YDH- El-Meyadin yazarlarından Hasan Nafa, Trump’ın sözde barış planının aslında barıştan ziyade İsrail’in çıkarlarını genişletmeye dönük bir proje olduğunu vurgulayarak “üç bin yıllık çatışmayı çözme” gibi iddiaların retorik düzeyde kaldığını belirtiyor; ABD-İsrail ittifakının amacının barış değil, ''Büyük İsrail'' projesinin tamamlanması ve Filistin direnişinin tamamen tasfiyesi olduğunu detaylandırıyor. Nafa'ya göre, İsrail’in çıkarlarına sınırsız destek veren ilk ABD başkanının bile sınırlarını zorlayan Netanyahu, barış planını kendi siyasi çıkarları için sabote etti, ateşkesi reddetti ve Gazze’ye saldırıları sürdürdü.
Netanyahu, Donald Trump’ın İsrail’e olan sarsılmaz bağlılığının farkında çünkü Trump, hiçbir Amerikan başkanının sunmadığı ayrıcalıkları ona sundu. İlk başkanlık döneminde (2017–2020) Washington’un Kudüs Büyükelçiliğini kente taşıyarak burayı “İsrail’in ebedi ve bölünmez başkenti” olarak tanıdı.
Ardından, İsrail’in Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni ilhak etmesini onayladı ve Batı Şeria’nın bazı bölümlerinin İsrail’e verilmesine sıcak baktığını açıkladı.
Dahası, Netanyahu’nun ısrarlı tavsiyeleri doğrultusunda, İran nükleer anlaşmasından çekilerek uluslararası diplomaside eşi görülmemiş bir adım attı.
Trump’ın on ayı bulan ikinci döneminde de tablo değişmedi. Netanyahu, Gazze’deki ateşkesi bozmaya karar verdiğinde Beyaz Saray’dan engel görmedi.
Biden yönetiminin Gazze’deki katliamlar nedeniyle durdurduğu Amerikan silah sevkiyatını yeniden serbest bıraktı ve hatta geçen haziran ayında, İsrail’in İran’a yönelik saldırısında, İran’ın nükleer tesislerine doğrudan operasyon düzenleme planına Netanyahu’yla birlikte onay verdi.
Böylesi bir ortamda Netanyahu’nun, Trump’ın “Orta Doğu Barış Planı”nı tereddütsüz benimsemesi bekleniyordu. Ancak beklentileri tam olarak karşılanmadığı için planın içeriğini daha duyurulmadan sulandırmaya çalıştı; bunda başarısız olunca da, perde arkasında sabote ederken kamuoyu önünde destekliyormuş gibi yapmaktan başka seçeneği kalmadı.
Netanyahu, İsrailli tutukluların kurtarılması veya Hamas’ın silahsızlandırılması gibi ara hedeflere ulaşmanın mümkün olduğunu biliyor. Ancak planın, Gazze Şeridi’nden çekilme, bölgeyi ilhak etmeme, işgal etmeme ve “Filistinlilere gerçek bir kendi kaderini tayin hakkı sağlayacak koşulların yaratılması” gibi yükümlülükler içermesi onu tedirgin ediyor. Bu yüzden planı kamuoyu önünde destekleyip sonrasında kendi çıkarlarına uymayan maddeleri reddetme stratejisini benimsedi — ki bugün yaşanan da tam olarak budur.
Peki Netanyahu bunu sürdürebilecek mi?
Trump, planın sabote edilmesine izin verecek mi?
Ve bu ikilinin ilişkisi nereye evrilecek?
Bu soruların yanıtı, Trump’ı Netanyahu’nun tüm taleplerini karşılamayan bir plan formüle etmeye iten nedenlerde saklı. Özellikle de Trump’ın, önceki adımlarında Netanyahu’nun “mutlak zafer” hayalini destekler bir çizgide ilerlemiş olması dikkate alındığında bu durum daha da anlamlı hale geliyor. Trump bugüne dek Netanyahu’ya tüm diplomatik imkânları sağladı, verdiği sözleri tutmamasına göz yumdu ve yolsuzluk davası tehdidiyle yüzleşmemek için sürdürdüğü savaşın uzamasına sabır gösterdi.
Ancak Trump artık küresel kamuoyundaki dönüşümü görmezden gelemiyor. Bu değişim, İsrail’in Gazze’deki vahşetinin yarattığı öfke dalgasından besleniyor.
Netanyahu’nun hem İsrailli tutukluları kurtaramaması hem de Hamas’ı askeri olarak tasfiye edememesi, ardından gelen sorumsuz eylemleriyle ABD’nin bölgesel çıkarlarını tehlikeye atması sabrı taşırdı. Son olarak, Katar’da ABD’nin ateşkes planı görüşmeleri sürerken Hamas liderlerine yönelik suikast girişimi düzenlenmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Trump artık İsrail’in yanında duran bir müttefike değil, Netanyahu’dan kurtulacak bir lidere ihtiyaç duyduğuna ikna olmuş görünüyor.
Trump planını, “bölgede üç bin yıldır süren çatışmaya son verecek” bir girişim olarak sunuyor ve “pek çok Arap ve İslam ülkesinin desteğini” aldığını iddia ediyor. Ona göre bu plan, yalnızca Filistin-İsrail meselesini değil, tüm bölgeyi kapsayan kalıcı barış ve istikrarı getirebilir.
Ne var ki bu iddialar, tarihsel ve siyasal gerçeklikten kopuk, retorik bir iyimserlikten ibaret. Trump’ın, özellikle İsrail lehine tek taraflı tutumları göz önüne alındığında, Filistin sorununu kendi başına çözme kapasitesi oldukça sınırlı, hatta yok denecek kadar azdır. Planın en somut maddeleri —tutukluların serbest bırakılması ve Gazze’deki direniş gruplarının silahsızlandırılması— tamamen İsrail’in güvenlik taleplerine yanıt verir niteliktedir.
Filistinlilerin temel talepleri, yani bağımsız bir devletin kurulması ve kendi kaderini tayin hakkının tanınması ise muğlak ifadelerle geçiştirilmiş; bu hedeflerin gerçekleşmesi, Filistin Yönetimi’nin “reform edilmesi” ve Gazze’den İsrail’in çekilmesinden önce “uluslararası istikrar güçlerinin denetimi” gibi belirsiz koşullara bağlanmıştır. Daha da vahimi, planın Batı Şeria’ya hiç değinmemesidir. Gazze Şeridi, “terörden ve aşırılıktan arındırılmış, komşularına tehdit oluşturmayan” ayrı bir bölge olarak ele alınırken, Batı Şeria’daki yerleşimci şiddeti tamamen göz ardı edilmiştir. Bu boşluk, Netanyahu’ya planı sabote edip, ihlallerin faturasını Hamas’a kesme fırsatı tanıyor — nitekim öyle yapıyor.
Netanyahu, planın öngördüğü 72 saatlik kısa sürede Gazze’deki tüm İsrailli tutukluların cesetlerini kurtarmanın imkânsız olduğunu biliyor. Zira yıkıntıların altındaki cesetlerin çıkarılması ağır ekipman gerektiriyor; İsrail ise bu araçların Gazze’ye girişine bilinçli olarak izin vermiyor. Buna rağmen Netanyahu, süre dolduğunda bunu bahane ederek planın yükümlülüklerini boşa çıkaracak misilleme adımları atıyor.
Bu adımlar arasında insani yardımların kısıtlanması, su ve elektrik altyapısının onarımı için gerekli ekipmanların girişinin engellenmesi ve halkı açlıkla göçe zorlayan fiili bir kuşatmanın sürdürülmesi bulunuyor. Dahası, Netanyahu, Hamas’ın sorumlu olmadığını bilmesine rağmen, ateşkes sonrası yaşanan küçük bir güvenlik olayını gerekçe göstererek 42 sivili öldüren yıkıcı bir saldırı başlattı. Bu saldırı savaşı yeniden alevlendirebilirdi; bu nedenle Trump, durumu kontrol altına almak için özel temsilcisi Steve Witkoff’u, damadı Jared Kushner’i ve yardımcısı J.D. Vance’i acilen İsrail’e gönderdi.
Trump, İsrail’in Gazze’den çekilmeyi kabul etmesi halinde planının kalıcı bir ateşkese zemin hazırlayacağına inanıyor. Planın temel unsurları şöyle sıralanıyor:
Hamas ve diğer direniş gruplarının tamamen silahsızlandırılması, Hamas’ın Gazze üzerindeki egemenliğinin sona erdirilmesi ve lider kadrosunun bölge dışına sürülmesi.
Arap ve İslam ülkelerinin çoğunlukta olduğu uluslararası bir güvenlik gücü kurularak Gazze’de üç ila beş yıl sürecek bir geçiş dönemi boyunca güvenliğin sağlanması.
Bağımsız teknokratlardan oluşan bir geçici yönetimin Gazze’nin idaresini ve yeniden inşasını üstlenmesi; bu yönetimin, Trump başkanlığında oluşturulacak ve Tony Blair’in de yer alacağı bir “Barış Konseyi” tarafından denetlenmesi.
Filistin Yönetimi’nin reform edilerek Gazze yönetimine dâhil edilmesi ve Batı Şeria ile Gazze’yi kapsayan genel seçimlere hazırlık yapılması.
İbrahim Anlaşmaları’nın Suudi Arabistan dâhil diğer Arap ülkelerine genişletilmesi ve karşılığında, belirsiz sınırlar ve ertelenmiş tarihlerle “bir tür Filistin devleti”nin kurulmasını vaat eden muğlak bir yol haritasının sunulması.
Bu Amerikan planı, tartışmasız biçimde Filistin’in vazgeçilmez ulusal haklarını zedeleyen ciddi boşluklar içeriyor. Ancak paradoksal biçimde, Ben-Gvir ve Smotrich gibi aşırı sağcı bakanların yer aldığı mevcut İsrail hükümeti açısından da kabul edilemez bir belge niteliğinde. Netanyahu da planı reddediyor çünkü kendi ifadesiyle artık “mutlak zafer”e ulaşmıştır. Ona göre kalıcı bir çözüm, sadece Hamas’ı değil, Hizbullah’ı, Ensarullah'ı ve hatta İran’ın nükleer kapasite dâhil tüm askeri potansiyelini ortadan kaldırmayı içermelidir. Bu, “Büyük İsrail” idealinin ön koşuludur.
Sonuç olarak, bölgede yeni çatışma dalgalarının yaşanması, Netanyahu’nun kısa vadeli kazanımlar elde ettikten sonra Trump’ın planının çökmesi olasılığını güçlendiriyor.
Fakat Netanyahu’nun hayalleriyle sahadaki gerçeklik arasında derin bir uçurum var. Direniş yenilmedi; aksine, Siyonist vahşetin karşısındaki tek gerçek güç olmayı sürdürüyor.
Netanyahu’nun aşırılıkları, kendi ideolojik tutkusunun kurbanı haline gelen Siyonist projenin çöküşünü hızlandırıyor.
Çeviri: YDH