YDH- Araştırmacı Yazar Ahmet Erdem, İsrail rejiminin tüm sansürüne rağmen medyaya yansıyan verilerden hareketle İran’la yapılan 12 günlük savaşın İsrailliler tarafından nasıl değerlendirildiğini inceledi.
İran ile İsrail arasında yaşanan 12 günlük savaş, yalnızca bir askeri çatışma değil, aynı zamanda İsrail toplumunda güvenlik ve istihbarat alanlarında bir sarsıntıya neden olan bir psikolojik depremdi. Resmi makamlar, savaşın ilk saatlerinde “tam isabet” ve “güçlü darbe” söylemlerini ön plana çıkarmış olsalar da, İsrail’deki toplumun tepkileri hızla farklı bir yöne evrildi.
İsrail medyası, düşünce kuruluşları, kamuoyu araştırmaları ve anketler açıkça gösterdi ki; yaşanan sadece askeri bir yetersizlik değil, aynı zamanda kamu güvenliği, sivil koruma ve psikolojik dayanıklılık açısından da büyük bir güven kaybıydı. Halkın sığınaklara erişememesi, birçok bölgede savunmasız kalınması, güvensizlik hissinin yayılması ve devlet otoritesine olan inancın sarsılması bu sürecin temel unsurlarıydı.
Bu makale, güvenilir kaynaklara dayalı olarak, savaşın İsrail içindeki psikolojik etkilerini medya, kamuoyu ve güvenlik açılarından incelemekte ve İsrail toplumundaki “dokunulmazlık” algısının nasıl çöktüğünü analiz etmektedir.
İsrail saldırısının ilk saatlerinde basında ve kamuoyunda oluşan zafer coşkusu, İran’ın karşılık vermeye başlamasından sonra hayal kırıklığına ve paniğe dönüştü. İran füzelerinin çok katmanlı hava savunmasını kolayca geçerek öngörülen tüm hedefleri net bir isabetle vurmaya başlamasının ardından İsrail medyasında yayımlanan haberler, çoğunlukla panik, korku ve güvenlik kaosunu yansıttı.
Manşetlerde zafer değil, hazırlıksızlık, sivil savunmadaki zafiyet ve halkın yaşadığı çaresizlik öne çıktı:
Ynet News sitesinde 13 Haziran 2025 tarihli haberde şöyle denildi:
“İran’ın füze saldırılarının başlamasıyla birlikte ülke genelinde alarm sistemleri devreye girdi; Tel Aviv ve merkez bölgelerde sirenler çaldı. İnsanlar nereye sığınacaklarını bilemez haldeydi.”
Aynı haberde Ben Gurion Havalimanı’ndaki uçuşların iptali, okullarda eğitimin durması ve uzaktan eğitimin kesintiye uğraması da vurgulandı. Genel üslup olağanüstü hâl atmosferini yansıtıyordu.
Haaretz gazetesinin 17 Haziran 2025 tarihli başyazısında ise şu eleştiri yer aldı:
“İsrail, Tahran’ı hassas şekilde hedef aldı; fakat kendi vatandaşlarını savunmasız bıraktı.”
Yazıda, on binlerce sivilin sığınaksız bir şekilde saldırılara maruz kaldığı ve ordu ile iç savunma arasında ciddi bir kopukluk olduğu belirtildi.
Jerusalem Post gazetesi 23 Haziran 2025’te şu haberi verdi:
“İran’a ait bir füze, İsrail’in güneyine radar sistemleri tarafından tespit edilmeden isabet etti.”
Haberde, İsrail ordusunun bu olay üzerine “insan hatasını” kabul ettiği ve erken uyarı sistemlerinin çökmesinin halkın güvenini ciddi şekilde sarstığı aktarıldı.
Haaretz gazetesinde 25 Haziran 2025’te yayınlanan bir analizde ise şöyle denildi:
“Gerçeklik ile devletin ‘hazırız’ söylemi arasındaki fark çok açık. Birçok vatandaş sığınaklara erişemedi. Bu, insan hayatı açısından ciddi bir riskti.”
+972 Magazine‘den Oren Ziv’in 24 Haziran 2025 tarihli haberinde ise Tel Aviv’deki sivillerin yaşadığı panik şu ifadelerle aktarıldı:
“İnsanlar çığlık atıyor, çocuklarını arıyordu. Ne siren vardı ne de sığınak. Sadece patlama sesi ve korku.”
Bu haber, ilk kez pek çok İsrailli için “dokunulmazlık hissinin çöktüğünü” vurguluyordu.
İsrail medyasında füze saldırılarından sonra en çok öne çıkan eleştiri başlıklarından biri, ordu ve istihbarat birimlerinin zafiyeti ve koordinasyon eksikliğiydi. Kamuoyuna sunulan “hesaplanmış ve güçlü bir yanıt” söylemine karşın, gerçekte tepki sürecinde ciddi düzensizlikler ve savunma sistemlerinde aksaklıklar yaşandığı ortaya çıktı.
Jerusalem Post gazetesi 23 Haziran 2025’te resmi bir ordu açıklamasına dayanan haberinde şu ifadeleri kullandı:
“İran’a ait bir füze, İsrail’in güneyine erken uyarı yapılmadan ve radar tarafından algılanmadan düştü. Sözcü, ‘uyarı yapılmaması, insan hatasıdır’ diyerek sorumluluğu kabul etti.”
Bu olay, İsrail’in erken uyarı sistemlerinin başarısızlığına dair önemli bir göstergedir.
Haaretz gazetesinin 25 Haziran 2025 tarihli yazısı, durumu daha açık bir dille ele aldı:
“İsrail, İran topraklarında operasyonlar yürütürken, kendi halkını korumayı ihmal etti. Ordu dış operasyonlarla meşgulken, iç cephede gerekli önlemler alınmamıştı. Bu, ordu ile iç savunma yapıları arasındaki derin kopukluğu ortaya koydu.”
Aynı şekilde Haaretz gazetesi 17 Haziran 2025 tarihli başyazısında şu tespiti yaptı:
“İstihbarat kurumları, İran’ın saldırı kapasitesini ve menzilini doğru değerlendiremedi. Sadece saldırının olabileceğini öngörmek yeterli değildi; cephe hattı bu tehdide hazırlıksız yakalandı.”
İran’ın füze saldırıları sonrası yaşanan kaos, halkın İsrail devleti ve savunma kurumlarına olan güveninde ciddi bir kırılmaya yol açtı. İsrail Demokrasi Enstitüsü (IDI) tarafından Haziran 2025’te yapılan bir anket, bu değişimi açıkça ortaya koydu.
Haaretz gazetesi 2 Temmuz 2025’te anket sonuçlarını şöyle aktardı:
“Yahudi İsraillilerin yalnızca %46’sı ve Arap İsraillilerin %10’u Başbakan Netanyahu’ya güven duyduğunu belirtti. Buna karşın İsrail ordusunun başındaki isim olan Genelkurmay Başkanı’na güven oranı %77, Mossad Başkanı’na güven ise %70 seviyesindeydi.”
Bu veriler, halkın siyasi liderliğe güvenini kaybettiğini ancak profesyonel güvenlik yapılarındaki isimlere hâlâ destek verdiğini gösteriyordu. Eğitim, savunma ve maliye bakanlıkları gibi diğer devlet kurumlarına olan güven ise %25’in altına düşmüş durumdaydı.
Times of Israel sitesinde 2 Temmuz 2025’te yayınlanan haberde şu ifadeler yer aldı:
“İsrail halkının yalnızca %40’ı mevcut hükümete güven duyduğunu belirtiyor. Buna karşın ordu ve istihbarat kurumlarına olan güven hâlâ yüksek.”
Bu tablo, güvenlik ve karar alma yapıları arasında ciddi bir uyumsuzluk ve siyasi liderliğe karşı yaygın bir hoşnutsuzluk olduğunu gösteriyor.
Savaş ilerledikçe, İsrail kamuoyu ve medya, savaşın gerçek amaçlarını daha sorgulayıcı bir dille tartışmaya başladı. Başlangıçta “İran’a karşı caydırıcılık sağlamak” gerekçesi öne sürülse de günler geçtikçe bu söylemin yerini “siyasi çıkar” tartışmaları aldı.
Haaretz gazetesi 2 Temmuz 2025 tarihli başyazısında şu uyarıda bulundu:
“Bu savaş caydırıcılık amacıyla başladıysa bile, bugün siyasi bir hesapla sürdürülen bir stratejiye dönüşmüş durumda. Belki de bu, Netanyahu’nun kendi siyasi geleceğini güvence altına almak için başlattığı bir savaş halini aldı.”
Yazar, bu çatışmaların Trump hükümetinin Amerika’daki iktidarının ilk aylarında gerçekleştiğine işaret ederek “güvenlik krizinin şiddetlenmesi, İsrail içindeki siyasi gündemin değiştirilmesi için bir vesile olabilir”tezini ileri sürdü.
Israel Democracy Institute tarafından yapılan ve Haaretz ile Times of Israel tarafından 2 Temmuz 2025’te yayımlanan anket de bu değerlendirmeleri destekledi. Ankete göre, İsraillilerin %49’u erken seçimlerin yapılmasını destekliyordu. Bu rakam, İsrail toplumunun önemli bir kısmının savaş sırasında bile siyasi liderliğin meşruiyetini sorunlu gördüğünü gösteriyordu. Çünkü seçimlerin zamanında yapılması gerektiğini savunanların oranı yüzde 42’de kalmıştı.
Söz konusu ankete göre seçimlerin yapılması halinde Netanyahu liderliğindeki koalisyon, 120 sandalyeli İsrail meclisinde 61 sandalye kazanabiliyordu. Yani parlamento çoğunluğu açısından düşme sınırında bulunuyordu. Gerçi çoğunluğu koruyordu; ancak çok kırılgan olacaktı ve toplumsal desteğin azaldığı görülüyordu.
2 Temmuz tarihli Times of Israel gazetesi, bu ankete dayanarak şu sonuca varıyordu:
Kamuoyu orduya ve Mossad’a hala yüksek oranda güveniyor. Başbakan Netanyahu, savaş atmosferini siyasi hasarı tamir etmek için kullanmayı başaramadı. Seçmenlerin çoğu savaşı bile topluma cevap vermekten kaçmak için kullanılan bir araç olarak görüyor.
Ayrıca Haaretz’den Amos Harel ve Israel Polycy Forum’dan Neri Zilber’in katıldığı Israel Polycy Pod adlı podcast da bu analizi destekliyor. Bu programda konuklar şunu vurguladı: Savaşı genişletme kararı askeri değerlendirmelere bağlı olmaktan çok İsrail içindeki siyasi mantığa ve Amerika’daki yeni hükümetle ilişkileri güçlendirmek için çaba gösterilmesine bağlıdır.
Sonuç olarak medya ve kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki İsrail toplumunun önemli bir kesimine göre savaşın başlangıcında öne sürülen “caydırıcılık” gerekçesi artık inandırıcılığını yitirdi, savaşın asıl amacı güvenlik meselesini siyasi çıkarlar için kullanmak oldu.
İran’ın füze saldırıları, sadece askeri değil, doğrudan günlük hayat, güvenlik duygusu ve toplumsal yapı üzerinde de ciddi bir etki yarattı. İç savunma sistemlerinin devreye girmemesi, erken uyarıların çalışmaması ve bazı şehirlerin saldırılara hazırlıksız yakalanması, halkta korku, panik ve devlete karşı güvensizlik oluşturdu.
+972 Magazine yazarı Oren Ziv, 24 Haziran 2025 tarihli makalesinde, Tel Aviv sakinlerinin şu sözlerine yer verdi:
“Ne siren vardı, ne sığınak. Sadece patlama sesi ve panik vardı. İnsanlar nereye kaçacağını bilemiyordu.”
Yazıda ayrıca şu ifade yer aldı: “Bu, birçok İsraillinin hayatında ilk kez devletin kendilerini yalnız bırakabileceğini tecrübe ettiği bir andı.”
Bu travma, sadece fiziksel tehditlerle sınırlı değildi. Ziv’in haberinde, füze saldırılarının yalnızca güney kentlerle sınırlı kalmadığı, neredeyse tüm ülkeyi etkilediği vurgulandı:
“İnsanlar Bi’ir Seba’dan Tel Aviv’e kadar ülke genelinde kendini tehdit altında hissetti.”
Jewish Philanthropy sitesinde 3 Temmuz 2025’te yayımlanan haberde ise şu uyarı yer aldı:
“İsrail’de psikiyatri uzmanları, 20 aydır süren çatışmaların ardından savaşla bağlantılı psikiyatrik hastalıkların bir ‘tsunami’sinin kapıda olduğunu söylüyor.”
Dr. Ofer Meir isimli bir psikiyatr şu ifadeyi kullandı:
“Şu anda insanlar anksiyete, uykusuzluk, panik atak ve devlet kurumlarına karşı güven eksikliği nedeniyle acil yardım arıyor.”
Rapora göre, kadınlar, çocuklar, göçmenler ve sosyoekonomik olarak dezavantajlı kesimler, bu krizden en çok etkilenen gruplar oldu. Sosyal hizmet uzmanları ise şunu belirtti:
“Bu kriz birkaç haftalık değil, aylar ve yıllar sürecek bir ruhsal yıkımın habercisidir.”
Psikolojik kriz, sadece birey düzeyinde değil, aynı zamanda toplumsal düzlemde de kendini gösterdi. Uzmanlar, toplumda dayanışmanın zayıfladığını, siyasi ve sosyal kutuplaşmanın derinleştiğini ve hükümete karşı güvensizliğin arttığını vurguladı.
Sonuçta bu savaş, İsrail vatandaşları için yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir yıkım anlamına geldi:
“İsrailliler artık sadece tehdit altındaki bir ülke değil; kronik bir güvensizlik ve belirsizlik hissiyle yaşayan bir toplumdur.”
Savaşın ilk günlerinde İsrail medyasının dili büyük ölçüde zaferciydi. “Mossad’ın Tahran’daki eli”, “İsrail’in nokta atışı” ve “İran’ın kalbine darbe” gibi manşetler dikkat çekiyordu. Ancak günler geçtikçe medya dili değişmeye başladı.
Haaretz gazetesinin 25 Haziran 2025’te yayımladığı analizde, medya söylemindeki bu kırılma şu sözlerle ifade edildi:
“Başlangıçta yüksek güvenle konuşuluyordu. Ama savaşın iç cephesindeki kaos, koordinasyonsuzluk ve sığınaksızlık ortaya çıkınca bu özgüven yerini soru işaretlerine bıraktı. Artık sorulan soru şudur: Bu savaşın amacı neydi?”
Times of Israel sitesinde savaşın ikinci haftasında yayınlanan analizde, kamuoyundaki güven kaybı ve “elde edilen kazanımların” gerçekliği sorgulanıyordu.
Jacob Magid imzalı yazıda şu ifade yer aldı:
“Ordu güçlü bir darbe vurmuş olabilir. Ama hâlâ cevaplanmayan asıl soru şu: İsrail toplumu bu savaşın bedeline hazır mıydı?”
Israel Policy Pod podcast programında da benzer sorular gündeme geldi. Haaretz’ten Amos Harel ve Israel Policy Forum’dan Neri Zilber, savaşın muhtemelen siyasi nedenlerle büyütüldüğünü ve askeri değil diplomatik ilişkileri etkileyen bir araç haline geldiğini tartıştılar.
“Karar, askeri mantıktan çok siyasi hesaplara dayanıyor olabilir,” dediler.
Bu söylem değişimi, İsrail toplumundaki güven krizini ve karar vericilere yönelik sorgulayıcı yaklaşımın artışını yansıttı. Başta sembol olarak sunulan “caydırıcılık savaşı”, giderek “güvensizlik savaşı”na dönüştü.
12 günlük İsrail-İran savaşı, iki taraf açısından yalnızca askeri bir sınav değil, aynı zamanda ülkenin bütünlüğü ve ulusal gücü için de bir sınavdı. Her ne kadar İsrail’in iç kurumları, bu savaşı “taarruz gücü”nün ve “caydırıcılık yeteneği”nin bir göstergesi olarak yansıtmaya çalışmış olsa da, kamuoyu araştırmaları, toplumsal anlatılar ve medyada yer alan haberler, bunun tam aksini, yani şaşkınlık, güven eksikliği, psikolojik kriz, yapısal kırılmalar ve derin bir güven bunalımını ortaya koydu.
Savaşın başlamasıyla birlikte, ülkenin her yerinde acil durum sistemlerinin aktif hâle gelmesi, hava saldırısı sirenlerinin çalması ve şehirlerde yaşanan kaos görüntüleri; İsrail’in sivil savunmasının sınırlarının açığa çıkmasına neden oldu.
Tüm sansüre rağmen medyaya yansıyan haberler ordu ve istihbarat örgütlerinin zafiyetlerini ifşa etti. Ordunun “insani hata” yaptığı ve erken uyarı sistemlerinin başarısız olduğu açıkça kabul edildi. Hava savunma sisteminin başarısızlığı yalnızca teknik değil, aynı zamanda stratejik bir zayıflık olarak değerlendirildi. Çünkü bunlar İsrail rejiminin iddia ettiği gibi teknik veya insani hatalardan değil, İran’ın elektronik saldırılarına karşı koyamamalarından kaynaklanmıştı.
Kamuoyu araştırmaları, toplumda güvenin derin şekilde sarsıldığını ortaya koydu. Her ne kadar ordu ve Mossad hâlâ halkın desteğini alsa da, diğer sivil kurumlara – özellikle de hükümete – duyulan güven dramatik biçimde düşmüş durumda.
Savaşın yalnızca dışsal bir tehdide karşı verilmiş zorunlu bir karşılık değil, aynı zamanda hükümetin dikkatleri iç meselelerden başka yöne çevirmek için kullandığı bir araç olduğu yönünde de yaygın bir kanaat oluştu.
Savaşla birlikte, korku, psikolojik bozulma, barınak eksikliği ve sığınaklara erişim konusundaki güvensizlik; savaşın toplumsal ve psikolojik etkilerinin yalnızca birkaç hafta ya da ay değil, belki de yıllar boyunca süreceğine dair güçlü bir işaretti.
Son olarak; medyada yaşanan söylem değişimi – yani başlangıçtaki “güç gösterisi” anlatısından, “stratejik başarısızlık” ve “meşruiyet krizi” vurgusuna geçiş – açıkça gösterdi ki, bu savaş İsrail’in iç kamuoyunda bir güven savaşı olarak okunmaya başlandı.
Yani bu, görünürdeki savaşın arkasında, halk ile rejim arasında yaşanan ve daha derin, görünmez bir savaşın işaretiydi: Güvene ve geleceğe karşı savaş.