YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, yazısında Lübnan’ın güneyindeki İsrail ihlallerine karşı direnişin kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. İnsanlar savaştan yorulmuş ve yerinden edilmek istemese de işgal güçlerine karşı direnmenin maliyetinin, mevcut durumu kabullenmenin bedelinden daha düşük olduğunu belirtiyor. Lübnan devleti, İsrail’in saldırgan politikalarına karşı etkili adımlar atmakta yetersiz kalıyor. Ordu ve siyasi liderlik, ABD ve Batılı güçlerin müdahalelerini talep etse de karşılık alınamıyor. Bu durum, İsrail’in güney Lübnan’daki ihlallerini artırarak devam ettirmesine zemin hazırlıyor.
Ordunun güneye hızlı bir şekilde konuşlanmasını engelleyen nedir? İnsanlar, uluslararası güvencelerin İsrail’in devam eden saldırganlığını durduracağına nasıl güvenebilir? ABD’nin sahiden de düşman için caydırıcı bir unsur ve 1701 sayılı kararın uygulanması anlaşmasına bağlı kalmasının bir garantisi olduğu doğru mu?
Şu ana kadar, en çok zor durumda olan taraf, sorumluluğunu yerine getirmiyor gibi görünüyor. Lübnan’ın düşmanı durduracak somut adımlar atamamasıyla ilgili öne sürülen tüm gerekçeler, anlaşmanın ilk gününden beri ortaya çıkan temel açığı kapatmaya yetmiyor.
Bu açık, düşmanın kendisini kontrol ve galip taraf olarak görmesi, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etme hakkı olduğunu düşünmesi ve Beşli Komiteye katılan güçlerin, düşmanın sınır yakınındaki tüm bölgelerde, hatta ikinci hat köylerine kadar uzanan operasyonlarına devam etmesini engelleyecek herhangi bir otoriteye sahip olmamasıdır.
Ordu komutanlığının, İsrail’in yaptıklarının onları zor durumda bıraktığını Amerikan tarafına ilettiği söylendi. Fakat Amerika bunu umursamıyor. Başbakan Necib Mikati, Amerikalılara ve Batılılara, İsrail’in yaptıklarının anlaşmayı baltaladığını ve onu devirme tehdidi oluşturduğunu söyledi ama onu dinleyenler ikna edici bir yanıt vermiyor.
Meclis Başkanı Nebih Berri ise özellikle Amerikan tarafını harekete geçmeye çağırıyor, zira İsrail’in yaptıkları anlaşmanın hem uluslararası hem de yerel meşruiyetini zayıflatacak.
Bunların yanı sıra, bazı Avrupalı çevrelerden ve güneydeki uluslararası güçlerde görevli subaylardan gelen sesler, İsrail’in Hizbullah’a işgal güçlerine karşı yapacağı herhangi bir askeri eylem için meşruiyet kapısı açtığını söylüyor. Fakat yine de işler İsrail’in istediği şekilde ilerliyor.
Elbette, herhangi bir Lübnanlı tarafın, özellikle de “egemenlikçilerin”, İsrail’in yaptıklarını kınayan açıklamalar yapmasını bekleyemeyiz. Hatta tam tersine, bu grubun medya mensupları, düşmanın yaptıklarını meşrulaştırıyor ve Hizbullah’ın kendisinden bekleneni yerine getirmediğini, Litani Nehri’nin güneyindeki askerlerini hâlâ gizlediğini söylüyorlar. Bu kişiler, Hizbullah’ın askerlerini köylülerin çocukları olarak gösterdiğini iddia ediyor.
İlginç olan, bu seslerin sadece düşmanın savaştaki anlatısını benimsemekle kalmayıp, aynı zamanda düşmanın çılgınlığına kılıf sağlaması ve güney köylerinin sakinlerini Hizbullah askeri oldukları gerekçesiyle bölgeden çıkarmasıdır.
Bunun yanı sıra, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkelerinden destek ve finansman alan bu sesler, Hizbullah’ın Litani Nehri’nin güneyindeki kapasitelerinden bahsediyor ve Hizbullah’ın bunları gizlediğini, orduya sadece bir kısmını teslim ettiğini söylüyor.
Pratikte, tüm bunlar bizi tekrar şu soruya yönlendiriyor: Saldırganlığı durdurabilecek taraf kim? Direnişin ne yapabileceğiyle ilgili yapılan her yan tartışmada, direniş tarafından gelecek herhangi bir yanıtın savaşı yeniden başlatacağını söyleyenler çıkıyor.
Dolayısıyla, savaşın yeniden başlamasını istemeyenler, düşmanın ihlallerini durdurmak için seslerini yükseltmek yerine, direnişi düşmanı caydıracak bir eylemde bulunmaya çağırmaya karşı çıkıyorlar. Ancak aynı zamanda, ABD, Fransa, uluslararası güçler ve hatta Lübnan ordusunun düşmanın saldırılarını sürdürmesini engelleyememesi karşısında sessiz kalıyorlar.
Bugün, anlaşmanın uygulanması için öngörülen iki aylık sürenin ikinci ayına girdik. Geçen otuz gün içinde, düşman, cephe köylerinde direnişle olan 14 aylık çatışmalarda yıktıklarının iki katını yıktı. Ayrıca, bu köylerin on binlerce sakininin köylerine dönmesini engellemeye devam ediyor ve kurtarma ekipleri ile sivil savunma ekiplerinin direnişçi şehitlerin ya da enkaz altında kalan sivillerin naaşlarını çıkarmasına izin vermiyor.
Elbette, düşmanın yaptıklarını açıklama ya da meşrulaştırma gibi bir derdi yok. Fakat tekil olarak askeri ve güvenlik yetkililerinin kullandığı ifadeler, bu köylerde Hizbullah’a ait varlıkları ortadan kaldırarak anlaşmayı uyguladıkları yönünde.
Aynı zamanda, kuzeydeki yerleşimcilere, İsrail’in Lübnan’ın güneyindeki vatandaşların, kendileri kuzeydeki yerleşimlere dönmeden önce bölgeye dönmelerine izin vermeyeceğini söylüyorlar.
Peki, kalan altmış günlük sürede ne beklenebilir?
Açıkça görülüyor ki, düşman bu politikasını farklı hesaplarla belirlemişti, ancak Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak kendisini daha rahat hissetti.
Suriye’deki rejimin çöküşünden bir gün sonra işgal edilen Suriye köylerine onlarca araç ve binlerce asker konuşlandırdı. Aynı zamanda, uçaklarının ulaşabildiği her yerde Suriye ordusuna ait kaynakları yok etmek için hava saldırıları düzenlemeye ve Lübnan sınırındaki noktaları, Hizbullah’ın Suriye’den silah taşımak için kullandığı gerekçesiyle bombalamaya devam ediyor.
Elbette, Şam’da bu saldırılara karşı sesini yükselten yok ve Suriye’de düşmana yanıt verebilecek bir güç de bulunmuyor. Yeni yetkililer, eski rejimin yaptığı gibi, bu saldırılar karşısında sessiz kalmayı sürdürüyor.
Ancak, düşman anlaşmayı, Lübnan’a karşı savaşın arifesinde sahip olduğu ve Filistin sınırına bitişik bölgeyi insansız tutmayı amaçlayan hedefine ulaşmasını sağlayacak şekilde değiştirmeye mi çalışıyor?
Düşman, bu denklemi, Lübnan, uluslararası ya da Birleşmiş Milletler tarafından herhangi bir caydırıcılık olmaksızın dayatabilecek bir konumda mı?
Elbette, düşmanın yaptıkları öncelikle bu köylerin sakinlerini ve geçim kaynaklarını vuruyor ama aynı zamanda Lübnan-Arap-uluslararası ekibin, uluslararası toplumun ve uluslararası meşruiyetin sağladıklarını benimseme konusundaki mantığını da doğrudan etkiliyor.
Ancak işgal ordusunun yaptıklarının tek sonucu, direnişin yaptığı herhangi bir eylemin meşruiyetini yeniden tesis etmek oluyor.
Bu ister Hizbullah ölçeğinde olsun ister düşmanın yaptıklarıyla yüzleşmek zorunda kalan yeni gruplar ölçeğinde olsun fark etmiyor.
İnsanlar savaştan yorulmuş olsa da ve yeniden yerinden edilmek istemese de işgal güçleriyle yüzleşmenin bedeli, şu anda yapılanlara razı olmanın bedelinden daha az olacaktır. Bu direniş, düşmanın bu kibir ve üstünlük taslamasına karşı kullanılabilecek tek seçenektir.
Çeviri: YDH