YDH- Middle East Monitor'de yer bulan analizinde Peyman Salihi, İran’ın Batı’nın geleneksel anlayışlarının ötesinde, felsefi ve siyasi bir söylem olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgularak İran’ın sadece askeri ya da diplomatik bir aktör değil, aynı zamanda Batı merkezli liberal uluslararası düzenin ahlaki ve yapısal temellerine meydan okuyan bir siyasi kimlik taşıdığını belirtiyor.
Günümüzde İran, sadece Batı ile çatışan bir devlet olmanın ötesinde, sömürge belleği, devrim ve uluslararası izolasyonun sınavından geçmiş bir siyasi söylemi temsil ediyor. Bu söylem, yok olmak bir yana, Şam’dan Karakas’a, Beyrut’tan Sana’ya uzanan geniş bir coğrafyada yankılanıyor.
Batı medyası İran’ı çoğunlukla füzeler, santrifüjler veya 'vekil güçler' üzerinden basitleştirirken, Küresel Güney’de giderek daha fazla kişi İran’ı farklı bir mantık olarak görüyor.
Bu alternatif söylem, Haziran 2025’te İsrail’in İran topraklarına düzenlediği sürpriz saldırıdan sonra daha da görünür hale geldi. İsrail’in İran’ın savunma ve nükleer programlarındaki kilit isimlere yönelik saldırısı dünya çapında şok etkisi yarattı.
Ancak asıl değişimi İran’ın tepkisi getirdi. Tahran, saatler içinde komuta yapısını yeniden kurdu ve misilleme olarak sadece İsrail mevzilerine değil, Katar’daki ABD el-Udeyd hava üssüne de saldırılar düzenledi.
Bu, sadece askeri değil, sembolik bir hamleydi: İran artık pasif caydırıcılık rolünü kabul etmeyeceğini ilan ediyordu.
On yıllardır Batı, İran’ı 'izole, mantıksız ve öngörülemez' olarak nitelendirdi ancak Haziran saldırılarına verilen yanıt tam tersi mesaj verdi. İran hızlı, tutarlı ve en önemlisi kararlı bir şekilde hareket etti. Mesaj açıktı: Sadece tepki vermiyor, kendini ortaya koyuyordu.
Bu ortaya koyuş yalnızca jeopolitik değil, felsefi nitelikte. Soğuk Savaş sonrası düzende ilk kez, büyük baskı altında olan bir Batı dışı devlet, çaresizlikten değil, belirgin ve alternatif bir dünya görüşüyle Batı’nın güvenlik mantığını açıkça reddediyor.
İran’ın bugün sergilediği tutumu gerçekten anlamak için nükleer dosya veya yaptırımların ötesine bakmak gerekiyor. İran’ın siyasi kimliği, liberal uluslararası düzenin felsefi temelini sorgulayan tutarlı bir söylem üzerine kurulu.
Batı’nın eşitsizlikleri veya çifte standartları eleştiren diğer muhaliflerinden farklı olarak İran, sistemin kendisinin ahlaki meşruiyetini sorguluyor. Muhalefeti sadece realist değil, ahlaki temellidir; baskı, hegemonya ve kültürel üstünlük varsayımına karşı bir eleştiridir.
Bu söylem üç ana unsurdan güç alır:
1. Liberal uluslararasıcılığa yönelik ahlaki eleştiri:
İran’ın Batı düzenine muhalefeti sadece jeopolitik değil, aynı zamanda uluslararası kurumlara yerleşmiş yapısal adaletsizliğin derin ahlaki reddidir.
2. Gelenek ile jeopolitik rasyonalitenin kaynaşması:
Sovyetler Birliği’nden farklı olarak İran, direnişin İslami ruhunu stratejik ve realpolitik hesaplarla harmanlar. Sonuç, hem ideolojik hem de esnek bir devlet projesi; kendine özgü bir “direniş devleti” dilidir.
3. Küresel Güney’de yumuşak etki:
Latin Amerika’dan Batı Asya’ya kadar İran’ın egemenlik, onur ve emperyalizme karşı duruş söylemi, resmi ittifaklar ya da bloklar olmasa da yankı buluyor.
Batılı politika yapıcılar bu etkiyi propaganda veya ideolojik projeksiyon olarak küçümsese de, görmezden gelmenin sonuçları var. Küresel Güney’de birçok kişi İran’ı bir parya değil, çoğu zaman hileli görülen sistemde direnişin simgesi olarak görüyor.
Şimdi Batı, 2015 nükleer anlaşmasından gelen “snapback” mekanizmasını yeniden devreye sokmaya çalışırken — bu mekanizma İran’ın ciddi ihlalleri durumunda yaptırımların geri getirilmesini sağlıyor — daha derin bir kriz ortaya çıkıyor.
Bu hamlenin merkezinde hukuki bir paradoks bulunuyor: Anlaşmadan tek taraflı ayrılan devlet (ABD) şimdi anlaşmanın hükümlerini uygulamaya çalışıyor. Bu, hukuki bir stratejiden çok sembolik bir jest olarak görülürken Batı’nın itibarının daha hızlı zayıflamasına yol açıyor.
Çok taraflı kurumlar, adalet için çerçeveler değil, seçici yaptırım araçları olarak algılanırsa, sadece otoritelerini değil, meşruiyetlerini de kaybederler. Atlantik ötesi dünyanın dışındaki birçok kişi için bu, uluslararası hukukun tarafsız değil, politik olduğu sonucunu pekiştiriyor.
Batı’nın İran’la başa çıkmadaki en büyük zorluğu askeri ya da diplomatik değil, bilişseldir. Çoğu Batılı analiz hâlâ İran’ı Soğuk Savaş, terörizm veya nükleer yayılma bağlamında değerlendiriyor. Oysa dünya giderek daha çok Batı dışı aktörler, yükselen medeniyet kimlikleri ve Batı kurumlarına derin güvensizlikle şekilleniyor.
İlerlemek için Batı’nın yeni bir haritaya ihtiyacı var; İran’ın küresel rolünün söylemsel doğasını kabul eden bir haritaya. Bu da bir zihniyet değişimini gerektirir; İran’ı bir tehdit olarak görmekten çıkarıp bir söylem olarak görmeye, cezalandırıcı stratejilerden vazgeçerek İran’ın iç ve bölgesel meşruiyet kaynaklarını anlamaya, güvenlik merkezli düşünceden uzaklaşıp İran’ın siyasi felsefesine ve özellikle küresel liberalizme yönelik meydan okumasına yaklaşmaya yönelmeyi ve en önemlisi, değişen dünyayı kabul etmeyi içerir.
Artık “tarih sonu” çağında yaşamıyoruz; rekabet eden mantıkların, rakip evrenselciliklerin ve alternatif düzen vizyonlarının doğuşuna tanık oluyoruz.
Batı, bu rekabet eden vizyonların meşruiyetini ya da varlığını inkar etmeye devam ederse, sadece diplomatik başarısızlıkla kalmaz, aynı zamanda daha derin bir ahlaki ve siyasi izolasyona sürüklenir.
Çeviri: YDH