
YDH - Hizbullah'ın üst düzey askeri komutanlarından Fuad Şukur (Seyyid Muhsin), Lübnan İslami Direnişi'nin en tecrübeli isimlerinden biriydi.
Adı, İmad Muğniyye, Hasan el-Lakis, Mustafa Bedreddin ve İbrahim Akil gibi şehit komutanlarla birlikte anılıyordu.
Şukur, 15 Nisan 1961'de Lübnan'ın doğusundaki Baalbek bölgesinde yer alan Nebi Şit kasabasında doğdu ve şehit olduğunda 63 yaşındaydı.
Şukur, İsrail'in 1982'de Lübnan'a saldırdığı sırada, Beyrut'un dış mahallelerinden Halde'de en kısıtlı imkânlarla İsrail askerlerine karşı çetin bir mücadele veren 10 kişilik Lübnanlı Şii genç grubunun içindeydi.
Bu mücadele o kadar etkili oldu ki, İsrail ordusu Beyrut'a girmek için Halde'nin etrafından dolaşmak zorunda kaldı.
O 10 kişilik gruptan dokuz kişi (Semir Matut, Esad Berro, Ahmed Şems, Cafer el-Mevla, Muhammed Yusuf, Asi Zeyneddin, Muhammed Hasune, Hasan Şukur, Mahmud Yusuf) Seyyid Muhsin'den önce şehit oldu.
Fuad Şukur ise yıllar sonra, 31 Temmuz 2024'te, İsrail savaş uçaklarının bir gün önce Beyrut'a düzenlediği hava saldırısı sonucu şehit olarak arkadaşlarına katıldı.
Şehit Seyyid Muhsin'in kızı Hatice Şukur, Tesnim ajansına verdiği özel mülakatta babasının özel hayatına, Halde Savaşı'na, şehit komutanlar ve şehit Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah ile ilişkisine ve hayatının son saatlerine dair bilinmeyenleri anlattı.
Hatice Şukur, "Humeyniyun" grubunun nasıl ortaya çıktığını şu sözlerle aktardı:
"İsrail 1982'de Lübnan'a saldırıp Halde'ye ulaştığında, babam ve dokuz arkadaşı, İmam Humeyni'nin İsrail'le savaşmanın farz olduğuna dair buyrukları uyarınca, hepsi şehit olsa bile bu rejimle savaşmak üzere anlaştılar."
Babasının bu konuya Kerbela bilinciyle yaklaştığını belirten Şukur, "Babam onlara, 'Hep derdik ki keşke sizinle olsaydık ey İmam Hüseyin. Şimdi İmam Hüseyin'i desteklemek isteyenler için İmam Hüseyin burada, Halde'de' demişti" diye konuştu.
Sayıları az olmasına rağmen Evzai girişinde İsrail güçleriyle çatışmaya girdiklerini ve İsraillileri gafil avlayarak zafere ulaştıklarını söyleyen Hatice Şukur, "Hatta bir İsrail tankını ve bir İsrail askeri üniformasını da ganimet olarak aldılar" dedi.
Şukur, sözlerine şöyle devam etti:
"Orada bir Fransız muhabir onlara grubunuzun adı ne diye sormuş. Babam da 'Biz Humeyniyun'uz' yanıtını vermiş. Bu ismi, mücadelelerinin temelinde İmam Humeyni'nin buyruklarına uymanın yattığı için kullanmıştı. O 10 kişiden dokuzu babamdan önce şehit oldu. Bu yüzden babam hep hasret çekerdi. Onun da gidişiyle o on kişinin yemini tamamlanmış oldu."
Babasının Hizbullah'ın kuruluşundan itibaren tüm komutanlarla birlikte olduğunu ifade eden Hatice Şukur, "Onlar arkadaş değil, babamın kardeşleriydi. Seyyid Abbas Musavi'den Hac İmad Muğniyye'ye, Seyid Zülfikar'dan (Mustafa Bedreddin) Hac Kasım'a (Süleymani) ve diğer tüm savaşçılara kadar hepsiyle böyleydi" dedi.
Şukur, babasının metanetini şu sözlerle anlattı:
"Bu komutanların şehadeti anında, babamda metanetin ve sebatın gerçek anlamını gördüm. Onlara ne kadar gönülden bağlı olduğunu bilmeme rağmen, etrafındakilere moral verebilmek için güçlü davranmaya çalışırdı. Bir komutanın şehadeti direniş yolunda bir aksaklığa neden olmaz, aksine İsrail'e karşı intikam ve kan davası hissini artırır, mücadele ve cihat azmimizi güçlendirir."
Hatice Şukur, babasının İmad Muğniyye'nin şehadeti sırasındaki durumunu ise şöyle aktardı:
"Hac İmad'ın şehadeti sırasında babamın ne halde olduğunu hiç unutmuyorum. Şehadetinden dakikalar önce birlikteydiler. Hac İmad'ın babam için ne kadar değerli ve kıymetli olduğunu biliyorum. Babam, Hac İmad'ın şehadeti sırasında metanet ve cesaretle ayakta durdu ve diğerlerini teskin etmeye çalıştı. Hac İmad'ın şehadetinin bu yola devam etmek için bizi daha da güçlendirmesi gerektiğini hatırlattı."
Babasının Kasım Süleymani'nin şehadetinden de derinden etkilendiğini belirten Şukur, "Hac Kasım şehit olduğunda ise babamdaki hüznü ve kederi gördüm. Bu kardeşlerinin şehadetine böyle bir hüzünle bakıyordu. Bir komutan, Seyid Hasan Nasrullah'ın dediği gibi, zor zamanlarda güvenilebilecek biri olmalıdır. Babam, yoldaşlarının şehadetinde bu metanetin ve sebatın bir örneğiydi" diye konuştu.
Babasını şehadetinden iki gün önce sıradan bir aile ziyaretinde gördüğünü söyleyen Hatice Şukur, şehit olduğu gün ise birkaç kez telefonla görüştüklerini belirtti.
Son görüşmelerini şöyle anlattı:
"Son görüşmemiz, şehadetinden birkaç dakika önceydi. Çocuklar oyun oynuyordu. Oğlum kızıma, 'Sihirli lamban olsaydı ne dilerdin?' diye sordu. Kızımın cevabı ise asıl arzusunun İsrail'in yok olmasıydı. Oğlumun o sırada kızıma, 'Bu arzunun gerçekleşmesi için sihirli lambaya ihtiyacın yok, sadece Dede Seyid'e söylemen yeterli' dediğini iyi hatırlıyorum. Çocuklar babama 'Dede Seyid' derlerdi. Babamı aradım ve Adem ile Cud'un böyle söylediğini anlattım. Benden oğlumla konuşmak için izin istedi ve ondan bir kâğıt alıp aslında Yüce Allah'tan dilememiz gereken arzuları yazmasını istedi. Oğlumun yaşı küçük olmasına rağmen bu arzuların çoğu ahiretle ilgiliydi. Telefonu kapatması gerektiğini söylediğini hatırlıyorum."
Şukur, babasının vasiyetnamesindeki şu ifadeyi de paylaştı:
"Babam vasiyetnamesinde şöyle yazmış: Oğluma ve torunlarıma, önünüze Allah yolunda şehadet ve cihat fırsatı çıktığında, hiçbir nedenle onu terk etmemenizi vasiyet ediyorum."
Saldırı gerçekleştiğinde babasının nerede olduğunu bilmediklerini belirten Şukur, o anları şöyle anlattı:
"Dahiye'de saldırı olduğunda ve binalardan biri hedef alındığında babamın nerede olduğunu bilmiyorduk. Babamın konumu, bilmediğimiz ve sormadığımız bir konuydu. Genellikle bu gibi durumlarda, bu tür bir haber yayıldığında, babamdan bir telefon ya da bize güvence verecek herhangi bir işaret beklerdik. Kısa bir süre sonra, babamın bombalama sırasında o binada olduğu, ancak akıbeti hakkında henüz bir şey bilinmediği bize bildirildi."
Arama çalışmalarının çok uzun sürdüğünü ifade eden Şukur, "Birinci günden ikinci güne kadar çok zor anlar yaşadık. Bu süre zarfında bekliyorduk ve babamızın hayatta mı yoksa şehit mi olduğunu bilmiyordur. Enkaz altında mı kalmıştı, yoksa binadan çıkmış mıydı? Bu, en zor anlardan biriydi" dedi.
Şukur, sözlerini şöyle sürdürdü:
"İkinci günün geç saatleriydi. Yaklaşık 24 saat sonra babamın cenazesini buldular. Çünkü bombardıman babamı bir binadan diğerine fırlatmıştı. Naaşını aşağı indirdiklerinde şehadet haberini de duyurdular. Annem ve kız kardeşlerim en üst düzeyde sabır ve metanet gösterdiler. Tüm Hizbullah şehitlerinin aileleri gibi bu görevin üstesinden geldiler ve o anlarda düşmana şu mesajı bir kez daha verdiler: Yapabileceğiniz en büyük şey babalarımızı, kardeşlerimizi ve çocuklarımızı öldürmektir ve bu şehadet bizim için en yüksek mertebelerden biridir, en faziletli ölüm şeklidir. Bizi en çok üzen şey, Seyid Hasan Nasrullah'ın yaşadığı derin manevi acıydı."
Babasının naaşını gördüğünde çok zor anlar yaşadığını belirten Hatice Şukur, o anki hislerini şöyle dile getirdi:
"Ancak daha az yetim kalmış hissediyordum, çünkü hayalimde her zaman Seyyid Hasan Nasrullah'ın bu ailenin büyüğü olduğunu düşünürdüm. Babamın şehadet haberinin Seyyid Hasan Nasrullah üzerindeki etkisinin az olmadığına şüphe yok. Özellikle de Seyyid Hasan Nasrullah ile babam arasındaki kardeşlik, dostluk ve iş birliğine dayalı o güçlü ve sağlam ilişkiyi bildiğimiz için."
Babasının şehadetinden sonra Nasrullah ile aralarındaki ilişkinin sandıklarından çok daha derin olduğunu anladıklarını söyleyen Şukur, "Seyyid Hasan Nasrullah bizimle her temasında, konuşma tarzından, babamın kaybının onu ne kadar etkilediğinden ve bu aileye nasıl destek olmak istediğinden bunu anladık. Seyyid Hasan artık sadece bir kızı olmadığını, altı kızı olduğunu söyledi" dedi.
Nasrullah'ın babasının anma törenindeki sözlerini hatırlatan Şukur, şunları ekledi:
"Seyyid Hasan, 'Şehidimize veda etmiyorum, bilakis diyorum ki, şehadette görüşmek üzere, tüm dostların yanında görüşmek üzere' şeklindeki meşhur cümlesini kurduğunda, herkes onun aslında veda ettiğine ve kendine başsağlığı dilediğine tanık oldu. Bu, bizi çok etkileyen ve kalbimizi kıran anlardan biriydi. Çünkü o bizim için bir dayanak gibiydi. Ancak Yüce Allah, babamdan sonra Seyid Hasan Nasrullah'ı da şehit olarak seçmeyi irade etti ve biz yeniden yetim kaldık, o anları tekrar yaşadık."
Babasının gizli yaşam tarzı nedeniyle ailevi anlarda yanlarında olamadığını belirten Şukur, "Babam ne mezuniyet törenlerimizde ne de düğünlerimizde yanımızdaydı. Çocukların küçük ya da büyük olsun babalarıyla yaşadıkları o ayrıntılarda, doğum günü kutlamalarında hiç yer almadı" dedi.
Lübnan'da mahrum kaldıkları birçok şeyi İran'da yaşadıklarını söyleyen Şukur, sözlerini şöyle tamamladı:
"Lübnan'da babamızla dışarıda alışverişe çıkamaz ya da halka açık bir yerde yemek yiyemezdik. Bu mahrumiyetleri İran'da telafi ediyorduk. Anı biriktirebildiğimiz o özgür ortam, daha çok İran'da bulunduğumuz zamanlardaydı. İran'da olduğumuzda hareket özgürlüğümüz vardı. Babamla yürüyebiliyor, halka açık yerlerde onunla birlikte olabiliyordur. Ona adıyla seslenebiliyor, insanların önünde 'baba' diyebiliyorduk. İran'da geçirdiğimiz dönem, zihnimizde en güzel anıların olduğu dönemdir, çünkü sınırlar dışındaydık ve daha az güvenlik baskısı yaşıyorduk. İran'da babamla birlikte olduğumuz en unutulmaz anlardan biri, Devrim Lideri ile görüştüğümüz anlardı. O anlar zihnimize ve kalbimize kazındı ve bu güzel duygu yıllardır bizimle birlikte."