Suudi Arabistan'ın Lübnan'da işi ne?

21 Ağustos 2025

"Garip olan şu: Bin Selman’ın ifadesiyle, 2005-2017 arasında yaklaşık 17 milyar dolar harcamış olan Suudi Arabistan, bugün yalnızca birkaç milyon dolar vermeye niyetli."

YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Suudi Arabistan’ın Lübnan’daki rolünü 2005’ten günümüze izliyor. Riyad’ın Hizbullah ve müttefiklerine karşı yürüttüğü siyasi, medya ve mali kampanyalar, 2006 savaşı ve 2008 olayları üzerinden aktaran el-Emin, Saad Hariri’nin Suudilerle ilişkilerinde yaşadığı kırılmaları anımsatıyor.

Hadi yirmi yıl öncesine dönelim. Amerika Birleşik Devletleri, “Yeni Ortadoğu” savaşını yürütüyor, Fransa ile birlikte Suriye’yi Lübnan’dan çıkarmaya uğraşıyordu; hem Cumhurbaşkanı Refik Hariri’nin suikastinden önce hem de sonrasında.

O sırada, Taif Anlaşması’nın ikinci Arap referansı olan Suudi Arabistan’ın tutumunda niteliksel bir değişim yaşandı. Krallık, ilk kez Lübnan’daki gelişmeler karşısında ilan ettiği “orta yolcu” pozisyondan ayrıldı. Ve yalnızca bir yıl içinde, Suud ailesi, Lübnanlıların bir kesimine karşı en büyük savaşa girişti.

Amaç, yalnızca Suriye’ye yakın yöneticilerin tasfiyesi değildi. Yeni programa aykırı bir hattın temellerini yıkmak istediler. Bu hattın merkezinde bir yanda direniş gücü olarak Hizbullah, diğer yanda Hristiyanlar arasında en geniş temsile sahip siyasi hareket Ulusal Özgürlük Cephesi ve onlarla birlikte başka Lübnanlılar vardı.

Lübnan’da, Washington–Paris–Riyad eksenine hizmet eden siyasetçiler, geniş bir medya ağıyla yerel, Arap ve uluslararası ölçekte kampanyalar yürüttü.

İsrail 2006 Temmuz saldırısını başlattığında, Suudiler ilk anda ona bölgesel, Arap ve İslami siyasi kalkan sağladı. Riyad, İsrail bombardımanıyla eşzamanlı olarak Lübnan direnişine saldırı açtı.

Suud’un alışkanlığı olduğu üzere, siyasetçi ve medya çevrelerini para ile boğdu, direnişe karşı en büyük karalama kampanyasını yürüttü, kışkırtmanın her yoluna başvurdu.

Bunun içinde, kayda değer bir Sünni din adamı sınıfını kullanmak da vardı. Oysa Suudi Arabistan biliyordu ki Lübnan’da direnişe ve Suriye’ye kendisinden daha düşman mezhepsel güçler ve siyasetçiler vardı.

Suudiler yalnızca Sünni ve Dürzi müttefiklerine yaslanmadı. Amerikalılarla birlikte “Elçilik Şiileri” programını başlattılar. Hristiyan sahasında olağanüstü bir çabayla çalıştılar; seçimlerde geniş temsil kazanan Ulusal Kurtuluş Cephesini kırmaya uğraştılar.

O dönem Semir Caca cezaevinden yeni çıkmış, Lübnan Kuvvetleri kendini toparlama sürecindeydi. En gürültülü Hristiyan bloğu, 14 Mart cephesi olarak bilinen kesim oldu.

Sürekli halk desteği sıkıntısı çekmelerine rağmen kampanya, kamuoyunu ikna etmeye odaklandı: Sorunların asıl kaynağı direnişti, Ulusal Kurtuluş Cephesi ile kurduğu ittifak bu bela için iç cepheydi, Suriye ise bölgesel koruyucuydu.

Suudiler, Lübnan’ın kurtuluşunun direnişi terk etmek ve Suriye ile bağı koparmaktan geçtiğini pazarladı. Bunun için bütün siyasi, mali, medya desteğini seferber ettiler.

Amerikalılarla birlikte güvenlik ve askeri bir altyapı kurmaya çalıştılar; önce İç Güvenlik’te, sonra orduda. Fakat ordu sahası daha zorlu çıktı.

Hariri suikastinin soruşturmasını da bir platforma dönüştürdüler; suçlamalar, halkı dolduruşa getirme ve sokak baskısı için kullandılar. Lübnan’daki müttefikleri bu projenin tehlikesini kavrayamadı.

İç bölünme derinleşti, 5 Mayıs 2008’de Sinyora hükümetinin direnişe yönelik kararları 7 Mayıs olaylarına yol açtı, ardından Doha Anlaşması geldi.

O gün yaşanan hayal kırıklığı Suudileri, yerli müttefiklerinin yeterince güçlü olmadığı kanaatine sürükledi. Geri çekilip hem Suriye hem Lübnan dosyasında gözden geçirme yaptılar. Bu süreçte ilk kurban, Şam’a gitmeye zorlanan Saad Hariri oldu.

Bu deneyim, Hariri’ye ülkeyi daha iyi tanıma fırsatı verdi. O tarihten itibaren kapsamlı çatışmalardan uzak durdu. Suriye krizinde muhalifleri desteklese de Hizbullah’la doğrudan yüzleşmeye girmemeye dikkat etti.

Sonraki dönemde Hariri, Hizbullah ve hatta Ulusal Kurtuluş Cephesi ile ilişkilerini ilerletmeye yöneldi. Bunda Velid Canbolat’ın tavır değişiklikleri ve bölgesel gelişmeler etkili oldu.

Ama sahneye “Testere Prens” Muhammed bin Selman çıkınca, Hariri yeniden baskı altına alındı. Bin Selman, Hariri ailesine değer vermediğini açıkça söyledi. Hariri’den, Yemen’de Ensarullah’a destek veren Hizbullah’a karşı Lübnan’da gerilim yaratacak bir proje yürütmesini istedi. Gerekirse sokak çatışmalarını göze almasını talep etti.

Ancak aynı zamanda Hariri’yi “emanete ihanet etmiş, hakkı olmayan parayı almış” biri olarak suçladı. Hariri Riyad’da alıkonuldu. Kendini kurtarmasının tek yolu, Lübnan’da isteneni yapmaktı. Buna rağmen Hariri, iç savaşa sürüklenmeyi reddetti.

“Zorunlu müttefikler” dediği Lübnanlı aktörlerin Suudi Arabistan’da ona ihanet ettiğini görünce, geri çekilmeyi tercih etti. Bunun ağır bedeli olacağını bilerek “Testere Prens”in emirlerine başkaldırdı.

Bugün Suudi Arabistan yeniden aynı rolü oynamaya dönüyor. Ancak planın yeni yöneticileri olarak Nizar el-Alule ve Yezid bin Ferhan gibi isimleri öne sürüyor. Lübnanlılara “siz bizim yanımızda çalışanlardan ibaretsiniz” mesajını veriyorlar.

Garip olan şu: Bin Selman’ın ifadesiyle, 2005-2017 arasında yaklaşık 17 milyar dolar harcamış olan Suudi Arabistan, bugün yalnızca birkaç milyon dolar vermeye niyetli. Seçimlerde müttefiklerini desteklemek için biraz daha ek ödeme vaat ediyor. Gerekçeleri para sıkıntısı değil. Lübnan’ı boyun eğdirmek için artık daha güçlü bir karta sahip olduklarını düşünüyorlar: Suriye’deki yeni rejim.

Mevcut Suudi iktidarının trajedisi, akıldan, çareden, hayal gücünden yoksun oluşu. Önceki planlarının tek harfini bile değiştirmediler. Direnişi “bela kaynağı” ilan ederek ona karşı algı operasyonu yürütüyorlar. Defalarca başarısız olmuş aynı aktörleri, yani 14 Mart kalıntılarını sahaya sürüyorlar. Aynı medya ve siyaset yöntemlerine, aynı rüşvet mekanizmalarına başvuruyorlar.

Din adamlarını fitneye çekmeye çalışıyorlar. Daha çok Amerika ve İsrail’e yaslanıyorlar. Ama İsrail’in son savaştan yenilgiyle çıkması ve Suriye’de Esed hükümetinin ayakta kalmasına rağmen, kendilerini en güçlü unsur sanıyorlar. Oysa geçmişi hatırlamıyorlar:

Birincisi, o dönemde Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman ve Hariri hükümetleri Suudi Arabistan’ın safındaydı. Hristiyan sağ da onların cebindeydi. İkincisi, hiçbir Lübnanlı taraf Suudi Arabistan’a savaş açmadı. Hizbullah bile fitneye sürüklenmedi. Üçüncüsü, Dürzi ve Sünni çoğunluk ile hatırı sayılır Hristiyan blok Suudi Arabistan’ın yanındaydı. Medya ve iş çevreleri de öyle. Dördüncüsü, Suriye zayıftı, Lübnan’dan çıkarılmış, kendi iç savaşına sürüklenmişti.

Bugün ise, Suudi Arabistan aynı güçlere yaslanıyor ama şartlar değişti. Velid Canbolat, Bin Selman’ın kabulünü istese de iç çatışmaya girmeye niyetli değil. Hristiyan sağ, artık yalnızca hedeflerde değil, sloganlarda da sorun yaşıyor. Ulusal Kurtuluş Cephesi zayıflamış olsa da Riyad hâlâ ona düşmanca yaklaşıyor.

Sünniler, Suriye rejiminin değişmesini istemişti ama Vahhabi dalgasına kapıları tam açmadılar. Sosyal tabanları hâlâ Saad Hariri’yi lider görüyor. Oysa Hariri, “Testere Prens”in gazabıyla cezalandırılmış durumda.

Bugün Lübnanlı siyasetçiler, milletvekilleri ve liderler, Bin Ferhan’ın haşin tavrından söz ediyor, onu Gazi Kenaan dönemine benzetiyor. Batılılar bile Lübnan’ın kendilerine her zamankinden yakın olduğunu düşünmelerine rağmen ihtiyatlı davranıyor, masayı altüst edebilecek bir çıkıştan çekiniyor.

Buna rağmen, Suudiler aynı yolda ilerliyor. Cesaretlerini artıran şey, “tarihi fırsatı yakalamak” arzusu değil. Yaptıkları kötülüklerin cezasını kimsenin veremeyeceğini düşünmeleri. Açıkça “İsrail çağı”nda yaşadıklarını ilan ediyorlar.

Yine de bekleyelim ve görelim!

Çeviri: YDH