YDH- Araştırmacı-yazar Ahmet Erdem, Suriye’nin kuzeyinde yeniden şekillenen güç dengelerini tartıştığı makalesinde, HTŞ ile SDG arasında Ekim 2025’te yapılan “entegrasyon anlaşmasının” niteliğini sorguluyor. “Entegrasyon” kavramının iki taraf için farklı anlamlar taşıdığını açıklayan Erdem'e göre, Şam ve HTŞ için bu, “itaat ve merkeziyetçilik”; Kürtler için ise “katılım ve güç paylaşımı” demek. Türkiye’nin, Kürtlere karşı doğrudan müdahale yerine, HTŞ üzerinden dolaylı bir askeri strateji yürüttüğünü anlatan Erdem, ikili arasındaki işbirliğinin bir barış hazırlığı değil; sahayı Kürtlere karşı yeniden dizayn etme planı olduğunu gözler öne seriyor.
2025 Ekim ayının ortasında, Suriye’nin kuzeydoğusu bir kez daha güç dengelerinin merkezine yerleşti. Aylar süren gizli görüşmeler ve temkinli sessizlikten sonra, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Suriye’deki Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) rejimi arasındaki müzakereler yeniden başladı. Ancak bu kez barış dilinde değil, tereddüt sözcükleriyle.
Saha haberleri ve Kürt yetkililerin açıklamaları, SDG güçlerinin Suriye ordusuna dâhil edilmesi konusunda HTŞ ile ilkesel bir uzlaşmaya varıldığını gösteriyor. Birçok kişinin gözünde bu anlaşma, HTŞ ile Kürtler arasındaki uzun süredir devam eden gerilimi sona erdirmek için bir yol haritası olabilir. Ancak bu umut kadar yeni soruları da beraberinde getiriyor: Bu entegrasyon ortaklık mı, yoksa asimilasyon ve tasfiye mi anlamına geliyor?
HTŞ gerçekten iktidarı paylaşmaya hazır mı, yoksa sadece merkezi yapısının devamına yeni bir mühür mü vurmak istiyor?
Detaylar üzerindeki anlaşmazlıklar, bu ayrılığın ilk kanıtı olarak öne çıkıyor.
Kürt liderler “Savunma Bakanlığı çatısı altında üç bütünleşik tugay oluşturulmasından” söz ederken, HTŞ’ye yakın kaynaklar yalnızca “güçlerin küçük birlikler hâlinde kademeli olarak dâhil edilmesinden” bahsediyor.
İşte tam da bu noktada, birleşme birliğin sembolü olmak yerine yeni bir rekabet alanına dönüşmüş durumda — ve bu rekabetin artık dört ana aktörü var: HTŞ, Kürtler, Türkiye ve Amerika.
Colani rejimi bu süreci kendi meşruiyetinin bir sınavı olarak görüyor.
Ankara’da ise Suriye’nin kuzeyi meselesi yeniden bir ulusal güvenlik konusu hâline gelmiş; “Kürtleri denetim altına alma” politikası hem askerî hem de diplomatik kararların merkezine yerleşmiş durumda.
Washington’da SDG’ye verilen destek sürse de IŞİD’le mücadelenin sorumluluğunun tamamen HTŞ’ye devredilmesine dair tereddütler hâlâ devam ediyor.
Ve bu üç kutup arasında, Kürtler askerî bağımsızlıklarını koruma ile Suriye ordusunun resmî yapısı içinde yer alma arasında zor bir denge kurmaya çalışıyorlar.
Şimdi, Suriye’nin kuzey ve doğu sınırları müzakerelerin, tehditlerin ve yeni hizalanmaların gölgesinde yeniden tanımlanırken, krizin merkezinde tek bir temel soru kalıyor: “Entegrasyon” gerçekten bir birlikte yaşama sürecine mi yol açacak, yoksa merkeziyetçiliğin yeniden üretilmesi ve Suriye’de güç mücadelesinin yeni bir evresinin başlangıcı mı olacak?
Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile HTŞ arasında 2025 Ekim ayının ortasında yapılan ön anlaşma, her ne kadar dışarıdan bakıldığında tarihî bir adım gibi görünse de, gerçekte stratejik bir uzlaşıdan ziyade taktiksel bir uzlaşmayı andırıyor.
Associated Press’in 16 Ekim tarihli haberine göre, SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi, HTŞ ile Kürt güçlerinin “entegrasyon mekanizması” konusunda ilkesel bir anlaşmaya vardıklarını açıkladı.
Abdi, SDG komutanları ile HTŞ'nin Savunma Bakanlığı arasında ortak bir komite kurulduğunu, bu komitenin entegrasyon sürecinin ayrıntılarını belirleyeceğini ve Kürt güçlerinin “deneyim ve hizmet geçmişlerine uygun, saygıdeğer konumlarda” yeni orduda yer alacaklarını ifade etti.
Associated Press muhabiri Hucayr el-Abdu tarafından Haseke kentinde yapılan bu röportaj, HTŞ ile Kürtler arasındaki siyasi sessizlik döneminin ardından yeni temasların başladığını resmen doğrulayan ilk açıklama oldu. Abdi aynı röportajda şunu vurguladı:
“Bu güçler bireysel olarak orduya alınamaz; düzenli ve örgütlü yapılar hâlinde ulusal yapıya dâhil edilmelidir.”
Devamında, North Press gibi Kürt medyası, bu anlaşmaya göre iç güvenlik birimlerinin (Asayiş) de yeni İçişleri Bakanlığı yapısına dâhil edileceğini bildirdi. Ancak bu haber “müzakerelerde ilerleme” olarak sunulsa da, bölgesel başkentlerdeki tepkiler farklıydı.
Amerikan düşünce kuruluşu Foundation for Defense of Democracies (FDD), 17 Ekim tarihli analizinde “bu anlaşmanın ayrıntılarının hâlâ belirsiz olduğunu” yazdı ve şu değerlendirmeyi ekledi:
“Şam son yedi ay boyunca Kürt güçlerinin orduya örgütlü bir şekilde değil, bireysel olarak alınması gerektiğinde ısrar ediyordu. Eğer bugün gerçekten üç tugaylı bir yapının kabul edildiği doğruysa, bu Ahmed el-Şer’a hükûmetinin büyük bir tavizidir. Ancak bu taviz Ankara’yı memnun etmeyebilir.”
Bu arada, bazı Kürt kaynaklar Kürt medyası Rudaw’a verdikleri demeçlerde, Suriye Demokratik Güçleri’nin yalnızca üç tümen şeklinde değil, “üç bağımsız kolordu” olarak yeni orduya dâhil edileceğini iddia ettiler.
Buna karşılık, HTŞ'ye yakın kaynaklar, Suriye ordusu sisteminde böyle bir yapının bulunmadığını, en fazla sınırlı özerklik düzeyine sahip üç tümenin düşünüldüğünü vurguladılar. Tanımlar arasındaki bu farklılık, anlaşma metnindeki belirsizlik ve kavramsal ayrışmanın sürdüğünün bir göstergesidir.
Colani rejiminin bakış açısından “entegrasyon” kavramı, katılımdan ziyade Kürt güçlerinin merkezi ordu yapısına kademeli olarak dâhil edilmesi anlamına geliyor. Bu model, Hafız ve Beşşar Esed dönemlerinden miras kalan, komuta birliği ve askerî gücün başkentte yoğunlaşmasına dayalı bir sistemin devamıdır. Buna karşılık, Suriye Demokratik Güçleri entegrasyonun adem-i merkeziyetçi bir çerçevede gerçekleşmesi, yerel komutanlığın ve etnik çeşitliliğin korunması gerektiğini vurguluyor.
Başka bir röportajda, SDG Genel Komutanlık Üyesi Sipan Hemo 18 Ekim’de şöyle dedi:
“Entegrasyon, Suriye Demokratik Güçleri’nin kimliğine ve mücadelesine saygı temelinde olmalıdır. Biz eritilmek istemiyoruz; ortak olmak istiyoruz.”
Başka bir deyişle, hem HTŞ hem de Kürtler “entegrasyondan” söz ediyor, ancak kullandıkları dil farklı:
Şam, itaatten ve komuta birliğinden bahsediyor,
Kürtler ise katılımdan ve güç paylaşımından.
Bu kavramsal ayrım, fiiliyatta müzakerelerin en büyük engeline dönüşmüş durumda. Edinilen bilgilere göre, 13 Ekim’de Şam’da yapılan ortak komite toplantısında, komutanların atanma şekli, operasyon bölgelerinin paylaşımı veya kadın birliklerinin (YPJ) konumu konusunda hiçbir uzlaşıya varılamadı.
Suriyeli analistler, şu anda yaşanan sürecin esasen zaman kazanmak amacıyla yapılan taktiksel bir uzlaşma olduğunu düşünüyor. HTŞ, işbirliği görüntüsü vererek Türkiye ve ABD’nin baskısını hafifletmeye çalışırken, SDG ise Türkiye’nin yeni bir askerî müdahalesine bahane oluşturulmamasını hedefliyor.
Associated Press röportajının ardından geçen günlerde, Halep’in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerindeki çatışmalar, entegrasyon sürecinin sahadaki gerçeklerden kopuk olmadığını bir kez daha gösterdi.
Bu bölgelerin kuşatılması ve Afrin İnsan Hakları Örgütü’nün bölge sakinlerinin tutuklanıp işkenceye maruz kaldığına dair raporları, uzlaşma sürecine dair güvensizlik ve istikrarsızlık görüntüsünü pekiştiriyor.
Buna rağmen, Mazlum Abdi 20 Ekim’de Daraj medya kuruluşuna yansıyan yeni açıklamasında “entegrasyonun yakın olduğunu” söyledi ve görüşmelerin “somut ilerlemelere ulaştığını” vurguladı.
Ancak aynı günlerde Türkiye, anlaşmanın Aralık ayı sonuna kadar tam olarak uygulanmaması hâlinde askerî bir operasyon başlatacağı tehdidinde bulundu. Bu tehdit, bir kez daha siyasetin askerî sürecin üzerine gölge düşürmesine neden oldu.
Bu nedenle, “Ekim ayındaki sözlü anlaşmayı” bir yakınlaşmanın başlangıcı olarak değil, karşılıklı zaman kazanma oyununun yeni bir evresi olarak değerlendirmek gerekir. Bu oyun, entegrasyonun gerçek kaderini muhtemelen 2026 yılına kadar erteleyebilir.
2025 Ekim ayında, HTŞ ve Ankara’daki eşzamanlı gelişmeler, “entegrasyon” sonrasına dair yeni bir tablo ortaya koydu; bu tablo ulusal yakınlaşmadan ziyade, Kürt güçlerini denetim altına almaya yönelik bir güvenlik ittifakının şekillendiğini yansıtıyor.
Bloomberg, Middle East News ve KurdPress’in art arda yayımladığı haberler, entegrasyon konusundaki siyasî görüşmelerin giderek HTŞ ile Türkiye arasında askerî ve istihbarî bir işbirliğine dönüştüğünü gösteriyor. Bu işbirliğinin örtük amacı, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kuzey ve doğu bölgelerindeki etkisini ve yapısal kapasitesini azaltmak olarak öne çıkıyor.
Silahlar, anlaşmalar ve Adana Ekseni’nin geri dönüşü
Bloomberg’in 17 Ekim 2025 tarihli haberine göre, Türkiye Suriye’ye geniş çaplı bir askerî teçhizat paketi göndermenin eşiğinde: zırhlı araçlar, insansız hava araçları, topçu sistemleri, füzeler ve hava savunma sistemleri, Suriye’nin kuzey bölgelerinde konuşlandırılmak üzere hazırlanıyor.
Türk yetkililer bu adımın amacını “Colani rejimini ordunun yeniden inşasında ve Kürt milislerle mücadelede desteklemek” olarak tanımladı.
Bu silah transferi açık bir anlam taşıyor:
Ankara, Suriye topraklarındaki doğrudan askerî varlığının hassasiyet yarattığının farkında. Bu nedenle, “geçiş hükûmetine destek” söylemiyle hareket ederek, Kürtleri denetim altına alma operasyonunu doğrudan Türk ordusu aracılığıyla değil, HTŞ üzerinden yürütmeyi hedefliyor.
Bu yeni model, aslında SDG’ye karşı yürütülen operasyonların dış kaynak kullanımı anlamına geliyor: Türkiye donatıyor, HTŞ uyguluyor.
Bloomberg’in aktardığına göre iki ülke ayrıca 1998 tarihli Adana Güvenlik Anlaşması’nın yeniden tanımlanması konusunda da görüşmeler yürüttü. Bu anlaşma, Türkiye’ye PKK üyelerini takip etmek amacıyla Suriye topraklarına beş kilometreye kadar girme hakkı tanıyordu.
Şimdi ise Ankara, bu mesafenin 30 kilometreye çıkarılmasını talep ediyor. Bu değişiklik hayata geçirilirse, fiilen Suriye’nin kuzeyindeki güvenlik sınırları yeniden çizilmiş olacak.
Bu bağlamda, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 19 Ekim’de Ülke TV’de katıldığı canlı yayında bu politikayı açıkça doğruladı:
“Suriye dosyası, Türkiye’nin bir numaralı ulusal güvenlik meselesidir. Suriye’nin güvenliği, Türkiye’nin güvenliğinden ayrı düşünülemez. Kürt güçleri derhal Arap bölgelerinden çekilmeli ve tüm silahlı gruplar Suriye ordusunun tek komutası altında birleştirilmelidir.”
Fidan’a göre Türkiye ve Şam, yeni güvenlik düzenlemelerini değerlendirmek üzere ABD–Türkiye–HTŞ üçlü zirvesinin hazırlıklarını yürütüyorlar. Bu zirve, Suriye’nin kuzeyinin gelecekteki yönünü belirleyebilecek nitelikte olacak.
Aynı dönemde, Middle East News’in haberine göre Türkiye Millî Savunma Bakanlığı Savunma ve Güvenlik Genel Müdürü Tümgeneral İlkay Altındağ başkanlığındaki bir askerî heyet Şam’a giderek HTŞ'nin Savunma Bakanı Muhraf Ebu Kasra ile bir araya geldi.
Türkiye Millî Savunma Bakanlığı yaptığı resmî açıklamada, iki tarafın “güvenlik ve savunma işbirliğini artırma” konusunu görüştüğünü bildirdi; görüşmeye ait fotoğraflar da Türk medyasında yayımlandı.
Bu ziyaret, işbirliğinin siyasî düzeyden operasyonel düzeye taşındığının bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Gözlemcilere göre bu askerî temas, iki ülke kuvvetleri arasında ortak iletişim hatlarının kurulmasına, saha istihbaratının paylaşılmasına ve taktiksel koordinasyonun sağlanmasına zemin hazırlıyor — ki bu, birkaç yıl öncesine kadar hayal bile edilemezdi.
Böylece güvenlik görüşmeleri artık siyasî müzakerelerin yerini almış durumda; hedef artık “güçlerin entegrasyonu” değil, yeni orduda birleşmesi öngörülen aynı güçleri kontrol altına alacak ortak bir mekanizmanın tasarlanmasıdır.
Ankara’nın üç şartı
Ankara’daki güvenlik kaynakları Bloomberg’e verdikleri bilgiye göre, Türkiye bu işbirliği karşılığında HTŞ'ye üç somut talep iletti:
1. Kuzeydoğu Suriye’de herhangi bir Kürt özerk yönetimine resmî olarak karşı çıkılması;
2. SDG güçlerinin Deyr ez-Zor ve Haseke’deki petrol ve gaz kaynaklarına erişiminin sınırlandırılması;
3. Sınır kapılarının kontrolünün Kürt güçlerinden alınarak merkezi hükûmete devredilmesi.
Başka bir deyişle, HTŞ kabul etmelidir ki, Kuzeydoğu Suriye’deki özerk yapı feshedilecek ve Kürtlerin mali ve lojistik kaynakları, HTŞ ile Ankara’nın ortak denetimine girecektir.
Bu tür koşullar, yeni güvenlik işbirliği çerçevesinin bütünüyle Kürtlerin güç kazanmasını engellemek üzere tasarlandığını gösteriyor.
Türkiye, askerî yardımı bir araç olarak kullanarak HTŞ rejimini fiilen Ankara adına Kürtleri denetleyen bir konuma yönlendirmeye çalışıyor.
HTŞ'nin Türkiye’ye 'aşırı' yakınlaştığına dair iddialara yanıt olarak, HTŞ'nin Dışişleri Bakanı Esad Şeybani 19 Ekim’de devlet kanalı el-İhbariye’ye verdiği röportajda rejiminin “her türlü federalizm veya ülkenin bölünmesine” karşı olduğunu vurguladı ve şöyle dedi:
“Kuzey ve Doğu Suriye için ulusal birlik çerçevesinde kilit bir rol oynama konusunda tarihî bir fırsat vardır. Ancak hiçbir şekilde özerklik ya da bölücülük kabul edilemez.”
Bu tutum aynı anda iki hedefi gözetiyor: Bir yandan Türkiye’nin güvenlik endişeleriyle uyum sağlamak, diğer yandan uluslararası aktörler nezdinde Şam’ı “bütüncül merkezi devlet” olarak yeniden konumlandırmak.
Gerçekte HTŞ, Ankara ile işbirliğini eşitler arası bir ittifak olarak değil, iç ve bölgesel meşruiyet kazanmak için bir araç olarak kullanıyor. Bu meşruiyet, önceki yönetimin çöküşü ve askerî otorite boşluğuyla zayıflamıştı.
İç düzeyde Türkiye de bu güvenlik yönelimini geçici bir tedbir olmaktan çıkarıp kalıcı bir politikaya dönüştürmeye çalıştı.
KurdPress’in 18 Ekim tarihli haberine göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak ve Suriye’deki askerî varlığının üç yıl daha uzatılması için parlamentoya resmî bir tezkere sundu. Söz konusu tezkerede şu ifadeler yer aldı:
“Güney sınırlarımızdaki terör tehditleri ve Suriye’deki kalıcı istikrarsızlık, Türkiye’nin ulusal güvenliği için ciddi riskler oluşturmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır ötesi askerî varlığının sürdürülmesi zorunludur.”
Bu karar, gelecekteki müdahaleler için gerekli hukukî zemini oluşturmakta ve hükûmete sahada atılacak tüm adımlar için geniş bir yetki sağlamaktadır. Türkiye artık Suriye’nin kuzeyine baskı uygulamak için gerekli hukukî, lojistik ve siyasî araçlara sahiptir.
Lübnanlı gazete el-Ahbar’ın 16 Ekim tarihli haberine göre, Pentagon’un bazı birimleri, IŞİD’le mücadele görevlerinin tamamen SDG’den HTŞ'ye devredilmesine dair kuşkular taşıyor.
Haberde şu ifadeler yer aldı:
“IŞİD karşıtı operasyonlarda Heyet Tahrir eş-Şam’a yakın unsurların yer alması hâlinde, istihbarat sızıntısı riski mevcuttur. Bu nedenle Washington, şimdilik SDG’ye, IŞİD tutuklularının bulunduğu hapishane ve kampların kontrolünü yeni hükûmete devretmesi yönünde baskı yapmamıştır.”
Bu ikircikli tutum, ABD politikasındaki çelişkinin bir yansımasıdır: Bir yandan gerilimin azalmasını ve Suriye’nin bütünleşmesini isterken, diğer yandan HTŞ ile Ankara arasındaki yakınlaşmanın kuzeydeki kırılgan dengeyi bozmasından endişe duyuyor.
Böylece Washington, şimdilik “sessiz arabulucu” rolünde kalmış durumda; etkili bir varlığı olmadan yeniden tanımlanan bir sahneyi uzaktan izliyor.
Silah transferlerinden askerî görüşmelere, Adana Anlaşması’nın genişletilmesinden Türkiye’nin askerî yetki süresinin uzatılmasına kadar yaşanan tüm bu gelişmeler, doğrudan bir operasyonun hemen başlayacağı anlamına gelmiyor. Ancak tüm göstergeler, siyasî ve askerî sahnenin Kürtlere baskı uygulamak için hazırlandığını ortaya koyuyor.
Türkiye, hukukî ve lojistik zemini oluşturmuş durumda; HTŞ ise bu fırsatı kuzeydoğudaki otoritesini pekiştirmek için kullanıyor.
Dolayısıyla iki ülke arasındaki güvenlik işbirliği bir barış işareti olmaktan çok, Kürtleri sınırlamaya yönelik bir görev paylaşımı niteliği taşıyor — tüm aktörlerin konumlarını sağlamlaştırdığı ve yalnızca tek bir kıvılcımın süreci işbirliğinden çatışmaya dönüştürebileceği bir “sahne hazırlığı” aşaması.
2025 Ekim ayının ortasında, HTŞ ve Ankara arasındaki güvenlik ittifakı öyle bir noktaya ulaştı ki, bu durum hem Kürt güçleri için fiilî bir tehdit hem de Colani rejiminin geleceği için bir sınav niteliği taşıyor.
Türkiye, askerî ve hukukî araçlarıyla; HTŞ ise kazandığı yeni siyasî meşruiyetle, her ikisi de Suriye’nin kuzeyinde yeni bir düzen inşa etmeye çalışıyor — bu düzenin ortak hedefi, Kürtlerin güç denklemindeki etkisini azaltmak. Ancak bu görünürde stratejik ittifakın ardında derin bir uçurum gizli: Bu süreç gerçekten birlik ve istikrara mı yol açacak? Yoksa Şam ile Kürtler arasında, bu kez resmî ve devlet düzeyinde, yeni bir dışlanma ve güvensizlik döneminin başlangıcı mı olacak?
Ekim 2025’in ortasında Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile HTŞ arasında ilkesel bir anlaşmanın ilan edilmesinin ardından, Suriye’nin kuzeydoğusundaki dosyanın yeni bir döneme girdiği izlenimi oluşmuştu.
Ancak sonraki günlerde ortaya çıkan gelişmeler, ilerlemeden ziyade, tereddüt, ayrışma ve içsel kaygıların işaretiydi yalnızca Şam ile Kürtler arasındaki ilişkilerde değil, Kürt kampının kendi içinde de.
Görünüşte, SDG’nin üst düzey komutanları son görüşmeleri savundular. Mazlum Abdi 18 Ekim’de yayımladığı mesajda şöyle dedi:
“Suriye’nin tüm evlatları için birleşik ve güvenli bir Suriye inşa edebilecek bir anlaşmaya yaklaştık.”
Ancak sahadaki gerçeklik, çok daha derin bir uçuruma işaret ediyor. Haseke’deki yerel kaynaklar KurdPress’e, SDG’nin sahadaki bazı birliklerinin özellikle Deyr ez-Zor ve Rakka bölgelerinden geri çekilmeye karşı çıktıklarını ve Şam’ın Kürt bölgelerini doğrudan kontrol altına almaya kalkışması hâlinde “yerel direnişin” oluşacağı uyarısında bulunduklarını aktardı.
SDG yapısı içinde askerî ve siyasî kanatlar arasındaki görüş ayrılıkları, hiç olmadığı kadar belirginleşmiş durumda.
SDG Genel Komutanlığı üyesi Sipan Hemo, 18 Ekim’de verdiği bir röportajda şu vurguyu yaptı:
“Bütünleşme, Suriye Demokratik Güçleri’nin kimliğine ve mücadelesine saygı temelinde olmalıdır. Böyle bir saygı olmadan yeni ordu meşruiyet kazanamaz.”
Buna karşılık, Mazlum Abdi’ye yakın siyasî kanat, HTŞ ile diyaloğun sürdürülmesi gerektiğini ve her türlü gecikmenin Türkiye’nin müdahalesine bahane oluşturabileceğini savunuyor.
Hawar News’in aktardığına göre, Halk Savunma Birlikleri (YPG) komutanlarından biri şöyle dedi:
“Gerçek entegrasyon, halkımızın güvenliği garanti altına alındığında anlam kazanır; SDG yapısı ortadan kaldırıldığında değil. Geçmiş yılların tecrübesini yeniden yaşamak istemiyoruz.”
Bu ayrılık, her ne kadar henüz içsel bir krize dönüşmemiş olsa da, sahada birlikler arasında kafa karışıklığına ve koordinasyonun azalmasına yol açmış durumda.
SDG içindeki anlaşmazlıkların yanı sıra, Kürt kurumları arasındaki siyasî bölünme de daha belirgin hâle gelmiş durumda. SDG'ye yakın siyasî kanat olan Suriye Demokratik Meclisi (MSD), 20 Ekim 2025’te Rakka’nın özgürleştirilmesinin sekizinci yıldönümü vesilesiyle yayımladığı bildiride şöyle dedi:
“Etnik çeşitlilik, iş birliği ve özyönetim temelinde şekillenen Rakka deneyimi, ortak yaşamın bir modeli ve Suriye krizinin çözümü için bir yol haline gelmiştir.”
Aynı gün, Mazlum Abdi ayrı bir mesajında şunları yazdı:
“Rakka’nın IŞİD'in pençesinden kurtarılmasının üzerinden sekiz yıl geçti; bu, güçlerimizin fedakârlık ve cesaretle yazdığı bir destandı. Rakka’nın özgürleştirilmesi, DAEŞ hilafetinin başkentinin sona erdiği ve insanlığın ile Suriye’nin istikrarının önünün açıldığı kader belirleyici bir dönüm noktasıydı.”
Öte yandan, Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) farklı bir yol izleyerek siyasî müzakerelere ve anayasa hazırlık sürecine odaklanılması gerektiğini vurguluyor. ENKS üyelerinden biri SharPress’e verdiği demeçte şöyle konuştu:
“Kürtlerin sesi ne kadar parçalı olursa, HTŞ ve Ankara o kadar güçlenecektir. Şu anda Kürtlerin geleceği hakkında karar verecek tek bir merci yok.”
Böylece Kürtler iki farklı yöne ilerliyor: MSD ve SDF güvenlik, özyönetim ve askerî güvenceye odaklanırken, ENKS Suriye’deki Kürtlerin geleceği için diplomatik ve hukukî bir çerçeve arayışında.
Bu ikiliğin ortasında Kürtler, her zamankinden daha derin bir güven krizinin içinde bulunuyor. HTŞ dışişleri bakanı Esad Şeybani’nin el-İhbariyye kanalına yaptığı açıklamada belirttiği gibi “her türlü bölünme veya federalizmi reddediyor” ve yalnızca “10 Mart Anlaşması çerçevesinde” Kürtlerle iş birliğine hazır olduğunu söylüyor. Öte yandan Washington, her ne kadar entegrasyon görüşmelerini desteklese de, Kürtlerin konumunun korunmasına dair açık bir güvence vermeye yanaşmıyor.
19 Ekim’de KurdPress, Haseke’nin kuzeyindeki “Kasrek” üssüne yeni bir Amerikan askerî teçhizat konvoyunun ulaştığını bildirdi. Bu konvoy, Irak Kürdistan Bölgesi’nden gelen radar sistemleri, hava savunma ekipmanları ve zırhlı araçlardan oluşuyordu. Yerel kaynaklar, bu hamlenin koalisyonun “SDG kontrolündeki bölgelerde savunma altyapısını güçlendirme” çabalarının bir parçası olduğunu aktardı.
Aynı medya kuruluşuna konuşan yerel bir komutan şunları söyledi:
“Amerika bize Şam’la müzakere edin diyor, ama aynı zamanda silah gönderiyor. Hangi politikaya güvenmemiz gerektiğini bilmiyoruz.”
Bu ikilem, Kürtleri askıda bir konuma sürüklüyor — ne entegrasyonu kabul edecek kadar Şam’a güvenebiliyorlar, ne de Washington’dan kalıcı bir güvence alabiliyorlar.
Bütün bu etkenler, Kürtleri umut ile korku arasında bir duruma sürüklemiş durumda. Bir yandan, Şam ile bir anlaşma olmadan Türkiye’nin olası bir askerî operasyon riskinin artacağını biliyorlar; diğer yandan ise entegrasyonun siyasî ve askerî özerkliklerinin sonu anlamına gelmesinden endişe ediyorlar. Suriyeli bir analistin Daraaj dergisinde belirttiği gibi:
“Kürtler artık entegrasyon için değil, hayatta kalmak için müzakere ediyorlar.”
Aslında, Suriye’nin kuzeyi ile güneyi arasında köprü kurması beklenen süreç, şimdi dış güçlerin rekabeti gölgesinde varoluşu ve güvenliği koruma çabasına dönüşmüş durumda. Entegrasyon her ne kadar kâğıt üzerinde ilerliyor gibi görünse de, Kürtler hâlâ hiçbir taraftan ne Şam’dan, ne Washington’dan, ne de her gün Suriye’nin sınırlarını yeniden çizen koalisyondan bir güvence elde edebilmiş değiller.
Ekim 2025’in son günlerinde, Suriye’nin kuzeydoğusu yeniden bir belirsizlik sahnesine dönüşmüş durumda. Şam ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) görüşmelerin ilerlediğini söylerken, sahadaki ve siyasî göstergeler entegrasyon sürecinin kırılgan olduğuna işaret ediyor — bu süreç hâlâ bir birleşmeden çok, umut ile korku arasında geçici bir dengeye benziyor.
Sahada, birkaç tur müzakereden sonra Halep’in Kürt mahallelerinde ateşkes sürüyor ancak istikrarsız. Yerel kaynaklar KurdPress’e, devlet güçlerinin yalnızca bazı kontrol noktalarını geri çektiğini, Şeyh Maksud ve Eşrefiye giriş-çıkışlarının hâlâ onların denetiminde olduğunu aktardı.
Aynı zamanda, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyona ait yeni konvoylar — radar sistemleri ve hava savunma ekipmanları dâhil — Haseke’nin kuzeyindeki “Kasrek” üssüne konuşlandırıldı. Bu durum, Washington’un Kürt bölgelerinin güvenlik kontrolünü tamamen devretme niyetinde olmadığını gösteriyor. Başka bir deyişle, savaş durmuş olsa da barış henüz gelmiş değil.
Siyasî düzeyde ise Kürt liderlerin tutumları birbirinden uzaklaşıyor. Mazlum Abdi son açıklamasında şöyle dedi:
“Suriye’nin tüm evlatları için birleşik ve güvenli bir Suriye inşa edebilecek bir anlaşmaya yaklaştık.”
Ancak aynı zamanda, Sipan Hemo ve Rûlat Afrin gibi saha komutanları, “SDG kimliğinin ordu içinde erimesi” tehlikesine karşı uyarılarda bulunuyorlar. Suriye Demokratik Meclisi (MSD), Rakka’daki özyönetim deneyimini hâlâ “başarılı bir birlikte yaşam modeli” olarak vurgularken, Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ise tamamen farklı bir yol — anayasa müzakereleri ve diplomatik kanallara dayalı bir yaklaşım — izliyor.
Böylece Kürt cephesi, hiç olmadığı kadar parçalı bir hâlde; geleceğe dair karar verecek tek bir ses yok. HTŞ ise bu çok seslilikten en fazla yararlanan taraf.
Henüz otoritesini pekiştirmeye çalışan Colani rejimi, kuzeyde herhangi bir güç yoğunlaşmasını önlemek amacıyla entegrasyon sürecini adım adım ve denetimli biçimde yürütüyor. Aynı zamanda Türkiye, genişleyen güvenlik iş birliği sayesinde “resmî olmayan garantör” rolünü üstlenmiş durumda — ancak bu garantörlüğün amacı yakınlaşmayı değil, sınırlamayı hedefliyor.
Bir Suriyeli analistin Middle East News’e söylediği gibi:
“Şam, Kürtleri dizginlemek için Türkiye ile savaşıyor; Türkiye’yi yatıştırmak için Kürtlerle müzakere ediyor. Ancak her iki cephede de güven kaybolmuş durumda.”
Bu arada ABD de ikircikli bir politika izliyor. Bir yandan Fırat’ın doğusundaki üslerine yeni teçhizatlar göndererek SDG’ye zımni bir destek mesajı veriyor; diğer yandan ise gayriresmî arabuluculuk yoluyla Şam’ı entegrasyon sürecini sürdürmeye teşvik ediyor.
Ancak bir Kürt kaynağının Daraj’a söylediği gibi:
“Amerika bize Şam’la müzakere edin diyor, ama kendisi de bize silah veriyor. Hangi tarafa güvenmemiz gerektiğini bilmiyoruz.”
Sonuç olarak, entegrasyon süreci barış ile kriz arasında sıkışıp kalmış durumda.
Ne Kürtler geleceğe dair bir güvence bulabildi, ne Şam ülkenin bütünlüğü için net bir yol haritasına sahip, ne de Türkiye ve Amerika, nüfuzlarını azaltacak bir uzlaşmadan yana. Bu ortamda, “entegrasyon”un Suriye’nin birliği için bir proje olmaktan ziyade, krizi geçici olarak yönetmenin bir aracına dönüştüğü söylenebilir.
Her taraf bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda yorumluyor: Şam için otoritenin yeniden inşası, Kürtler için hayatta kalma, Türkiye için kontrol altına alma ve Washington için nüfuzun devamı anlamına geliyor.
Suriye, 2026 eşiğinde ne savaşta ne de barışta; henüz hangi yöne — entegrasyona mı yoksa yeniden çatışmaya mı — gittiğini bilmeden bir yol ayrımında duruyor.