Suriye’de vekalet savaşının başlamasından bu yana on dört yıl geçti ve sahadaki dengeler artık yalnızca Şam ve Halep ile sınırlı değil. Bugün Suriye’de yaşanan her gelişme, Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan etkiliyor. Suriye ile 900 kilometreden fazla ortak sınıra sahip olan bir ülke, güney komşusundaki dönüşümlere kayıtsız kalamaz.
Bu süreçte Kürt meselesi, Türkiye’nin en hassas ulusal güvenlik dosyasına dönüşmüştür. Suriye’nin kuzeyinde YPG nüfuzunu genişletmesi ve bu grubun PKK ile olan bağlantısı, Ankara tarafından varoluşsal bir tehdit olarak görülmektedir. Kırk yılı aşkın iç çatışma deneyimi, Türkiye’ye sınırın öte yanında ortaya çıkacak her türlü Kürt özerkliğinin er ya da geç ülke içinde benzer bir talebe dönüşeceğini öğretmiştir.
İşte tam da bu endişe, Türkiye’yi Suriye’de üç doğrudan askerî müdahaleye yöneltti: 2016’daki Fırat Kalkanı Harekâtı, 2018’deki Zeytin Dalı Harekâtı ve 2019’daki Barış Pınarı Harekâtı. Hepsi, Kürt tehdidini güney sınırlarından geri püskürtme amacıyla gerçekleştirildi. Ancak ağır insani, siyasi ve diplomatik maliyetlere rağmen bu operasyonlar, Kürt özerkliği projesini tamamen durdurmayı başaramadı.
Son yıllarda durum daha da karmaşık hale gelmiştir. 23 Ağustos'ta Amerikalı yetkililer “sınırlı adem-i merkeziyet” planından söz etmiş ve Washington’un Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) verdiği sürekli destekle birlikte fiilen Kürt özerkliğinin bir tür resmiyet kazanması senaryosunu gündemin merkezine yerleştirmiştir. Bu gelişme Kürtler için yeni bir umut vaadi, Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) rejimi için toprak bütünlüğüne doğrudan bir tehdit ve Türkiye için kırmızı bir uyarı niteliği taşımaktadır.
Şimdi Türkiye zor bir muamma ile karşı karşıya: Bir yandan Kürtlerin nüfuzunun genişlemesini nasıl engelleyebilir, öte yandan Amerika ve Batılı müttefikleriyle ilişkilerini nasıl sürdürebilir? Askerî seçenek hâlâ bir çözüm müdür, yoksa artık Türkiye’nin Suriye Kürtlerine yönelik yeni bir strateji geliştirme zamanı mı gelmiştir?
Türkiye’nin Suriye Kürtlerine karşı duyduğu hassasiyetin derinliğini anlamak için son kırk yıla bakmak gerekir. 1984’ten bu yana PKK, silahlı eylemleriyle Türkiye’de 40 binden fazla can kaybına yol açmıştır. Ancak bu tehdidi ulusötesi hâle getiren şey yalnızca PKK’nın Türkiye içindeki yapılanmaları değil, aynı zamanda bu grubun Suriye topraklarını bir sığınak ve geri üs olarak kullanması olmuştur.
1980’li ve 1990’lı yıllarda PKK lideri Abdullah Öcalan Şam’da yaşıyor, örgütün eğitim kampları ise Suriye’nin doğrudan desteğiyle Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde faaliyet gösteriyordu. Türkiye’nin güvenlik elitlerinin hafizasında bu dönem acı bir tecrübe olarak kalmıştır: Kürtler komşu ülkelerden birinde örgütlü bir güç kazandığında, orası er ya da geç Türkiye’yi tehdit eden bir üsse dönüşmüştür.
2011’de başlayan vekalet savaşıyla birlikte, Suriye Kürtlerinin daha önce hiç yaşamadıkları bir durum ortaya çıktı. Beşşar Esed hükümetinin kuzeyden çekilmesiyle, nüfusu ülkenin yüzde 10’undan az olan Kürtler, Suriye topraklarının yaklaşık yüzde 30’unu kontrol etme imkânı buldular.
YPG, Amerika’nın öncülük ettiği uluslararası koalisyonun askerî ve lojistik desteğine dayanarak Suriye’nin kuzeyinde ve doğusunda yarı-devlet niteliğinde bir yapı kurmayı başardı. 2015’te Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kurulmasıyla bu süreç tamamlandı ve fiilen Türkiye sınırları boyunca 400 kilometreden fazla bir “Kürt koridoru” ortaya çıktı.
Ankara’ya göre YPG, yeni bir isimle ortaya çıkan PKK’nın ta kendisidir. Bu yalnızca siyasî bir etiket değildir, sahadaki kanıtlar da bunu doğrulamaktadır: Ortak liderler, aynı ideoloji ve iki yapı arasında savaşçı ile silah transferi. Bu nedenle YPG’nin güçlenmesi Türkiye açısından yerel bir olgu değil, stratejik bir tehdit olarak görülmüştür.
1) Fırat Kalkanı Harekâtı 2016–2017:
Türkiye’nin Suriye’deki ilk geniş çaplı müdahalesi iki hedef doğrultusunda yürütüldü: Sınır bölgelerinin IŞİD'den temizlenmesi ve Kürt bölgeleri arasında coğrafî bağ kurulmasını engelleyerek güney sınırları boyunca yekpare bir koridor oluşumunu önlemek. Türkiye, Cerablus, Azez ve el-Bab şehirlerini kontrol altına alarak fiilen Afrin ile Kobani arasındaki kara bağlantısını kesti. Bu operasyon, Türk ordusunun Suriye topraklarındaki ilk kalıcı varlığı oldu.
2) Zeytin Dalı Harekâtı (Ocak–Mart 2018):
Bu harekâtın hedefi, Kürtler için hayati öneme sahip stratejik bir bölge olan Afrin’i ele geçirmekti. 58 gün içinde Türk ordusu ve yerel müttefikleri Afrin’i kontrol altına almayı başardı. Her ne kadar bu operasyon askerî açıdan bir başarı olarak görülse de, siyasî sonuçları ağır oldu: Yüz binlerce Kürt’ün yerinden edilmesi, uluslararası alanda yoğun eleştiriler ve Avrupa ile Amerika’yla gerilimlerin artması.
3) Barış Pınarı Harekâtı (Ekim 2019):
Bu harekât, Fırat’ın doğusunda 30 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge oluşturma amacıyla başlatıldı. Ancak Washington ve Moskova’nın eşzamanlı baskısı, Türkiye’nin hedeflerini tam olarak gerçekleştirmesini engelledi. Sonuçta yalnızca dar bir hat kontrol altına alınabildi; petrol bölgelerinin merkezi ve SDG’nin ana üssü ise olduğu gibi kaldı.
Bu üç müdahale dalgası, her ne kadar Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki saha hâkimiyetini pekiştirmiş olsa da, Ankara’nın asıl hedefi olan Kürt yapısının tamamen ortadan kaldırılmasına ulaşamadı. Suriye Demokratik Güçleri hâlâ Fırat’ın doğusundaki petrol bölgelerini kontrol ediyor, Amerika’nın lojistik ve siyasî desteğini alıyor ve askerî–siyasî yapısını güçlendiriyor.
Sonuç olarak, Kürt meselesi Türkiye açısından sınırlı bir tehdit olmaktan çıkarak çok katmanlı bir krize dönüşmüştür: Amerika ile Rusya arasındaki rekabetin, İran ile İsrail arasındaki çekişmenin ve Suriye’nin iç dengelerinin kesişim noktasında bulunan bir kriz. Bu durum, Türkiye’ye artık yalnızca askerî seçeneğe dayanarak Suriye’nin kuzeyindeki denklemi değiştiremeyeceğini göstermektedir.
2024 ve 2025 yıllarında Suriye dosyası yeni bir aşamaya girmiştir. Artık mesele yalnızca Türkiye’nin askerî varlığı ya da birkaç sınır kentinin kontrolü değildir; tüm Suriye’nin siyasî yapısının geleceği gündeme alınmıştır. Bu süreçte Suriye Demokratik Güçleri (SDG), yeni bir ağırlık merkezine dönüşmüştür; doğrudan Amerika’nın desteğini alan ve aynı zamanda HTŞ ile siyasî müzakerelerde kendine yer bulan bir güç haline gelmiştir.
Her ne kadar Ankara resmî olarak YPG/SDG’yi “terörist” olarak nitelese de, sahadaki gerçeklik Türkiye’yi bu güçlerle sınırlı iletişim kanallarını korumaya zorlamıştır. Türk yerel yetkilileri ile SDG temsilcileri arasında teknik temasların yaşandığına dair raporlar bulunmaktadır; bu temasların amacı sınır hattındaki durumu yönetmek ve istenmeyen çatışmaları önlemektir. Bu gerçek, düşmanlığın en yüksek olduğu anda bile taraflardan hiçbirinin diğerini tamamen yok sayamayacağını göstermektedir.
Belirleyici gelişme 23 Ağustos 2025’te yaşandı; Amerika’nın özel temsilcisi Tom Barrack, Suriye’nin geleceği için açıkça “sınırlı adem-i merkeziyet” modelinden söz etti. Bu model her ne kadar adı federalizm olmasa da, fiiliyatta Kürtlere ve SDG’ye gerçek bir siyasî pay vermektedir. Türkiye açısından bu mesaj, Washington’un Kürt özerklik projesine resmî meşruiyet kazandırması anlamına gelmektedir; diplomatik bir üslupla dile getirilmiş olsa da, jeopolitik sonuçları son derece ağırdır.
Bu açıklamanın ardından SDG, yalnızca askerî bir gruptan siyasî ağırlığı olan bir güce yükselmiştir. Artık Şam ile muhalifler arasında yapılabilecek her türlü müzakerede SDG’nin varlığı ve tutumu belirleyici hale gelmiştir. Onun katılımı olmadan kalıcı bir anlaşma mümkün olmayacaktır. Başka bir deyişle, Türkiye bugün “devlet dışı silahlı bir grupla” değil, Amerika tarafindan meşruiyet kazandırılmış ve HTŞ'nin de görüşme masasına oturmaya mecbur kaldığı bir güçle karşı karşıyadır.
Bu gelişmeler Türkiye’yi stratejik bir açmazla karşı karşıya bırakmıştır:
— Bir yandan, SDG’nin meşruiyet kazanması Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından varoluşsal bir tehdit olarak görülmektedir.
— Öte yandan, yeni gerçeği yok saymak da mümkün değildir; zira SDG fiilen Suriye’nin geleceğinin temel sütunlarından birine dönüşmüştür.
Sonuç olarak, Ankara yıllarca süren askerî harekâtların değiştirmeyi başaramadığı bir gerçeklikle karşı karşıyadır: SDG yalnızca varlığını korumakla kalmamış, Amerika’nın desteğiyle Suriye denkleminde başlıca siyasî aktörlerden birine yükselmiştir. Bu durum, Türkiye’yi Suriye Kürtlerine yönelik stratejisini köklü biçimde yeniden gözden geçirmeye zorlamaktadır; işte bu soru, sonraki analizlerin seyrini belirleyecektir.
2025 yılının başından itibaren üst düzey Türk yetkililer, Suriye krizine dair tutumlarını defalarca yinelemiştir. Ankara’nın resmî politikası üç değişmez ve tartışmaya kapalı ilkeye dayanmaktadır:
1) Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğüne kesin destek,
2) Her türlü Kürt özerklik planına veya siyasî adem-i merkeziyet girişimine mutlak karşıtlık,
3) Güney sınırlarının güvenliğini korumak için sahada harekete geçme hakkının vurgulanması.
Bu ilkeler, fiiliyatta Türkiye’nin “kırmızı çizgileri”ne dönüşmüş ve hem bölgesel diplomaside hem de sahadaki faaliyetlerde yansımalarını bulmuştur.
Türkiye Cumhurbaşkanı, 30 Nisan 2025’te Ankara’da gazetecilere yaptığı açıklamada şunları söyledi:
Suriye için federalizm planı, boş bir hayaldir ve gerçekte hiçbir karşılığı yoktur.
Cumhurbaşkanı, 2003 sonrası Irak deneyimine atıfta bulunarak Suriye’nin etnik temelde bölünmesinin aynı yıkıcı sonuçları tekrar edebileceği uyarısında bulundu. Bu tutum, Ankara’nın Suriye meselesine yalnızca güvenlik boyutuyla bakmadığını, aynı zamanda bölgede yerleşmemesi gereken bir model olarak gördüğünü göstermektedir.
Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 15 Temmuz 2025’te düzenlediği basın toplantısında şu vurguyu yaptı:
Türkiye’nin güvenliği, Suriye’nin kuzeyinin güvenliğiyle iç içedir. Bu denklemi bozacak her gelişme, uygun bir karşılık bulacaktır.
Ayrıca Şam’a, mültecilerin geri dönüşü ve sınırların kontrolü konusunda sorumluluğunu yerine getirmesi çağrısında bulundu ve “Türkiye’nin sabrı sınırlıdır” uyarısını yaptı. Bu tutum, Ankara’nın aynı anda iki cepheye baskı uyguladığını göstermektedir: Hem Kürt güçlerine hem de HTŞ rejimine.
23 Ağustos 2025’te Amerika’nın Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Suriye’nin geleceği için “sınırlı adem-i merkeziyet” modelinden söz etti. Birçok kişi, Türk yetkililerin derhâl tepki vermesini bekledi. Ancak Ankara, hesaplı bir sessizliği tercih etti.
Bu sessizlik bir tereddüt göstergesi değil, üç katmanlı bir stratejinin parçasıydı:
— Washington ile ilişkilerin korunması: Türkiye, sert bir tepkiyle Amerika ile ilişkilerini krize sürüklemek istemedi.
— Fiilî adımları bekleme: Ankara, diplomatik söylemlerle gerçek kararlar arasında ayrım yapmaktadır.
— Seçeneklerde esneklik: Sessizlik, Ankara’ya gelecekte hem diplomatik hem de askerî araçları kullanma imkânını açık bıraktı.
Türkiye her ne kadar Barrack’a açık bir yanıt vermemiş olsa da, sahadaki hamleler net bir mesaj içeriyordu:
— Güney sınırlarındaki askerî güçlerin takviyesi,
— Kuzey Suriye’de YPG/SDG mevzilerine yönelik sınırlı operasyonların sürdürülmesi,
— Kontrol altındaki bölgelerde varlığın korunması.
Bu adımlar fiilen Washington ve müttefiklerine iletilmiş bir “sessiz uyarı” niteliğindeydi: Ankara kırmızı çizgilerine bağlı kalmaktadır ve hiçbir adem-i merkeziyet ya da Kürt özerkliği planının gerçeğe dönüşmesine izin vermeyecektir.
2025 yılında Suriye Kürtleri dosyası, küresel ve bölgesel güçlerin doğrudan rekabet sahnesine dönüşmüştür. Her aktör kendi çıkar ve hassasiyetleriyle sahaya girmiş, bu da Türkiye için karar almayı daha zor ve daha maliyetli hâle getirmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) siyasî ve güvenlik alanındaki en önemli dayanağı olmaya devam etmektedir. Washington’un politikasındaki dönüm noktası,
23 Ağustos 2025’te Tom Barrack’ın açıkça “sınırlı adem-i merkeziyet” modelinden söz etmesiyle yaşandı. Bu tutum, yalnızca askerî desteğin ötesine geçildiği ve Kürtlerin siyasî alana taşındığı anlamına geliyordu; üstelik adı federalizm olmasa da fiiliyatta Suriye’nin geleceğinde onlar için kalıcı bir siyasî konum tanımlamaktadır.
Kürtler için bu mesaj tarihî bir zaferdi; Şam için ülkenin birliğine karşı açık bir uyarı; Türkiye için ise ciddi bir alarm zili. Çünkü bunun fiilî anlamı, Washington’un Türkiye’nin güney sınırlarında bir Kürt yapısına meşruiyet kazandırmakta olduğudur.
Dikkat edilmelidir ki bu gelişme yalnızca Kürtlerin talebinden kaynaklanmamıştır; aynı zamanda Washington’daki İsrail’in baskısı ve aktif lobi faaliyetlerinin sonucudur. İsrail, yıllardır Amerika politikasında Kürtlere destek verilmesi gerektiğini vurgulamaktadır ve bugün Barrack’ın yeni tutumunun önemli bir bölümü bu baskıların yansıması olarak değerlendirilebilir.
Rusya, 2019’dan itibaren Suriye’nin kuzeydoğusunda doğrudan askerî varlık göstermeye başlamış ve 2025 yılında da bu varlığını pekiştirmiştir. Kamışlı gibi bölgelerdeki Rus üsleri güçlendirilmiş, Rusya’nın yerel güçlerle ortak devriyeleri sürdürülmüştür.
Bu varlık, Kürtler açısından caydırıcı bir kalkan niteliğindedir; ancak Türkiye açısından daha derin bir anlam taşır: Fırat’ın doğusunda yapılacak her askerî hamle, Moskova’nın olası tepkisi dikkate alınarak tasarlanmak zorundadır.
Başka bir ifadeyle, Rusya her ne kadar Kürtlerin tam destekçisi olmasa da, sahadaki konumunu pekiştirerek “Kürt denkleminde” caydırıcı ve dengeleyici bir rol oynamak istediğini göstermiştir. Moskova için bu konu, hayati bir hedeften çok Amerika ile rekabette kullanılan bir araçtır.
İran da Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri hassasiyetle takip etmektedir. Tahran’ın politikası “birlik içinde Suriye” ilkesine dayanmaktadır; ancak İran’ın asıl endişesi tek bir noktaya odaklanmaktadır: Kürtlerin Amerika ve İsrail ile olan bağlantısı.
Tahran’a göre bu bağlantı yalnızca HTŞ'ye karşı bir tehdit değil, aynı zamanda düşmanlarının Suriye’nin kalbine doğrudan nüfuz etme yolu olacaktır.
İran, her türlü Kürt özerkliğine açıkça karşı çıkmakta ve Kürtlerin Washington ve Tel Aviv ile ilişkilerini, kendi ulusal güvenliği ve müttefiklerinin güvenliği için doğrudan bir tehlike olarak görmektedir.
Avrupa, son yıllarda insani ve göçle ilgili kaygıların yanı sıra Kürtlere siyasî destek vermeyi sürdürmüştür. Avrupa Parlamentosu ve Avrupa’daki insan hakları kurumları, Kürtlerin IŞİD'e karşı mücadelesini defalarca övmüş ve onların Suriye’nin geleceğinde haklarının güvence altına alınmasını talep etmiştir.
Brüksel’in mali ve insani yardımları da büyük ölçüde SDG’nin kontrolündeki bölgelere yönelmiştir. Dolayısıyla Avrupa her ne kadar Suriye’de doğrudan askerî varlığa sahip olmasa da, siyasî ve sembolik açıdan Kürtlerin en önemli destekçilerinden biridir.
Bu sürekli destek, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini karmaşık hale getirmiştir: Göç krizinin yönetiminde iş birliği yapılırken, Kürt meselesi konusundaki anlaşmazlıkların gölgesi hep varlığını korumuştur.
İsrail, tüm dış aktörler arasında özel bir konuma sahiptir. Tel Aviv, Kürtleri “Suriye’deki en iyi ve en güvenilir dostu” olarak görmektedir; geçmişte İsrail’in düşmanları safında yer almamış ve bugün de Batı ile iş birliğine karşı çıkmamış bir güç olarak değerlendirilmektedir.
İsrail’in gözünde Kürtlerin üç temel işlevi vardır:
— İran’ı sınırlandırmak için bir araç,
— Şam’ı zayıflatmak için bir vasıta,
— Ve Türkiye’ye karşı hassas bir koz; ki Türkiye’nin tarihî kırmızı çizgisi tam da bu Kürt meselesidir.
İsrail’in fiilî politikası da tam olarak bu temelde şekillenmiştir:
— Kürtlerin millî taleplerine açık siyasî destek,
— Kürt gruplarla gayriresmî ve gizli ilişkiler,
— Ve Kürt özerkliğine meşruiyet kazandırmak için Amerika politikasına nüfuz etme.
Birçok gözlemciye göre 23 Ağustos’taki Barrack mesajı da İsrail’in baskısı ve lobi faaliyetleri olmadan şekillenmezdi. Başka bir deyişle, İsrail yalnızca Suriye sahasında değil, aynı zamanda Washington’da da Kürt gündemini ileriye taşımaktadır.
Suriye krizinin uluslararası boyutları, bu ülkenin geleceğinin her zamankinden daha fazla dış güçlerin rekabet sahasında belirlendiğini göstermektedir:
— Amerika, sınırlı adem-i merkeziyet planıyla Kürtleri askerî bir aktör düzeyinden siyasî bir güce yükseltmiştir;
— Rusya, kuzeydoğu Suriye’deki askerî varlığını pekiştirerek Washington’a karşı caydırıcı ve dengeleyici bir aktör rolü üstlenmektedir;
— İran, her türlü Kürt özerkliğine açıkça karşı çıkmakta ve Kürtlerin Amerika ile İsrail bağlantısını kendi güvenliği için doğrudan tehdit olarak görmektedir;
— Avrupa, siyasî ve hukukî desteğiyle fiilen Kürtlerin meşruiyetini güçlendirmeye yardımcı olmuştur;
— Ve İsrail, diğer tüm aktörlerden daha fazla, Kürt meselesini İran, HTŞ rejimi ve özellikle Türkiye’ye karşı stratejik bir koz haline getirmiştir.
Türkiye açısından bu durumun anlamı açıktır: Dış aktörlerin önemli bir bölümü, doğrudan ya da dolaylı olarak Kürtlerin konumunu güçlendirmektedir. Bu süreç, Türkiye’nin tarihî ulusal güvenlik kırmızı çizgisini her zamankinden daha fazla baskı altına sokmuştur.
Bu nedenle, Tom Barrack’ın 23 Ağustos’taki mesajının ardından Ankara’nın sergilediği hesaplı sessizliğin özel bir anlamı vardır: Türkiye, ani bir tepki vermek yerine stratejik bir duraklamayı tercih etmiştir.
Bu duraklama, Ankara’ya sahneyi dikkatle değerlendirme ve uygun zamanda orantılı bir yanıt verme imkânı sağlamaktadır — ister Kürtlere yönelik stratejisini değiştirmek, isterse yeniden sahada operasyon seçeneğine dönmek suretiyle.
— Suriye’nin kuzeyinde Kürt yapısının kalıcılaşması
Türkiye için en büyük tehdit, Amerika’nın “sınırlı adem-i merkeziyet” planının, Avrupa’nın siyasî desteği ve İsrail’in açık lobi faaliyetleriyle birleşerek sahada bir gerçeğe dönüşmesidir: Dış destekle ayakta duran bir Kürt özerk yapısı.
Böyle bir süreç yalnızca Türkiye’nin güney sınırlarının denklemine değil, aynı zamanda Türkiye içindeki Kürtler için de tehlikeli bir örnek oluşturacaktır. Türkiye’nin ulusal güvenlik literatüründe bu durum “varoluşsal bir tehdit” olarak tanımlanmaktadır; zira “Suriye’deki Kürt meselesi” ile “Türkiye’deki Kürt meselesi” arasındaki sınır fiilen ortadan kalkmaktadır.
— Amerika ve İsrail’in Türkiye’nin güney sınırlarında nüfuzunun derinleşmesi
Kürtlerin Washington ve Tel Aviv ile yakın ilişkisi, Ankara açısından Suriye’nin kuzeyinin Türkiye’nin tarihî düşmanlarıyla uyumlu bir bölgeye dönüşmesi anlamına gelmektedir.
Bu ilişkiler siyasî–güvenlik boyutunda kurumsallaşırsa, Türkiye güneyinde düşmanca bir coğrafyayla karşı karşıya kalacaktır: Amerika askerî ve siyasî varlığıyla, İsrail ise açık desteği ve sürekli lobi faaliyetleriyle. Böyle bir tablo, Türkiye için “jeopolitik kuşatma” tehlikesini beraberinde getirmektedir.
— Türkiye’nin askerî hareket serbestisinin sınırlanması
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi geçmiş operasyonlar, Türkiye’ye Suriye’nin kuzeyinde doğrudan varlık imkânı sağlamıştı. Ancak bugün tablo değişmiştir: Kamışlı gibi bölgelerdeki Rus üsleri güçlendirilmiş, Amerikan güçleri ise hâlâ Fırat’ın doğusunda konuşlanmış durumdadır.
Bu iki etken, Türkiye’nin manevra alanını daraltmaktadır. Geçmişin aksine, Türkiye’nin gerçekleştireceği her yeni operasyon, hem Rusya ile hem de Amerika ile doğrudan bir çatışmaya girmemek için karmaşık bir hesaplamayı gerektirmektedir.
— Uluslararası siyasî ve ekonomik baskılar
Türkiye’nin gerçekleştireceği her yeni askerî harekât, büyük olasılıkla Avrupa ve Amerika’nın sert tepkileriyle karşılaşacaktır. Geçmiş operasyonların deneyimi göstermiştir ki Türkiye Suriye topraklarının derinliklerine girdiğinde, ekonomik yaptırım tehditleri, diplomatik baskılar ve hatta Batı ile askerî iş birliğinin askıya alınması gündeme gelmektedir.
İç ekonomisi ciddi sorunlarla karşı karşıya olan Türkiye için bu baskılar, askerî müdahalenin maliyetini son derece yükseltebilir.
— Suriye’nin bölünmesini önlemek için Şam ve Tahran ile stratejik uyum
Derin görüş ayrılıklarına rağmen Türkiye, HTŞ rejimi ve İran arasında temel bir ortak nokta bulunmaktadır: Her türlü Kürt özerkliğine karşı çıkmak. Bu ortaklık, güvenlik görüşmelerine ve hatta operasyonel iş birliğine zemin hazırlayabilir.
Güvensizlik seviyesi yüksek olsa da, bölgesel düşmanlıkların ortak tehditler karşısında zaman zaman taktiksel anlaşmalara dönüştüğü tecrübelerle sabittir. Türkiye açısından, HTŞ'ye yaklaşmak ve İran ile dolaylı bir eşgüdüm sağlamak, Kürt yapısının resmiyet kazanmasını engellemek için bir fırsat sunmaktadır. Ancak Suriye'de İran'la yakınlaşmak Türkiye'yi Amerika ve İsrail'le karşı karşıya getireceği için Türkiye'nin böylesi bir tercihte bulunması çok da muhtemel gözükmüyor.
— Dış güçlerin çıkar çatışmalarından yararlanmak
Amerika adem-i merkeziyetten söz ederken, Rusya askerî varlığını genişletmekte; İran Kürt özerkliğine karşı çıkarken, Avrupa daha çok siyasî ve sembolik bir çizgi izlemektedir. Bu çıkar çatışmaları, Türkiye için diplomatik manevra alanı elde etme fırsatı yaratabilir.
Ankara bu güçler arasında akıllıca bir denge oyunu kurarak, üzerindeki baskıların bir kısmını etkisiz hâle getirebilir.
— Türkiye’nin bölgesel imajını güvenliğin teminatı olarak yeniden inşa etmesi
Türkiye, bölgesel denklemlerde kendini “onsuz hiçbir çözümün uygulanamayacağı” bir aktör olarak konumlandırabilir.
Eğer Ankara, varlığının amacını bölünmeyle değil, sınır güvenliği ve Suriye’nin birliğini korumayla ilgili olarak gösterebilirse, bazı uluslararası çevrelerde daha meşru bir konum kazanabilir. Bu imaj güçlendirilirse, Türkiye’nin gelecekteki müzakerelerde elini daha rahat kullanabilmesine zemin sağlayabilir.
Suriye dosyasında Türkiye açısından tehditler, fırsatlardan daha ağır basmaktadır. Kürt özerkliğinin kalıcılaşması, Kürtlerin Amerika ve İsrail’e yakınlaşması, Rusya’nın sahadaki varlığından kaynaklanan sınırlamalar ve dış baskılar, Ankara’nın ulusal güvenlik kırmızı çizgilerini ciddi biçimde zorlamaktadır.
Bununla birlikte, Şam ve Tahran ile taktiksel iş birliği imkânı ile dış güçler arasındaki çıkar çatışmalarından yararlanma olasılığı hâlâ masadadır. Bu fırsatlar doğru değerlendirilirse, Türkiye’nin hem sahadaki hem de diplomatik alandaki elini bir nebze güçlendirebilir.
Ankara için asıl mesele, bu fırsatları yalnızca “savunma seçenekleri”ne indirgememektir. Türkiye’nin ihtiyacı, bunları tehditlere karşı aktif kaldıraçlara dönüştürmektir.
23 Ağustos’ta Tom Barrack’ın mesajından sonra sergilenen hesaplı sessizlik de bu çerçevede anlam kazanmaktadır: Zamanı ve uygun konumu tartmak için stratejik bir duraklama. Bu duraklama, ileride Kürtlere yönelik stratejinin değiştirilmesine ya da yeniden askerî operasyon seçeneğine dönüşe yol açabilecek bir imkân sunmaktadır.
“Türkiye ve Suriye Kürtleri” dosyası 2025 yılında her zamankinden daha gergin ve çok katmanlı bir noktaya gelmiştir. Türkiye hâlâ “birlik içinde Suriye” ilkesini ve her türlü Kürt özerkliğine mutlak karşıtlığını vurgulamaktadır; ancak sahadaki tablo ve dış dinamikler bu ilkenin aksi yönde ilerlemektedir.
23 Ağustos 2025’te Amerika’nın özel temsilcisinin dile getirdiği “sınırlı adem-i merkeziyet” mesajı bu süreçte bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Washington’un Kürtlere verdiği destek ilk kez askerî düzeyin ötesine geçmiş ve siyasî düzeye taşınmıştır.
Kürtler açısından bu tarihî bir zaferdir; HTŞ açısından ülkenin birliğine karşı açık bir uyarıdır; Türkiye açısından ise doğrudan güney sınırlarında şekillenen bir tehlike anlamına gelmektedir.
Türk yetkililerin bu gelişmeye tepkisi, anlamlı bir sessizlik oldu. Bu ne kayıtsızlık, ne de iradesizliğin göstergesiydi; aksine bilinçli olarak anlık tepki vermekten kaçınmaydı.
Bu sessizlik, Ankara’nın uzun süredir sürdürdüğü politikanın devamı olarak okunmalıdır: Suriye’nin toprak bütünlüğünde ısrar, her türlü Kürt özerkliğinin reddi ve Washington ile aceleci bir çatışmaya sürüklenmekten kaçınma.
Başka bir deyişle, Türkiye “ölçülü bir duraksama” ile hem karşı çıkış mesajını korumayı hem de sonraki adımlar için elini serbest bırakmayı amaçladı.
Suriye sahası bu süreçte her zamankinden daha fazla dış güçlerin kontrolüne girmiştir:
— Amerika Birleşik Devletleri, sınırlı adem-i merkeziyet planıyla Kürtleri Suriye’nin gelecekteki siyasî mimarisine dâhil etmiştir.
— Rusya, kuzeydoğu Suriye’deki varlığını pekiştirerek Türkiye’nin askerî hareket alanını sınırlayan bir aktör haline gelmiştir; bundan sonra yapılacak her hamle Moskova’nın tepkisi gözetilerek hesaplanmak zorundadır.
— İsrail, Kürtleri “en iyi ve en güvenilir dostu” olarak nitelendirmekte, sahadaki ilişkilerin yanı sıra Washington’daki lobi faaliyetleri aracılığıyla onlara meşruiyet kazandırmada doğrudan rol oynamaktadır. Pek çok analist, Barrack’ın mesajının da bu İsrail baskısının yansıması olduğunu düşünmektedir.
— Avrupa, siyasî ve sembolik düzeyde Kürtlerin destekçisidir; onların IŞİD karşı mücadelesini hatırlatarak Suriye’nin geleceğinde haklarının güvence altına alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
— İran ise bu sürecin tam tersine hareket etmektedir; her türlü Kürt özerkliğine karşıdır, çünkü bunu Amerika ve İsrail’in Suriye’nin kalbine sızması için bir kapı olarak görmektedir.
Türkiye açısından bu tablonun sonucu hem tehdit hem de sınırlı bir fırsatın birleşimidir:
— Temel tehdit: Güney sınırları boyunca kademeli olarak şekillenen Kürt siyasî gerçekliği, Amerika ve Rusya’nın sahadaki varlığı nedeniyle askerî hareket serbestisinin azalması ve Kürtlere verilen desteğin giderek daha görünür hale gelen
İsrail faktörü. Ankara’nın gözünde bu süreç, doğrudan ulusal güvenliği ve iç bütünlüğü hedef almaktadır.
— Sınırlı fırsat: Şam ve Tahran ile “birlik içinde Suriye” ekseninde paylaşılan taktiksel ortak nokta ve dış güçler arasındaki çıkar çatışmalarından yararlanma ihtimali. Türkiye bu çatlaklardan faydalanarak üzerindeki baskıları hafifletebilir ve kendisini bölgede “Suriye krizine çözümün vazgeçilmez aktörü” olarak konumlandırabilir.
Bu koşullarda Türkiye’nin önünde kader niteliğinde bir karar bulunmaktadır. Eğer “sınırlı adem-i merkeziyet” modeli fiilen hayata geçirilirse, Ankara’nın güvenlik ve siyasî maliyetleri ciddi ölçüde artacaktır. Buna karşılık, mevcut sınırlı fırsatların akıllıca ve etkin biçimde değerlendirilmesi, Kürt özerkliğinin resmiyet kazanmasını engelleyebilir.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin 23 Ağustos sonrasındaki bilinçli bekleyişi bir pasiflik değil, doğru anı kollamanın işaretidir: Ankara’nın iki zorlu yol arasında tercih yapmak zorunda kalacağı an.
Ya stratejisini kademeli olarak değiştirip taktiksel iş birlikleriyle denklemi yönetmeye çalışacaktır; ya da yüksek maliyetli askerî operasyon seçeneğine dönerek sahadaki dengeleri yeniden lehine çevirmeye girişecektir. Her iki yol da risklerle doludur, ancak seçim kaçınılmazdır. Türkiye’nin Suriye Kürtleriyle ilişkilerinin geleceği de tam olarak bu kararın sonucuna bağlı olacaktır.