Lübnan'da Mahmud Abbas deneyimine hayran bir iktidar var

24 Mart 2025

"Ne Lübnan hükümeti ne de İsrail, saldırının Hizbullah tarafından yapıldığını kesin olarak kanıtlayabiliyor. Ama en kolayı, suçu doğrudan Hizbullah’a atmak."

YDH - Lübnan’daki yeni hükümet, direnişin sonlandığını ve diplomasiyle sonuç alacaklarını savunuyor. Ancak sahadaki gerçekler bu söylemi boşa çıkarıyor. İsrail’in saldırıları sürerken, hükümet yetkilileri sessiz kalıyor ya da suçu Hizbullah’a atıyor. El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin'e göre yeni hükümetin politikaları, giderek Filistin Yönetimi’nin İsrail’e boyun eğen yaklaşımına benziyor.

Herkes o eski fıkrayı, o sınavı hatırlar. Bir çocuk babasına teorik bilgiyle pratik arasındaki farkı sorar. Tabii, orijinal versiyon biraz cinsiyetçi olduğu için bu, güncellenmişi.

Baba oğluna şöyle der: “Diyelim ki 100 bin dolara ihtiyacımız var ama işlerimizden bu parayı kazanamayız. Ama kardeşlerin, komşumuzun kasasını açıp ailesini dolandırarak bu parayı bulabilirler. Peki, sen ve kardeşlerin bu fikre ne dersiniz?”

Çocuk, kardeşlerine danışır ve hepsi teklifi kabul eder. Babasına dönüp durumu anlatınca, babası şu cevabı verir: “Fazı misal artık 100 bin dolarımız var ve tüm sorunlarımızı çözebiliriz. Ama pratikte, hırsız bir aile olduğumuz ortaya çıktı!”

Bu yılın başında Lübnan’da yeni bir hükümet şekillendiğinden beri, ülke bayat söylemlerle çalkalanıyor.

Öyle ki, eskimiş “tahtadan” sıfatı [Lübnan direnişini aşağılamak için kullanılan kelime, ç.n.] bile bu söylemlerin yavanlığını anlatmaya yetmez.

Yeni hükümetin siyasi figürleri, sürekli olarak "direniş dönemi bitti, şimdi diplomasi zamanı" söylemini tekrar ediyorlar.

Onlara göre Lübnan, diplomatik ilişkileri sayesinde düşmanı geri çekilmeye ve saldırıları durdurmaya zorlayacak.

Dahası, Lübnan ordusunun kendi başına düşmanı caydıracağı ve saldırılara karşılık vereceği iddia ediliyor.

Ancak, 27 Kasım’da ateşkes ilan edildiğinden bu yana geçen süreç, sahadaki gerçekliği çok net ortaya koyuyor.

Düşman hâlâ geniş Lübnan topraklarını işgal ediyor. Üstelik bu, sadece son saldırılarda ele geçirilen alanlarla sınırlı değil; son yirmi yılda, 1980’lerde ve hatta altmış yıl önce işgal ettiği bölgeler de var.

Bununla da kalmıyor; İsrail, Lübnan’ın dört bir yanına ölüm ve yıkım saçmaya devam ediyor.

Üstelik bunu, aslında Lübnan hükümetinin ve ordusunun yapması gereken şeyin (yani, insanları öldürmek ve altyapıyı yok etmek!) bu olduğunu iddia ederek meşrulaştırıyor.

Yeni hükümetin kilit isimleri ise tüm bu yaşananlar karşısında sessizliğe büründü.

Konuştuklarında da, ancak baskı altındayken ve isteksizce konuşuyorlar.

Söyledikleri de hep aynı klişe: “Diplomasi haklarımızı geri alacak, ordu güvenliği sağlayacak.”

Fakat ne zaman saldırılar genişlese ve ABD ile İsrail'in talepleri doğrudan siyasi müzakerelere yönelse, yönetimdeki isimler yine suskunluğa gömülüyor.

Ancak yeni hükümet içindeki bazı isimler, aslında herkesin ne düşündüğünü açıkça dile getiriyor. Dışişleri Bakanı Yusuf Recci de bunlardan biri.

Daha önce onu, açık fikirli, mantıklı değerlendirmeler yapan bir diplomat olarak tanıyan meslektaşları, şimdi onun sadece siyasi kampına değil, doğrudan Amerikan-İsrail eksenine hizmet eden bir propaganda aracı haline geldiğini gördü.

Recci, bir politikacı ya da gazeteci değil. O, Lübnan’ın dışişleri bakanı ve dolayısıyla ülkenin dış politikada resmi sözcüsü.

Ancak onun söylemlerine karşı ne Cumhurbaşkanı Jozef Aun'dan ne Başbakan Nevaf Selam’dan ne de kabine üyelerinden en ufak bir eleştiri geldi.

Kimse ona söylediklerini sorgulama gereği duymadı.

Bu şaşkınlık, hükümetin genel yaklaşımını gözlemleyince kayboluyor. Zira aynı isimler, uluslararası aktörlerle görüşmelerinde, Lübnan’ın geleceğine dair gerçek niyetlerini açıkça ifade ediyorlar.

Ne zaman güney Lübnan’dan İsrail’e roket atılsa, hükümetteki isimler önce sessiz kalıyor.

Ancak İsrail’in saldırıları karşısında da hiçbir şey söylemeyen bu çevreler, aniden “vatanseverlik” dalgasına kapılıp öfkeli açıklamalar yapmaya başlıyorlar.

Daha ortada bir askeri sözcünün açıklaması bile yokken, herkes ağız birliği etmişçesine Hizbullah’ı suçluyor.

Oysa ne Lübnan hükümeti ne de İsrail, saldırının Hizbullah tarafından yapıldığını kesin olarak kanıtlayabiliyor. Ama en kolayı, suçu doğrudan Hizbullah’a atmak.

Oysa hükümetteki isimler çok iyi biliyor ki, artık güney Lübnan’daki güvenlikten kendileri sorumlu.

Hizbullah bu bölgelerden çekildi, silahlarını teslim etti ve hatta yok edilmelerine izin verdi.

Uluslararası güçler ise gece gündüz bölgeyi izliyor. Üstelik her gün Amerikalı bir general, İsrail’in taleplerini Lübnan hükümetine iletiyor.

Teoride, yeni hükümet sürekli olarak güvenlik, istikrar ve diplomatik başarı söylemleriyle gündemde.

Onlara göre dünya Lübnan’ın yanında, diplomasi mutlaka topraklarını geri kazandıracak ve ülkenin egemenliği korunacak.

Peki ya pratikte?

Gerçek şu ki, bu hükümet, Ramallah’taki Filistin yönetimine her geçen gün daha çok benziyor.

İsrail’in, Batı’nın ve bölgesel müttefiklerinin emirlerine tam anlamıyla boyun eğen bir otorite haline geliyor.

Muhalif sesleri bastırmaya, direnişi sindirmeye hevesli bir hükümet şekilleniyor.

Üstelik bunu yüksek sesle ilan etmekten de çekinmiyorlar. Her platformda, her dilden ve her lehçede, direnişe karşı olduklarını söylüyorlar.

Kapalı kapılar ardında ise en ağır yeminleri ederek, direnişin silahlarını en kısa sürede ortadan kaldırmak istediklerini belirtiyorlar.

Bunu en açık şekilde ifade edenlerden biri de Gassan Hasbani oldu. Hasbani, Lübnan’ın güneyde Hizbullah’ı İsrail’in, doğuda ise Culani milislerinin ortadan kaldırmasını bekleyeceğini açıkça dile getirdi.

Ancak kendisi, senaryosunun eksik kalan kısmını açıklamayı unuttu: Acaba Lübnan ordusu ya da kendi siyasi hareketi olan Lübnan Kuvvetleri, ülke içindeki Hizbullah üyelerini de hedef alacak mı?

Çeviri: YDH