6 Ekim 2025, Suriye’nin kuzeydoğusundaki çok katmanlı denklemin yeni bir dönüm noktasıydı. Amerika'nın Ankara Büyükelçisi Tom Barrack ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi arasındaki görüşme sıradan bir toplantı değil, Washington’un Kürt meselesi ve Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) rejiminin geleceğine doğrudan müdahalesinin yeni bir evresinin başlangıcıydı.
Haseke’deki bu görüşmeden sadece birkaç saat sonra Halep’te savaş yeniden alevlendi; kentin doğu kesiminde HTŞ güçleri ile SDG’ye bağlı birlikler arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Tişrin Barajı hattındaki patlamalar, Halep–Rakka yolunun kapanması ve tarafların karşılıklı ilerleyişi bir kez daha 10 Mart anlaşmasının bir birleşme sürecinden çok, güç mücadelesinin sahası olduğunu gösterdi.
Ancak 7 Ekim sabahı tablo değişti. HTŞ genel ateşkesi ilan etti, Kürt heyeti başkente doğru yola çıktı ve Ebu Muhammed el-Colani (şimdiki adıyla Ahmed eş-Şaraa), Tom Barrack, CENTCOM komutanı ve Mazlum Abdi’yi aynı anda ağırlayarak o yarım kalmış anlaşmanın uygulanmasını görüşmeye başladı.
Bugün Washington bir kez daha Suriye krizinin merkezinde yer alırken, büyük soru şu:
Bütünleşme süreci gerçekten ulusal birliğe giden bir adım mı, yoksa HTŞ, Kürtler ve yabancı müttefikler arasında iktidar paylaşımının ön hazırlığı mı?
6 Ekim’de Haseke’de gerçekleşen ABD özel temsilcisi Tom Barrack ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Komutanı Mazlum Abdi arasındaki görüşme, SDG güçlerinin merkezi hükümet yapısına yeniden entegre edilmesi sürecini canlandırma amacıyla başladı; ancak sadece birkaç saat sonra Suriye’nin kuzeyi yeniden bir çatışma sahnesine dönüştü.
Halep’in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinde iki tarafa bağlı topçu birlikleri temas hatlarını hedef aldı ve gece yarısına kadar onlarca yaralı ile iki ölü bildirildi. Kürt kaynaklar, “ateşkesin rejim yanlısı güçler tarafindan ihlal edildiğini” belirtirken, Suriye devlet medyası ise SDG’yi “askeri noktalara saldırmak ve şehir düzenini bozmakla” suçladı.
Aynı saatlerde Halep–Rakka bağlantı yolu birkaç saatliğine kapatıldı ve HTŞ'ye bağlı güçler kentin kuzeyindeki bazı kontrol noktalarının denetimini ele geçirdi. Buna paralel olarak, YPG, Amerikan güçlerinden sınırlı bir destek alarak Teşrin Barajı çevresindeki mevzilerini güçlendirdi.
Bu durum kısa sürede siyasi bir krize dönüştü; çünkü Türkiye medyasında, özellikle Türkiye gazetesi gibi iktidara yakın yayın organlarında “gerilimin sürmesi hâlinde Türk ordusunun HTŞ ile işbirliği çerçevesinde harekete geçebileceği” yönünde haberler yayımlandı. Bu ifade, aslında Türkiye'de hükümete yakın medyanın Colani rejimiyle olası ortak bir operasyon ihtimaline dair ilk açık gönderme olarak değerlendirildi.
7 Ekim sabahının erken saatlerinde Suriye güvenlik kaynakları, HTŞ'nin Savunma Bakanlığı ile SDG komutanlığı arasında doğrudan temas kurulduğunu duyurdu. Sadece birkaç saat sonra HTŞ rejiminin savunma bakanı Murhef Ebu Kasra, X sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada iki tarafin kuzey ve kuzeydoğudaki tüm cephelerde kapsamlı bir ateşkes üzerinde anlaştığını ilan etti.
Bu açıklamanın ardından yardım hatları yavaş yavaş yeniden açıldı ve Mazlum Abdi, İlham Ahmed ve Rojhat Afrin’den oluşan bir Kürt heyeti Şam’a doğru yola çıktı. Amerika’nın doğrudan koordinasyonuyla gerçekleşen bu ziyaret, ateşkesin kalıcı hâle getirilmesi ve siyasi diyalogların yeniden başlatılması yönünde ilk adım olarak değerlendirildi.
Kürt kaynaklar Sky News Arabia ve KurdPress’e yaptıkları açıklamalarda, Washington’un haftanın başından bu yana iki taraf arasında aktif bir arabulucu rolü üstlendiğini doğruladı. Onlara göre, Amerika, entegrasyon sürecinin tamamen çökmesini önlemek ve Rusya’nın Fırat’ın doğusu ile Deyr ez-Zor petrol sahalarındaki etkinliğini yeniden artırmasını engellemek amacıyla Ebu Muhammed el-Coalni ile Mazlum Abdi’nin Şam’da doğrudan görüşmesini talep etmişti.
Böylece Halep’teki saha krizi kısa sürede başkentteki siyasi bir diyaloğa dönüştü; bu öyle bir diyalog ki sadece Suriye’nin kuzeyinin kaderini değil, Washington ile HTŞ arasındaki ilişkilerin geleceğini de şekillendirebilir.
Halep’teki çatışmaların görece yatışmasının ardından Şam’daki siyasi atmosfer yeniden Suriye’deki gelişmelerin merkezine oturdu. 7 Ekim’de, Mazlum Abdi başkanlığındaki kuzey ve doğu Suriye’den gelen üst düzey bir heyet başkente ulaştı. Heyette, Özerk Yönetim Dış İlişkiler Konseyi Eş Başkanı İlham Ahmed ve Kadın Savunma Birlikleri (YPJ) Komutanı Rojhat Afrin de yer alıyordu.
Aynı gün, HTŞ rejiminin Cumhurbaşkanlığı binasında, söz konusu heyet ile Colani ve iki üst düzey Amerikalı yetkili — Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ve CENTCOM Komutanı Amiral Brad Cooper — arasında olağanüstü bir görüşme gerçekleştirildi.
Suriye’nin resmi haber ajansı SANA ile Kürt basın organları KurdPress ve Hawar News’in aktardığına göre bu toplantı, 10 Mart Anlaşması’nın uygulanma mekanizmasını ele almak amacıyla düzenlendi. Söz konusu anlaşmaya göre, Özerk Yönetim’e bağlı askeri ve sivil kurumlar bu yılın sonuna kadar HTŞ rejiminin yapısına entegre edilecekti.
Toplantıya Amerikan yetkililerin yanı sıra Dışişleri Bakanı Esad Şeybani, Savunma Bakanı Merehf Ebukasra ve Suriye İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hüseyin Selame de katıldı; bu bileşim, HTŞ'nin anlaşmanın fiili uygulama aşamasına geçme konusundaki kararlılığını açıkça gösteriyordu.
Konuya yakın kaynaklara göre görüşmeler üç ana başlık üzerinde yoğunlaştı:
1) Kuzey ve doğu Suriye’de ateşkesin kalıcı hâle getirilmesi ve bunu denetleyecek ortak bir komitenin kurulması.
2) Özerk Yönetim’in sivil kurumlarının, eğitim, kültür ve içişleri alanlarındaki yerel yetkilerini koruyarak kademeli biçimde merkezi hükümet yapısına geri dönmesi.
3) SDG güçlerinin silahsızlandırma olmaksızın, aşamalı şekilde Suriye ordusuna entegre edilmesi.
Toplantı sonrasında yayımlanan açıklamada Colani, “Suriye Geçici Hükümeti ülkenin toprak bütünlüğüne ve tüm vatandaşların haklarına bağlıdır; hiçbir mekanizma ülkenin bölünmesine yol açmayacaktır” ifadelerini kullandı.
Buna karşılık Mazlum Abdi, geçmişe kıyasla daha açık bir tutum sergileyerek şöyle dedi: “Biz Şam’da makam ya da unvan peşinde değiliz; Irak Kürdistan Bölgesi’ne benzer gerçek bir özerk bölge istiyoruz.” Bu açıklama, Sky News Arabia gibi Arap medyasında geniş yankı buldu ve HTŞ'nin “entegrasyon” kavramına bakışıyla Kürtlerin “özerklik” beklentisi arasındaki farkın hâlâ derin olduğunu ortaya koydu.
Middle East News’in aktardığına göre toplantıya katılan Amerikalı kaynaklar da 10 Mart Anlaşması’nın tam olarak uygulanmasını ve Suriye güçleri ile SDG arasındaki ortak askeri iş birliğinin IŞİD’e karşı sürdürülmesini desteklediklerini vurguladı. Tom Barrack görüşmede, Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden hiçbir planı desteklemeyeceğini, ancak Kürtlerin haklarının yeni Suriye yapısında güvence altına alınması gerektiğini açıkça belirtti.
Toplantının sonunda taraflar, temasların sürdürülmesi ve entegrasyon anlaşmasının uygulanması ile ateşkesin denetlenmesini takip edecek üçlü bir komite (HTŞ–SDG–ABD) kurulması konusunda mutabık kaldı.
Buna rağmen bağımsız kaynaklar, bu görüşmelerin krizin çözümünden ziyade HTŞ, Washington ve Kürt güçleri arasında yeni bir rol paylaşımı evresine işaret ettiğini belirtiyor. Bu rol paylaşımı, Suriye’nin geleceğini iki olasılıktan biri doğrultusunda şekillendirebilir: “Sınırlı adem-i merkeziyetle siyasi bütünlük” ya da “dış destekli gerçek özerklik.”
1) Amerika Birleşik Devletleri: Askeri Destekli Siyasi Arabulucu
HTŞ ve SDG'nin aylar sonra ilk kez resmi bir müzakere masasına oturduğu günlerde, Amerika Birleşik Devletleri sadece bir gözlemci değildi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin bildirdiğine göre, Mazlum Abdi ile Colani'nin Şam’daki görüşmesiyle eş zamanlı olarak, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçleri Haseke’nin kuzeyindeki Kasrek üssünde geniş çaplı bir tatbikat gerçekleştirdi.
Tatbikat sırasında, ağır silahlar ve bir hava savunma sistemi taşıyan bir Amerikan kargo uçağı üsse indi; birkaç savaş helikopteri de bölge semalarında devriye uçuşu yaptı. Yerel kaynaklar, bu manevranın amacının muhtemel bir Türk saldırısına ya da yerel gerginliklerin tırmanmasına karşı caydırıcılık göstermek ve muharebe hazırlık seviyesini artırmak olduğunu aktardı.
Washington bu hamleyle aynı anda iki mesaj gönderdi:
— Birincisi, Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) yönelik HTŞ ve Ankara kaynaklı askerî baskılara karşı fiilî destek;
— İkincisi, 10 Mart Anlaşması’nın uygulanmasının ve kuzeydoğu Suriye’deki kırılgan dengenin korunmasının siyasi bir kararlılıkla destekleneceği mesajı.
Batılı analistler bu tatbikatı “Washington’un diplomasisinin askerî eki” olarak nitelendirdi; bu, Kürtlerle merkezi hükümet arasındaki ateşkesi güvence altına almak ve Amerika’nın bölgedeki arabulucu konumunu pekiştirmek için kullanılan bir araç.
2) Türkiye: Kürtlerin Silahsızlandırılması ve HTŞ'ye Entegrasyonu İçin Siyasi Baskı
Öte yandan Ankara, hamlelerini yoğun biçimde sürdürmektedir. Şam’da resmi ateşkesin ilanından sadece birkaç saat önce, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri ve Erdoğan’ın en önemli müttefiki olan Devlet Bahçeli, parlamentoda yaptığı konuşmada Abdullah Öcalan’a çağrıda bulunarak, İmralı Cezaevi’nden doğrudan bir mesaj gönderip Suriye Kürt güçlerini silah bırakmaya ve HTŞ rejimiyle yapılan 10 Mart Anlaşması’nı tamamen uygulamaya davet etmesini istedi.
Bahçeli, “İmralı çağrısı güncellenmelidir.” ifadelerini kullanarak, “Ulusal Birlik, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” üyelerinden oluşan bir heyetin Öcalan’ın mesajını almak üzere İmralı’ya gönderilmesini önerdi. Ona göre, “Suriye’de ve Türkiye’de gerçek siyaset ancak diyalog ve hukuk yoluyla ilerleyebilir, silah namlularından değil.”
Bu açıklamalar, Türk güvenlik kaynaklarının Fırat’ın doğusundaki Kürt silahlı gruplara karşı Türkiye ile HTŞ arasında olası ortak bir operasyon ihtimalinden söz ettikleri son beyanlarla birlikte değerlendirildiğinde, Ankara’nın iç barış sürecini Suriye denklemine bağlama çabasında olduğunu açıkça göstermektedir.
Aslında Türkiye, üç yönlü bir denklemi kalıcı hâle getirmeye çalışıyor:
1) Suriye Kürtlerinin silahlı kanatları olan YPG ve SDG’nin tamamen silahsızlandırılması,
2) Bu unsurların kontrollü biçimde Şam’ın askerî yapısına entegre edilmesi,
3) Ve PKK’nın kuzey Suriye’den tamamen tasfiye edilmesi.
Gözlemcilere göre bu yaklaşım, her ne kadar “terörsüz ve birleşik Suriye” sloganıyla ifade edilse de, fiiliyatta Kürtlerin siyasi özerkliğini sınırlamak ve Türkiye’nin Şam’daki karar alma sürecindeki etkisini artırmak için bir baskı aracı işlevi görebilir.
3) Bölgesel Yansımalar: Çatışma Endişesinden İstikrar Umuduna
Ateşkesin ilanının ardından Halep’teki gerginlik azalmış olsa da istikrarın sürüp sürmeyeceğine dair endişeler devam ediyor. El-Mecelle ve Şarku’l Avsat gibi Arap medyası, Türkiye ile Kürt bölgeleri arasındaki Nusaybin geçiş kapısının yeniden açılma ihtimalinden söz etti — bu durum, Ankara ile Özerk Yönetim arasında perde arkası temasların bir işareti olarak değerlendiriliyor.
Ancak bu yönde atılacak her somut adım, HTŞ–SDG görüşmelerinin başarıya ulaşmasına ve Türkiye’nin kuzey Suriye’deki askerî rolünü azaltmasına bağlı; bu da şu an için oldukça uzak bir ihtimal olarak görünüyor.
Sonuçta üç ana aktör — Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ve HTŞ — her biri farklı yöntemlerle ama eş zamanlı biçimde Suriye’deki yeni güç hatlarını şekillendiriyor:
Washington diplomasi ve tatbikatlarla, Ankara siyasi baskı ve askerî tehditlerle, ve HTŞ müzakere ile geçici ateşkeslerle.
Bu üçgenin ortasında ise Kürtler, kimliklerini ve kazanımlarını koruyarak Suriye’deki en kırılgan güç dengelerinden birinin çökmesini engellemeye çalışıyorlar.
Şam’daki ateşkes anlaşması her ne kadar görünüşte bir sakinleşme ve istikrar adımı olarak değerlendirildiyse de, gerçekte çok daha karmaşık bir sürecin başlangıcını temsil ediyor: 10 Mart Anlaşmasının fiilen uygulanması. Bu anlaşma başından itibaren üç temel sütun üzerine inşa edilmişti — entegrasyon, adem-i merkeziyet ve yeniden inşa — ancak bu üç unsurun hiçbiri hâlâ kâğıt üzerindeki aşamayı geçemedi.
1) Askerî ve Güvenlik Zorlukları
Anlaşmanın uygulanmasının önündeki en büyük engel, Kürt silahlı güçlerinin Suriye ordusuna nasıl entegre edileceği meselesidir. HTŞ rejimine yakın kaynaklara göre, HTŞ prensipte entegrasyona karşı değil, ancak SDG’nin bağımsız komuta yapısının tamamen feshedilmesini ve tüm birliklerin Genelkurmay Başkanlığına bağlanmasını talep ediyor.
Buna karşılık Mazlum Abdi, entegrasyonun “teslimiyet” anlamına gelmediğini ve SDG’nin kendi kimliği ile örgütsel yapısını koruyarak Suriye ulusal ordusunun bir
parçası hâline gelmesi gerektiğini açıkça dile getirdi. Bu görüş ayrılığı, krizin özünü oluşturuyor: Kürtler eşit bir ortaklık istiyor, tasfiye değil.
Sahada da bu çelişki net biçimde görülüyor. HTŞ ordusuna bağlı bazı birlikler Haseke ve Kamışlı’da geçici mevzilerinden çekilmeyi reddederken, yerel SDG komutanları da Kamışlı Havaalanı çevresine devlet birliklerinin konuşlanmasına izin vermiyor. Bu yerel çaplı çatışmalar, ateşkese rağmen sürüyor ve anlaşmanın fiilî uygulanabilirliğini ciddi biçimde tartışmalı hâle getiriyor.
2) Geçiş Noktaları ve Petrol Kaynakları: Çatışmanın Can Damarları
Anlaşmanın en karmaşık bölümlerinden biri sınır geçişleri ve petrol kaynaklarıyla ilgilidir. 10 Mart Anlaşmasının üçüncü maddesine göre, sınır kapılarının yönetimi HTŞ rejimi ile Özerk Yönetim arasında ortak bir şekilde yürütülmelidir; ancak HTŞ, stratejik öneme sahip el-Yarubiye (Tel Koçer) ve el-Malikiye kapılarının tam kontrolünü talep ediyor.
Buna karşılık SDG bu talebi “eski merkezileşmeye dönüş” olarak değerlendiriyor ve bunu ekonomik özerklik için bir tehdit olarak görüyor.
El-Meyadin ve Şarku’l Avsat gibi Arap kaynaklarının bildirdiğine göre, Amerika da bu anlaşmazlıkta Kürtlerin yanında yer alarak geçiş noktalarının “çift yönetim ve uluslararası denetim” altında olmasını istiyor. Bu durum, fiilen HTŞ'nin, kuzeydoğu bölgelerindeki gelir kaynakları üzerindeki kontrolünü sınırlıyor ve gelecekte yeni bir gerilim hattına dönüşme potansiyeli taşıyor.
Öte yandan, Suriye’nin petrol üretiminin büyük kısmını karşılayan el-Ömer ve eş- Şeddadi petrol ve gaz sahaları hâlen SDG güçleri ve Amerikan danışmanlarının kontrolü altında. HTŞ rejimi, bu sahalardan elde edilen gelirlerin “Ulusal Yeniden Yapılanma Fonu” çerçevesinde paylaşılmasını talep ederken, SDG ise siyasi süreç tamamen sonuçlanana kadar kaynakları “yerel istikrarı sağlamak” amacıyla elinde tutacağını belirtiyor.
3) Güvensizlik ve Washington’un Rolü
Siyasi irade mevcut olsa bile, HTŞ ile Kürtler arasındaki derin güvensizlik, anlaşmanın hayata geçirilmesinin önündeki en büyük engel olarak duruyor. Kürtler, önceki hükümetlerin vaatlerini yerine getirmediğini öne sürerek yeniden merkezi yapıya dönmekten çekiniyorlar. Diğer yandan HTŞ rejimi de Washington’un gerçek niyetine kuşkuyla yaklaşıyor ve entegrasyon sürecini Amerika’nın Suriye topraklarındaki nüfuzunu sürdürme aracı olarak görüyor.
Tom Barrack, Colani ile yaptığı son görüşmede bu endişeyi gidermeye çalışarak şöyle dedi:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzeydoğu Suriye’deki varlığı, hâkimiyet için değil; barışı, yeniden inşayı ve terörizmin geri dönüşünü önlemeyi güvence altına almak içindir.”
Ancak Şam’da bu tür açıklamalara pek inanılmıyor. Suriye güvenlik yetkilileri, Washington’un hedefinin “merkezî olmayan ve zayıf bir Suriye” yaratmak olduğunu, böylece ülkenin bir daha eski gücüne kavuşamayacağını düşünüyorlar.
4) Dış Müdahale ve Çıkarların Kesişimi
10 Mart Anlaşması yalnızca ülke içinde değil, bölgesel düzeyde de düşmanlarını ve eleştirmenlerini beraberinde getirdi. Türkiye, İsrail ve hatta bazı Körfez çevreleri bu anlaşmayı kendi bölgesel nüfuzları için bir tehdit olarak görüyor. Ankara açıkça, Suriye’de herhangi bir Kürt özerk yapısının “kırmızı çizgi” olduğunu ilan etti; İsrail ise Şam merkezli devlet otoritesinin zayıflamasından memnun, çünkü bunu İran’ın yeniden güneyde nüfuz kazanmasının önünde bir engel olarak değerlendiriyor.
Bu koşullar altında, 10 Mart Anlaşmasının uygulanmasına yönelik her adım, bölgesel güçlerin zincirleme tepkilerini tetikleyebilir. Bu nedenle hem Washington hem de Şam, süreci “kontrollü” bir düzeyde ve medyatik gürültüden uzak biçimde yürütmeye çalışıyor.
5) Perspektif
Her ne kadar ateşkes kırılgan ve anlaşmazlıklar sürüyor olsa da, Şam’daki toplantının gerçekleşmesi ve ortak bir komite kurulması yönündeki uzlaşı, tüm tarafların savaşın yeniden başlamasını önleme isteğini gösteriyor. Ancak anlaşmanın tam olarak uygulanabilmesi, şeffaf bir denetim çerçevesi ve kalıcı bir dış güvence olmaksızın mümkün görünmüyor.
Kuzeydoğu Suriye’nin geleceği artık üç irade arasındaki dengeye bağlı:
Kürtlerin özerkliklerini koruma iradesi,
HTŞ'nin devlet otoritesini yeniden inşa etme iradesi, ve Amerika’nın mutlak gücü yeniden tesis etmeden istikrarı “mühendislik etme” iradesi.
10 Mart Anlaşması eğer varlığını sürdürebilirse, modern Suriye tarihinde merkez ile çevre arasında ilk uzlaşı modeli olabilir; ancak çökerse, ülkeyi yeniden kaçınılmaz bir ateş ve güvensizlik döngüsüne geri sürükleyecektir.
Haseke’den Şam’a uzanan ardışık görüşmeler, kısa ama gergin Halep çatışmaları ve kırılgan kuzeydoğu ateşkesi, hepsi Suriye’nin yeni bir evreye girdiğinin işaretleri. Bu evre artık ne “birleşik Suriye” sloganıyla ne de “tam özerklik” idealiyle tanımlanıyor; daha çok gerçekçilikle ve güçler arasındaki hassas bir dengeyle şekilleniyor.
Bu yeni denklemde her aktör kendi konumunu yeniden belirliyor:
— Şam, kaybettiği otoriteyi yeniden inşa etmeye çalışıyor, ancak Amerika ya da Kürtlerle doğrudan bir çatışmaya sürüklenmeden;
— Kürtler, yeni Suriye yapısında “askerî bir bağlı” değil, “siyasi bir ortak” olarak yer almak istiyor;
— Washington ise, kuzeydoğudaki varlığının siyasî meşruiyet kazandığı ve aynı zamanda Rusya ile Türkiye’nin etkisini dengeleyebildiği bir istikrar modelini kalıcılaştırma arayışında.
Ancak bu üçgenin ötesinde belirleyici bir unsur var: zaman.
Yıl sonuna kadar kurumların entegrasyonu, geçiş noktalarının yeniden açılması ve kaynakların adil dağılımı yönünde somut adımlar atılmazsa, 10 Mart Anlaşması da önceki birçok anlaşmanın kaderini paylaşacak — yani daha uygulanmadan kâğıt üzerinde çökecek bir mutabakat olarak tarihe karışacaktır.
Buna rağmen, Beşar Esed'in devrilmesinden bu yana ilk kez HTŞ, Kürtler ve Washington arasında üçlü bir yapı oluşmuş durumda. Geçici nitelikte olsa da bu yapı, Suriye’deki güç haritasını yeniden çizebilecek bir potansiyele sahip.
Bu düzende güç artık mutlak değil, paylaştırılmış; merkezî değil, merkez, çevre ve dış garantör arasında sürekli pazarlığa dayalı bir biçimde dağılmış durumda.
Bugünün Suriye’si artık yalnızca bir savaş alanı değil, aynı zamanda merkezi devlet ile siyasal aktörlere dönüşen silahlı gruplar arasında zorunlu bir birlikte yaşama modelinin laboratuvarıdır.
Gelecek, savaş meydanlarında değil; güç, kaynak ve ulusal kimliğin nasıl paylaştırılacağına bağlı olarak şekillenecek.
Eğer bu süreç başarıya ulaşırsa, HTŞ uzun yıllar süren krizlerin ardından yarı-federal bir yapıya sahip yeni bir Suriye’nin temellerini atabilir.
Ancak başarısız olursa, Suriye’nin kuzeyi ve doğusu yeniden bölgesel güçlerin çatışma sahasına dönüşecek; öyle bir çatışma ki yalnızca Suriye’yi değil, tüm Orta Doğu’yu içine çekebilir.