YDH - El-Ahbar yazarı Muhammed Raad, direnişin ateşkesle sonuçlanan bu zaferinin buruk bir yanı olduğunu ifade ediyor; bunun nedenleri arasında, direniş medyasının uluslararası medya karşısındaki güçsüzlüğü, Siyonist düşmanın hedeflerini engelleme başarısına rağmen yaşanan ağır kayıplar ve bölgesel çıkarların direnişi destekleyen tutumlara gölge düşürmesi yer alıyor. Buna karşın direniş hareketi, Siyonist düşmanın planlarını boşa çıkardı ve büyük fedakarlıklarla milli egemenliği korumayı başardı. Batılı destekçilere rağmen düşmanın başarısızlığı, direnişin ve halkın direnciyle sağlandı.
Zafer duyguları genelde coşkuyla ifade edilir; insanın egosu kabarır, zafer kazananlar zaferle gurur duyar. Güven, kendini bir özgüven patlamasıyla ifade eder. Meydanlar tebrik edenlerle dolup taşar, sesler yükselir, açıklamalar peş peşe gelir, ortalık iddiacılarla dolup taşar.
Fikir insanları, siyaset uzmanları ve tarihçiler, zaferin sebeplerini, boyutlarını analiz etmek için adeta birbirleriyle yarışır; bazen de zaferin amaçlarına zarar verebilecek bazı hususlara dikkat çekerler.
Ayrıca, zafer genellikle iki şeyden biriyle tanımlanır; ya hedeflere ulaşmakla ya da düşmanın saldırısıyla elde etmek istediği amacına engel olmakla. Bu iki durumdan biri gerçekleştiğinde, insanlar zaferin tadını hisseder.
Fakat tüm bunlara rağmen, bugünlerde zaferin tadı, zaferi kazananlar için bile buruk bir his bırakıyor. Bu durumun birkaç nedeni var ve bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
Birinci neden: İki zıt medya atmosferi arasındaki dengesizlik. Direnişin ve onun bu savaştaki rolünün gerekliliğini savunan medya atmosferi, genelde yerel ve ulusal düzeyde faaliyet gösteren bağımsız seslerden oluşuyor.
Bu sesler, uluslararası arenada Siyonist düşmanı destekleyen ve onun barbarca saldırılarını meşrulaştıran güçlü medya makinesine kıyasla daha zayıf bir konumda.
Bu küresel medya, saldırganın ihtiyaç duyduğu her türlü desteği -silah, mühimmat, stratejik planlama ortaklığı, uluslararası forumlarda baskı uygulama ve sınırsız yayın desteği- sunarak geniş bir erişim ağıyla çalışıyor.
İşte bu medya, yerel ve bölgesel kamuoyunun zihinlerini ve algılarını domine ediyor.
Öte yandan direniş medyası, çeşitli nesnel sebeplerle, bu devasa medya makinesiyle boy ölçüşebilecek bir güce sahip değil. Bu, bir eksiklik ya da başarısızlık değil, bilakis gerçekçi bir durum tespitidir.
İkinci neden: Direniş hareketi, hem cesur ve sabırlı Gazze halkına destek verirken hem de Siyonist düşmanın Lübnan topraklarını işgal etmeyi, direnişi yok etmeyi ve hayali "Yeni Orta Doğu" düzenini dayatmayı hedefleyen saldırısına karşı koyarken, düşmanın ana hedeflerini boşa çıkarmayı başardı. Bu süreçte düşman, saldırısını yönetmekte zorlandı, önceliklerini dağıttı ve sonunda ateşkes yapmaya mecbur kaldı.
Bu ateşkes, 2006 Temmuz Savaşı'ndan beri uygulanan 1701 sayılı karara dokunmayan, ancak düşmanın başarısızlığını örtbas etmek için birkaç taktiksel kazanım içeren bir anlaşmayla sonuçlandı.
Ancak bu da düşmanın tarihsel yenilgi zincirine bir halka daha ekledi. Örneğin bu savaş esnasında düşman, 2006 Temmuz Savaşı'nda yaşadığı Bint Cubeyl sendromuna bir yenisini, Hıyam sendromunu ekledi. Bu durum, düşmanın hâlâ "örümcek ağı kadar zayıf" olduğu algısını silemedi.
Düşman, kuzeydeki yerleşimcileri ancak Lübnan'la bir anlaşma yaparak geri döndürebildi. Gazze konusunda ise esirleri geri alabilmesi, büyük ihtimalle ancak Hamas'la yapılacak anlaşmaya bağlı olacak. Aksi takdirde, rehinelerin dönüşü mümkün görünmüyor.
Direnişin, Gazze'yi, halkını ve direnişini Siyonist düşmanın vahşi saldırılarına karşı destekleme ve yanında durma misyonunu benimsemesi, insani, ahlaki, hukuki ve siyasi açıdan meşru ve gerekçelendirilmiş bir duruştur.
Fakat, bu tutumun gerekçelerini ve boyutlarını anlatma ve savunma noktasında, diğer tarafta yer alanların organize olmuş çabaları karşısında zayıf kalındı.
Bu karşıt grup, çeşitli gerekçelerle, ya Siyonist saldırıyı destekleyen veya haklı gören bir atmosferin parçasıydı ya da en azından Gazze'ye destek ve direnişin yanında olma tavrının önemine ikna olmamış bir camiayı temsil ediyordu.
Ekranlarda sürekli olarak yansıyan yıkım görüntüleri, yerinden edilen insanların çilesi, kan, şehitler, yaralılar, yerle bir edilen binalar, mahalleler, okullar ve hastaneler gibi dehşet verici kareler karşısında, Gazze'ye verilen desteğin hedeflerini ve önemini bu insanlara anlatmak oldukça zordu.
Üstelik bu süreç, bölgesel ve uluslararası alandaki neredeyse tam bir sessizlikle ve olayları örtbas eden bir komplo atmosferiyle geçti.
Bu atmosfer, Siyonist düşmanın insanlığa karşı işlediği tüm suçları, soykırım faaliyetlerini, insan haklarının ihlallerini ve uluslararası hukukun açık bir şekilde çiğnenmesini göz ardı etmeye yönelik bir ablukayı da içeriyordu.
Üçüncü neden: Lübnan’da bazı şahsiyetlerin ve grupların, aşırı düzeyde bireysel veya yerel çıkar odaklı yaklaşımlar sergileyerek, Gazze ve Filistin'de yaşananlarla bağlantılı herhangi bir duruştan kaçınması, "bölgesel veya yerel çıkarcı yaklaşım" diyebileceğimiz bir tutumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu durum, kamuoyunu ikiye böldü: Bir yanda dar hesaplar ve iç politik hassasiyetlerle tamamen içe kapanmayı savunanlar, diğer yanda ise direnişin gerekçelerini, liderliğini ve kararlarının gerekliliğini anlayan ve destekleyen bir kesim vardı.
Düşmanla süren bu çatışmalar sırasında, yerel düzeyde iç istikrarın korunması adına, direnişin öncelikli olarak bu bölünmenin daha da derinleşmesini engellemesi gerekti.
Tartışmaların ve polemiklerin sınırlandırılması, bu bağlamda, iç cephede istikrarı koruma amacıyla tercih edilen bir strateji oldu.
Dördüncü neden: Direnişin liderlerinden biri, halkın sevgisini kazanmış, söyledikleri ve yaptıklarıyla güven veren, direnişin sembol isimlerinden olan "Direnişin Seyyid'i", düşmanla girilen yoğun çatışmaların başlangıcında şehit edildi.
Bu şehadet, Siyonist düşmanın, yalnızca bir ay gibi kısa bir süre içinde art arda gerçekleştirdiği sistematik ve hain saldırılar bağlamında gerçekleşti.
Bu saldırılar, direnişin stratejik hedeflerini ve çevresini hedef alan Beycirat Katliamı gibi olayları içeriyordu ve direnişin ön saflarındaki etkili liderlere kadar uzandı.
Direnişin bu önemli liderinin hedef alınmasından yalnızca bir hafta sonra, düşman bu kez de Hizbullah'ın zorlu ve karmaşık görevlerinden sorumlu olan, cesaretiyle tanınan komutanı Haşim Safiyuddin'i hedef aldı.
Bu suikastlar, Siyonistlerin saldırılarının sadece direnişi fiziksel olarak zayıflatmaya değil, aynı zamanda moral olarak da sarsmaya yönelik olduğunu açıkça gösterdi.
Bu tür saldırılar, güçlü bir düzenli orduyu ya da bir devleti hedef almış olsaydı, o ordunun veya devletin temellerini sarsar, yapılarını yıkıma uğratır ve kontrol altına alınamayacak bir kaos yaratırdı.
Fakat Hizbullah’ın yapısı, bu saldırıların doğrudan etkilerini absorbe etmeyi başardı. Bazı konumları ve ortaya çıkan çatlakları geçici olarak onardı ve kontrol ve koordinasyonu yeniden sağladı.
Bu da direnişin, sahadaki görevlerini sürdürmesini ve Siyonist düşmanın bilinen ve öngörülen aşamalarına karşı koymasını mümkün kıldı.
Tüm bu süreçler, Filistin’e giden yolda hayatını adayan ve bu direnişe rehberlik eden sevgili lider ve şehit Seyyid Hasan Nasrullah’ın (Allah rahmet eylesin) bizzat hazırladığı planlar ve alternatifler çerçevesinde yürütüldü.
Seyyid Nasrullah, bu zorlu dönemin farkındaydı ve böyle bir süreçte özellikle kendisinin liderlik ederek direnişi hem moral hem stratejik anlamda desteklemesi gerektiğini biliyordu.
Direnişin mensuplarına, çevresine ve destekçilerine bu süreçte yol göstermek ve onları motive etmek için elinden geleni yaptı. Direnişin karşılaşacağı zorlukları, bu zorlukların aşılması gerektiğini ve zaferin ya şehadetle ya da sahadaki başarıyla geleceğini açık bir şekilde ifade etti.
Bunun ardından hem liderleri hem savaşçıları hem savaşçıları hem de takipçileri tek bir noktaya yönlendirdi: Meydan. Zira meydan, işlerin nihai olarak çözüme kavuştuğu yerdi ve sonuçlar doğrultusunda geleceğin şekilleneceğini söyledi.
Bunlarla birlikte, saldırıların son bulması ve düşmanın hedeflerinin başarısızlığa uğratılması için dolaylı müzakere kapısını açık bıraktı.
Bu müzakereler, direnişin, halkın ve vatanın çıkarlarına hizmet edecek şekilde ve ulusal egemenliği koruma amacıyla yürütüldü. Nasrullah, bu süreçte müzakereleri yönetme konusunda derin güven duyduğu, kardeşlik ve resmi görev bilinciyle Hizbullah ile Emel Hareketi’nin ortak hedeflerini ve ulusal çıkarları savunan Meclis Başkanı Nebih Berri’ye tam yetki verdi.
Berri, Hizbullah ile Emel Hareketi arasında var olan birlikteliğin, ortak kaderin ve aynı hedeflerin açık bir temsilcisiydi.
Tüm bu dört ana sebepten dolayı, düşmana karşı kazanılan bu zaferin tadı buruk oluyor. Zira her bir direniş şehidinin değeri, gayri meşru Siyonist rejimin ve onun ırkçı, terörist liderliğinin tamamından daha büyük ve daha anlamlıdır.
Evet, düşmana karşı zaferin bedeli ağır ve fazla; ancak haysiyetin korunması, direnişin devamlılığı, direniş çizgisinin sağlam kalması ve milli egemenliğin korunması, tüm bu fedakarlıklardan çok daha kıymetli ve önemlidir.
Direniş, düşmanı topraklarımızı işgal etmekten, varlığını ve rolünü sona erdirmekten alıkoyduğunda, ülkenin egemenliğini koruduğunda, gaspçı Siyonist rejimin ve onu destekleyenlerin hayallerini, kendi planlarına göre yeni bir Orta Doğu haritası çizme projelerini boşa çıkardığında, sabrı, direnci ve mücahitlerinin cesaretiyle pek çok ordu ve devletin başaramayacağı bir zafer kazanmış demektir.
Batılı emperyalist güçler tüm ağırlıklarını Siyonist düşmanın yanında koyup, onun hedeflerine ulaşması için her türlü desteği sağlarken, buna rağmen düşmanın, direnişin cesareti, kararlılığı ve halkının ona olan güçlü desteği sayesinde başarısızlığa uğraması, kaybedilenlere ve yapılan fedakarlıklara rağmen büyük bir zaferdir.
Direnişi bağrına basan, onunla birlikte fedakarlıklar yapan, tüm Lübnanlılar adına evlerinin ve köylerinin yıkımına ve tehcirin zorluklarına katlanan sadık ve onurlu halkımıza söyleyeceğimiz şudur: Siz, düşmanın ve onu destekleyenlerin hedeflerini çökerten, toprağınızı, ülkenizi, özgürlüğünüzü ve haysiyetinizi koruyan kahraman evlatlarınızla gurur duyabilirsiniz.
Bu onurlu direniş sayesinde, düşman vahşetiyle ülkemizi ve halkımızı boyun eğmeye ya da Lübnan’ı, geçmişte 17 Mayıs’taki utanç verici teslimiyet anlaşmasıyla başarmak istediği gibi, bir İsrail mandasına dönüştürme hayalini gerçekleştirememiştir.
Evet, biz düşmana karşı zafer kazandık ve onun Lübnan’daki planlarını bozguna uğrattık. İşte bu yüzden bizler, başımız dik bir şekilde kahramanlık, onur ve yurtseverlikten bahsetme hakkına sahibiz.
Ve hiçbir şey, kolayca teslim olmayı, boyun eğmeyi tercih eden veya düşmanın ülkemize dayatmak istediği gerçekleri kabullenmeye razı olanların söylemleri, bu haklı gururumuzu etkileyemez.
Yıkılanı yeniden inşa etmek mümkündür, ancak eğer onur ve şeref bir kez kaybedilirse, bunları ne geri almak ne de onarmak mümkün olur.
Çeviri: YDH