yetinmeyip, ilk hava sahası ihlalini gerçekleştirdi ve güneyden Cebel-i Lübnan’a kadar uzanan sekiz insansız hava aracı gönderdi.
Beklendiği üzere, İsrail’in bu ihlallerine dair uluslararası alanda pek bir ses yükselmedi. Ancak Washington, Paris ve uluslararası güçlerin komutası arasında yoğun görüşmeler başladı.
Hedef, hükümetin ve Lübnan ordusunun devreye girerek halkın köylerine geri dönmesini engellemesiydi. Düşman bu adımları atarken, kısa süre önce Meclis Başkanı Nebih Berri’nin yaptığı “Halkın en hızlı şekilde köylerine dönmesi” çağrısı hala yankılanıyordu.
Düşmanın dünkü görüntüler karşısında şoka girmesi elbette anlaşılır bir durumdu. Zira 40 günlük çatışmalar boyunca ardı ardına gelen darbelerle sarsılmıştı.
Son iki hafta ise düşman için tam bir kâbus olmuştu. Hıyam kasabasına girişini engelleyen direniş, Bint Cubeyl’i işgal etmesine izin vermemiş, Beyyade sahiline ulaşmadan önce düşmanın ilerleyişini kırmıştı.
Ancak asıl şok, yüz bin İsrailli yerleşimcinin kuzeydeki yerleşimlere dönmeyi reddetmesiydi. Düşman, bu skandalı örtbas etmeye çalıştı ve sınır bölgesinin hala “askeri bölge” olduğunu, güvenli geri dönüş için gerekli önlemlerin alınmadığını öne sürdü.
İsrail’de ise hükümetin Hizbullah’ın şartlarına boyun eğdiğine dair eleştiriler yükseldi. ABD’li yetkililer ise, merhum Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın “Kuzeydeki yerleşimciler ancak direniş isterse dönebilir,” sözünün, suikastından iki ay sonra gerçekleştiğini kabul etti.
İsrail medyasındaki haberler, yerleşimcilerin güvenlik sorunlarından ziyade başka sorunlarla da karşı karşıya olduğunu ortaya koydu.
Maliye Bakanlığı, yerleşim belediyelerinin ve sanayi sektörlerinin talep ettiği 5 milyar dolarlık tazminatları ödemeyi reddediyordu. Yerel yönetimler ise bölgedeki yaşamın normale dönmesinin en az iki yıl alacağını ifade ediyordu.
Düşmanın tüm bu şok dalgalarıyla sarsılması anlaşılabilir bir durumken, Lübnan’daki direniş karşıtlarının yaşadığı hayal kırıklığı ve şaşkınlık daha dikkat çekiciydi.
Direniş karşıtları, ortaya çıkan manzara karşısında nasıl bir tavır alacaklarını bilemediler. Düşman liderlerinin, “direnişe karşı hareket serbestisi kazandıklarını” ve anlaşmanın güney Litani Nehri’nden kuzeyine kadar direnişin silahsızlandırılmasını öngördüğünü söyleyerek durumu lehlerine çevirmeye çalıştılar.
Bununla birlikte, yabancı güçlerin anlaşmayı denetleyeceğini ve denetleme komitesinin başında bir ABD’li generalin olacağını iddia ederek durumu abartmaya devam ettiler.
Direnişin içerdeki düşmanları, İsrail ordusunun görevini başaramamasının ardından, işi Amerikan ordusunun devralacağına dair bir umut taşır gibi bu sözleri tekrarlayıp duruyorlar.
Ancak burada, içerdeki bu "tembellere" bir çağrı yapılmalı: Amerikan ordusuyla, generalleriyle birlikte işgal ordusuna yardımcı olup denizi betonla kaplasınlar!
ABD destekli Lübnanlı kesim için asıl büyük hayal kırıklığı, Amerikalı arabulucu Amos Hochstein’ın resmen yaptığı açıklamalardan sonra geldi.
Hochstein, anlaşmanın İsrail’e sınırsız hareket serbestisi vermediğini, sadece iki tarafa da meşru müdafaa hakkı tanıdığını açıkça belirtti. Ayrıca, ABD Başkanı Joe Biden’ın daha önce söylediği gibi, Washington’un Lübnan’a asker göndermeyeceğini yineledi ve anlaşmanın, 1701 sayılı BM kararının hiçbir değişiklik yapılmadan uygulanmasını öngördüğünü ifade etti.
Peki, direnişin tüm bu olanlara dair tavrı ne? Direniş liderlerinin açıkladıkları, anlamak isteyene oldukça net. Ancak daha fazla açıklamaya ihtiyaç duyanlar için durum şu şekilde özetlenebilir:
Birleşmiş Milletler’in UNIFIL güçleri dışında, herhangi bir yabancı askeri ya da güvenlik gücünün uluslararası kuvvetlerin görev alanında faaliyet göstermesi yasaktır. Ayrıca, UNIFIL’e üye ülkelerin sayısının artırılması, Lübnan’ın önceden açık onayı olmadan mümkün değildir.
Düşman, işgal ettiği tüm topraklardan en kısa sürede çekilmek zorunda. Zira işgal sürdüğü sürece, direniş de her zaman olması gereken yerde bulunacaktır.
Düşmanın, Lübnan’ın herhangi bir bölgesinde direnişle ilgili bir kişiye, bir yetkiliye, bir merkeze ya da bir tesise yönelik saldırı planlaması durumunda, direniş buna kesin ve doğrudan yanıt verecektir.
Direniş, düşman saldırıda bulunursa şikâyet komisyonlarının soruşturma sonuçlarını beklemeyecek, meşru müdafaa hakkını kullanarak düşmanı derhal cezalandıracaktır. Bu, anlaşmada belirtilen meşru müdafaa hakkına dayanmaktadır.
Düşmanın, Amerikalılar ya da diğer uluslararası güçler aracılığıyla, Litani Nehri’nin güneyinde veya kuzeyinde, herhangi bir ev ya da özel mülke yönelik baskınlar düzenleme girişimi tamamen reddedilmektedir.
Hiçbir Lübnanlı ya da uluslararası güç, geçerli bir mahkeme izni olmadan herhangi bir özel mülke yaklaşamaz. Bu izin de yalnızca geçerli bir sebebe dayanmalıdır; işgal güçlerinin kullandığı gibi iftiralara ya da temelsiz suçlamalara değil.
Düşmanın, direnişin elindeki esirleri derhal serbest bırakmaması, direnişin bu esirleri kurtarmak için gerekli gördüğü her türlü adımı atacağı anlamına gelir. Bu konuda ilgili taraflar, şehit lider Seyyid Hasan Nasrullah’ın vasiyetini iyi bilmektedir: "Biz esirlerimizi hapiste bırakmayız."
Pratikte, düşman ve onun arkasındaki ABD ile bu kanlı görevde düşmana yardım eden herkes, şu an dikkatle izlenmesi gereken bir konumda. Dikkati gerçeklerden başka yöne çekme çabaları, sadece "yanlış hesapların" bir başlangıcı olacaktır. İşte asıl tehlike burada yatıyor!
Çeviri: YDH