YDH- 1920'lerden 1960’lara kadar Lübnan’ın Güney bölgesinin kaderini, Fransız mandası, Siyonist hareketin girişimleri ve Lübnanlı siyasetçilerin iş birlikleri çerçevesinde ele alan Muhammed Tay, el-Ahbar'daki yazısında, Güney Lübnan’ın sürekli olarak dış güçlerin planlarına ve yerel aktörlerin çıkar hesaplarına kurban edilerek halkının topraklarından ve geleceğinden koparıldığını vurguluyor.
1. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından “Büyük Lübnan”ın kurulmasına yönelik planlamalar başladığında, Güney'in gelecekte bu oluşuma dahil edilip edilmeyeceği sorusu gündeme geldi. Bu ikilem, günümüzde de Lübnan cumhurbaşkanları için geçerliliğini koruyor.
1930’lar ve 1940’larda Emile Eddé ve Beşara el-Huri gibi cumhurbaşkanları ve cumhurbaşkanı adayları, Güney'i terk etmeyi ya da halkını yerinden etmeyi savundu. 1940’lar, 1950’ler ve 1960’ların başlarında ise başbakanlar ve milletvekilleri—Hayreddin el-Ahdab, Emir Halid Şihab, Sami es-Sulh ve oğlu Abdulrahman—Filistinli isyancıları takip ediyor, düşmana toprak satıyor veya ondan yardım istiyordu.
1918’de Fransız işgaliyle birlikte başlayan görüşmelerde, Büyük Lübnan’ın kurulmasını isteyenler arasında Güney’in Lübnan’a katılmasına karşı çıkanlar da vardı. Bunun nedeni, Güney’deki nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasıydı.
Bu görüşü savunanlardan Emile Eddé, Güney’in büyük bölümünün ilhakına karşı çıktı. Onun istediği sınırlar Trablus’un güneyinden Sayda’ya kadar uzanıyordu. Ancak Güney’in geri kalanını, Baalbek ve doğu Bekaa’yı, ayrıca Trablus’u bu sınırların dışında bırakıyordu.
Lübnanlı çevrelerin Güney’in ilhakını engelleme çabalarına Siyonist hareket de destek verdi, ancak Fransızlar buna karşı çıkarak Güney’in mutlaka Lübnan’a katılmasında ısrar etti. Çünkü Fransızlar, bölgenin saldırgan Siyonist çeteler (Envahissantes) tarafından işgal edilmesinden, yani Filistin’in düşmesinden endişe ediyordu. Bu kaygıları Güney halkı için değil, bölgenin İngilizlerin eline geçme ihtimali içindi.
Bununla birlikte, Büyük Lübnan kurulduktan sonra bu tartışmalar sona ermedi. 1930’ların ortalarında, Yahudi göçünün Lübnan’a yönlendirilmesi ve burada iskân edilmeleri fikri gündeme geldi. Bu girişimler, Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinin ardından ve Filistin’deki direniş yüzünden İngiltere’nin Nazi Almanyası’ndan gelen Yahudileri “Eretz İsrael”e kabul etmekte zorlanmasıyla ortaya çıktı. Bu fikir, Lübnan’ın önde gelen bazı isimlerinden de destek buldu: Cumhurbaşkanı Charles Debbas, Cumhurbaşkanı Emile Eddé ve Patrik Arida.
Bu isimler, Yahudileri Lübnan ekonomisini canlandırabilecek etkin bir güç olarak gördüklerinden, onların göçüne yardımcı olmaya istekli olduklarını ifade ettiler.
Alman Yahudilerinin Lübnan’a yerleşmesinin, kendi siyasi güçlerini muhaliflerine karşı pekiştireceğine inanıyorlardı. Bu bağlamda, Yahudi Ajansı, o dönemde Alman Yahudilerini yerleştirmek amacıyla Bekaa Vadisi, Sayda ve Sur bölgelerinde arazi satın almak için çok sayıda teklif aldı.
Emile Eddé, 100 bin Yahudi’nin Sayda-Sur bölgesine yerleşmesine izin vermeye hazır olduğunu belirtmişti; ancak Fransız Yüksek Komiserliği’nin onay vermemesinden endişe ediyordu. Eddé ayrıca 1938’de Albert Naccache tarafından önerilen, düşmanla ortak su paylaşımı projesini de destekledi.
Beşara el-Huri ise, Patrik Arida ve Emile Eddé’nin 1937’de Paris’te Weizmann ile yaptıkları görüşmelerde gündeme gelen bir çözümü benimsedi. Bu çözüm, nüfus mübadelesine dayanıyordu.
11 Ağustos 1941’de, İngilizlerin Lübnan’ı işgal edip Vichy yönetimini devirmesinden sonra, ülkenin Arap birliğine katılması ihtimaline dair kaygılar gündeme geldi. Bu bağlamda Beşara el-Huri, Eliyahu Sasson’la yaptığı görüşmede şöyle diyordu:
“Aramızda kaldırılması gereken bir engel var, o da Cebel Amil’dir.”
El-Huri, mevcut Şii nüfusun hem Lübnan hem de Filistin için sürekli bir tehdit oluşturduğunu, Kudüs Müftüsü’ne bağlı Arap çeteleriyle iş birliği yaptıklarını iddia ediyordu. Bu nedenle bölgenin boşaltılması ve savaş sonrasında Amerika’da yaşayan Marunilerle iskân edilmesi gerektiğini savundu. Ayrıca Yahudi yerleşim projesinin, Marunî Patriği Arida’ya büyük bir mali destek sağlayarak Marunilerin Cebel Amil’i satın alıp buraya yerleşmelerine imkân tanıyacağını belirtti. Böylece Maruniler, Yahudilerle komşu olacak ve onlarla hiçbir engelle karşılaşmadan iş birliği yapabileceklerdi.
Siyonistler bu arzularını sürdürdüler; iç savaş sırasında da hayallerini gerçekleştirmek için bir “sahadaki vekil lider” aracılığıyla planlarını hayata geçirmeye çalıştılar.
Gazete sahibi olan ve sonrasında Lübnan Başbakanı olacak Hayreddin el-Ahdab, Yahudi Ajansı’nın siyasi dairesindeki istihbarat görevlisi Haim Kalvarisky ile temas halindeydi. Ocak 1930’da Beyrut’ta gerçekleşen bir görüşmede Kalvarisky, al-Ahdab’a Ajans için yazılar yazmasının karşılığında ne istediğini sordu. Al-Ahdab yıllık 400 lira talep etti. 1934’te milletvekili seçilen al-Ahdab, 4 Ocak 1937’de Lübnan Başbakanı oldu.
13 Şubat 1938’de, daha sonra İsrail Başbakanı olacak Moshe Sharett, Yahudi Ajansı’na al-Ahdab ile görüştüğünü bildirdi. Al-Ahdab, Sünni Müslümanlar arasındaki muhalefetin arttığından şikâyet ediyor ve konumunu güçlendirmek için mali yardım talep ediyordu.
Sharett ayrıca, hükümetinin “Hanita yerleşimi çevresindeki Lübnan topraklarında güvenliği sağlamak” için girişimde bulunacağını yazdı. Ajans, aynı zamanda al-Ahdab’ın adamlarının, Beyrut’taki Filistinli mülteciler üzerinde baskı kurarak onları göçe zorlamasından da faydalandı.
Birkaç yıl sonra, 1955’in sonunda, Başbakan Sami es-Sulh ve dönemin Dışişleri Bakanı Selim Lahhud, İsrail ile temas kurmak üzere iki güvenilir elçi gönderdi: Dışişleri Bakanı Selim Lahud’un kardeşi Albay Fuad Lahud ve Sami es-Sulh’un oğlu Abdul Rahman es-Sulh.
İki taraf arasındaki görüşme 10 Aralık 1955’te Roma’da gerçekleşti. Görüşmenin başında, Lübnan’ın İsrail ile barış yapan ikinci Arap devleti olacağı söylendi. Konuşma sırasında, para ve silah yardımı talep edildi.
Haziran 1958’de başbakanlıktan istifa ettikten sonra Sami es-Sulh, Paris’te bir Mossad temsilcisiyle ilişki kurdu; bu görüşmede Lübnan’daki yeni hükümeti devirmek için bir plan tartıştı ve bunun için mali yardım istedi.
Hayreddin el-Ahdab’ın ardından başbakan olan Emir Halid Şihab, Hula Vadisi’nde 2 bin 400 dönüm araziyi Yahudi Ulusal Fonu’na sattı.
Salim Ali Selam (Ebu Ali), Hula’daki yaklaşık 57 bin dönümlük arazinin mülkiyet haklarını, 28 Kasım 1934’te imzalanan bir anlaşmayla Yahudi “Yerleşim İmar Şirketi”ne sattı. Oğlu Saib, 20 yıl süren müzakerelerde merkezi rol oynadı.
28 Eylül 1934’te imzalanan anlaşmaya Moshe Sharett, Yaakov Tahon ve Yehoshua Henkin de katıldı.
Bu satış sonucunda, söz konusu arazilerde çalışan 15 bin Arap ile, Sursock ve Beyhum ailelerinin sattığı topraklarda çalışan 12 bin kişi yerinden edildi].
Ahmad el-Esad da el-Menara, Hunin ve dağdan Hula Vadisi’ne kadar uzanan bölgelerdeki topraklarını bir Siyonist şirkete sattı.
Bu satışlarla birlikte, on binlerce Arap çiftçi yerinden edilerek, onların yerine Yahudi işçiler yerleştirildi ve Güney sınırına oturtuldu.
Yahudi Göç Vakfı, 23 Şubat 1950’de, İsrail Polis Teşkilatı’nın Genel Komiser Yardımcısı ile Lübnan Kamu Güvenliği Direktörü Emir Şihab arasında Nakura’da yapılan bir toplantının kolaylaştırılması için Lübnan-İsrail Ateşkes Komitesi’yle iletişim kurdu. Görüşmede İsrail tarafı birkaç pratik öneri sundu: Yahudi göçmenlerin sınır bölgesine yüksek ücretler karşılığında kaçakçılar tarafından yasa dışı transferinin durdurulması. Konunun, Lübnan hükümetinden yarı-resmî tanınma kazanmış olan Mülteci Komitesi’ne devredilmesi.
Bu Komite, Lübnan’daki Yahudi mültecilerin (Suriye’den kaçanlar dahil) işlerini gizlilik içinde ve Lübnan makamlarının denetiminde yürütecekti. Komite, mültecilerin haftalık olarak (İsrail’in önerisine göre 150-200 kişi) İsrail’e naklini ayarlayacaktı. Ayrıca İsrail’in, göçmen işlerini düzenlemek üzere gizlice Lübnan’a bir temsilci göndermesi, bu kişinin Emir Şihab veya onun belirleyeceği başka bir yetkiliyle yakın temas içinde çalışması önerildi.
Bugün, eski ama yeniden sahnelenen bir oyunun yeni perdesine mi tanıklık ediyoruz? Üstelik bu kez Lübnan, düşmana direnme gücünden koparılmış, onun elinde bir rehineye dönüşmüş; Güney halkının, ailelerinin ve ekmeğinin kaderi ise Netanyahu ve diğer şeytanların insafına kalmış.
Çeviri: YDH